Türk Sineması, yazık ki serapa bir melodram. Hem bu ülkede çekilen filmlerin, bilerek veya bilmeyerek, isteyerek veya gayri ihtiyari ana niteliğini teşkil etmesi bakımından geçerli bu tavsif, hem de bizzat sinemanın yerli macerası açısın- dan. Sırtını Hollywood’un tür şablonlarına dayamaya gayret eden, buna karşın ömrü hayatı boyunca gayret ettiği hâlde bir türlü alaturka düzeyde dahi sektörleşemeyen Yeşilçam, son 15-20 yıldır, komedi türünün yanında bir de korku türünü keşfetti. “Keşke keşfetmeseydi.” diyesi geliyor insanın çünkü aynı zaman diliminde Türk Sineması nitelik açısından ciddi bir sıçrama gerçekleştirdiği hâlde çekilen korku filmleri, en iyimser ifadeyle yüz kızartıcı suç niteliğinde. Evet, aralarından bazıları belli bir gişe başarısı elde etti ama hakikatte bu neyi ifade eder ki! Demek ki benim gibi tür sinemasına itibar edenlerden değilseniz bile tür sinemasını, temel imkânlarını, ifade kalıplarını bilmek, anlamak ve doğru uygulamak zorundasınız. Bu durum, elbette korku türü için de geçerli.
O yüzden korku türüne şöyle bir kulak kabartmak, Amerika’da ve Avrupa’da türün macerasına kısa bir göz atmak mühim mesele.
Korku türüne 1960 tarihli Sapık/ Psycho öncesi ve sonrası diye bir sınıflama getirmek abartılı görünse de yanlış sayılmaz. Bir tür hüviyetinde korku, sessiz dönemin sonlarına doğru girdi sinemaya. Ve en başından beri izleyiciyi, önüne sürdüğü başarılı sahte yemlerle yanlış yönlere sürükleyerek oyalamayı becerdi ilkin. Ardından etkili bir sinema dili de geliştirme gayreti içinde göründü. Ne ki genel anlamda korku türü, tıpkı bilimkurgu gibi bir ‘alttür’ yaftasından kurtulamadı bir türlü. Anlatımına üçüncü bir unsur olarak ironiyi eklemeyi ihmal etmeyen gerilim üstadı Alfred Hitchcock’un şaheserini çekmesi, yalnızca zamandizimsel değil, içerik açısından da yeni bir dönemin başlangıcı oldu korku türünde.
DEĞERLENDİRME DEĞİŞİKLİĞİ
1960’ta çektiği bu filmin, ünlü duştaki bıçaklama ve merdiven aralığındaki cinayet gibi sahneleriyle türün gözde örneklerine taş çıkartacak tedirgin edicilikteki tarzını, ‘The Birds/Kuşlar’da da yenileyerek yineleyen Hitchcock sonrasında, başka ünlü yönetmenler de türe el atmaya başlar. Türe dair bakış açısı değişikliği, horgörüden önce hoş- görüye, daha sonra da açık övgüye dönüşen eleştirmen değerlendirmesinde de görülür.
Bu değişikliğin tek etmeni Hitchcock değildi tabii ki. Hammer Film yapımı başarılı İngiliz korkularının katkılarıyla tür, zaten insanların gözünde önemli bir değer kazanmıştı. Kendi içlerinde yaşadıkları sorunların yanında, gelişen dünyadaki toplum ve siyaset açmazlarının çokluğu, insanları yeniden hayali yaratıklara karşı acımasızca savaşarak galip gelen kahramanlarla özdeşleşecek ortamı doğurmuştu. Çünkü gerçek ürküntünün yerli yerinde saymasına göz yumarcasına yapay korkulara karşı yaşanan zafer, geçici de olsa en kolay ve en ucuz tedavi yollarından biriydi. Yığınların kaygılarının, yeni görünümlere bürünmüş canavarlarla simgeleşmesi için gerekli şartlar hazırdı yani.
Kemmiyet açısından yaşanan patlama, aynı dönem içinde farklı vasıfları haiz korku filmlerinin çekilmesine engel olmadı. Çekilen filmlerin arasında iyi hasılat yapamayan bazıları, ilginç bir biçimde, sonradan türün önemli ürünleri arasına girebilmiştir.
Bir çılgın tutku hâlini alan ilginin doğurduğu ortamda yaratıcılık da yer bulmakta gecikmedi ve kimi yenilikler getiren birçok film çekildi peşpeşe. ‘Canavar yaratık’ motifi anlam genişlemesine tabi tutuldu ve hasta ruhlu ‘insan canavar’ tipi yaratıldı. Bu tipin en belirgin örnekliği de ‘Sapık’taki Alan Bates’e ait. ‘Kuşlar’daki adım adım ilerleyen amansız korkunun, beylik efektlere gerek duymadan ve yapaylıklara kaymadan nasıl tırmandırılabileceği dersinin yanında, hakları çiğnenen doğanın intikamı temasıyla birer canavara dönüşen sevimlilik simgesi yaratıklar, kuşlar yani, hayvanlı korku filmlerinin önünü açtı.
KİLİSEYE İADE-İ İTİBAR
Başka bir önemli öğe de Hristiyan dünyanın gündelik hayatındaki korkunç, acımasız, cezalandırıcı, ‘insan biçimli tanrı’nın karşısında ve ona rakip konumda bir kötü- tanrı gibi algılanan şeytanın, İtalyan Mario Bava’nın, dönemin başında siyah-beyaz çektiği ‘Şeytanın Maskesi/La Maschera del Demonio’ filmiyle işin içine girmesinin doğurduğu, bütünüyle karamsar, iflâh olmaz bir felâket havası… Masum çocukların bedenini bile ele geçirebilecek bu kötü gücün karşısında biricik kahraman da din adamıdır elbette: Şeytanın her anlamıyla tutsağı ruhları yalnızca kilise paklar. Altını çizmekte fayda var; aydınlanma ile birlikte gittikçe zayıflayan Katolik Kilisesi’nin, yeni ‘kilise’ sinema tarafından kutsanması hiç de fena bir fikir değildi. Aynı tür filmlerde, gecenin en kesif karanlığında, bataklık arazilerin tiksinç ortamında, kurbanlarının kanlarıyla süsledikleri bedenleriyle cehennem habercisi ateşin etrafında dans eden, ölüm büyüleri yapan ‘şeytana taparların’ vazgeçilmez öğelerden olduğunu görürüz.
Bu çeşit filmlerin yol açıcısı ve nisbi derinliklisi, 1968’de Roman Polanski’nin çektiği ‘Rosemary’nin Bebeği/Rosamary’s Baby’. Zaten yönetmen ‘Tiksinti/Repulsion’ ve türün tipik kalıplarını alaya aldığı ‘Korkusuz Vampir Katilleri/The Fearless Vampire Killers’ taşlamasıyla korku filmlerine ısınmış gibiydi. Rosemary’nin Bebeği adlı filmi karısının ölümüne ve kendisinin hayatının kökten değişmesine yolaçması ayrı bir bahis.
YAMYAMLAR İŞBAŞINDA
Asıl beklenmedik ve çok boyutlu başarı, aynı yıl, siyah-beyaz çekilen düşük bütçeli sıradan bir film için geçerli.
Türün temel öğelerini yetkinlikle kullanan yönetmen, ne daha önce ne de daha sonra bu filmiyle uzaktan akraba sayılabilecek seviyelere yakınlaşabildi. Mutena bir kasabada kendi hâllerinde yaşayan bir ailenin başına musallat olan, mezarlarından kalkarak çevreye saldıran canlı cesetlerin sergilendiği tarifler üstü bir vahşeti anlatan ‘Night of the Living Dead/Yaşayan Ölülerin Gecesi’ ile George A. Romero korku türüne yamyamlığı soktu. Ve elbette türün içinde bir alttürü de.
Bazen masum yüzlü yavrucukların ruhunu ele geçiren kötülüğün adı konmaz ve şeytan motifinin doğurduğu tek anlamlılık, biraz daha belirsizleştirilmeye çalışılır. Bu tür korkularda, sonuçta çocuğun başına bir kaza gelmeden tedavisi mümkün kılınabilir ve hayat eski güzel günler içinde sürüp gidebilir. Ruhunu ele geçirerek bir çocuktan asla sadır olmayacak kötülükler yapmasını sağlayan güç, kimileyin doğadışı görünmez bir varlıktır; bazen de tanımsız bir hastalık. Nöbetler dışında eski hâline dönen çocuk kimliğinde, hem iyi, hem de kötü yönün varlığı ısrarla vurgulanır bu filmlerde: Dr. Jekyll ve Mr. Hyde. Görünen o ki, ne denli kılık değiştirirse değiştirsin, korku filmleri hep en başa dönerek aynı şeyleri söyler aslında. Ama farklı bir biçimde elbette. Galiba bizim anlamakta zorlandığımız hususlardan biri de bu.
KORKU NİÇİN ÖNEMLİ?
Ahlâki kabul edilenin bir gösteri formatında sergilendiği klâsik tiyatro gösterisi sırasında korku unsurunun kullanılmasını, en azından bir etkiyle izleyicinin ürpertilmesini, bu etki sonrasında gösterilecek olayları, aktarılacak mesajları algılayanın daha iyi anlamasına ve daha köklü kavramasına yönelik bir çaba diye kabul ediyor Aristoteles. Ürperen ya da korkan kişi bir iç temizliği yaşar; dolayısıyla ruhi bir rahatlama sürecine girer ve sahnelenenle daha sağlam bağlar kurar. Aristoteles’in tiyatro için öngördüğü bu etkilenme hâlini sinemaya, daha çok ‘uyarılma’, bir ‘akıbete hazırlama’ diye uyarlamak mümkün.
Fakat korku filmlerinin çıkış amacını böylesi bir niyete dayandırmak, türün örneklerinin bütüne yakınının, herhangi bir düzeyli iletiyi izleyenine aktarma amacıyla kışkırtmaya başvurduğunu ya da izleyiciyi ruhi bir arındırmaya tâbi tuttuğunu düşünmek hayli iyimser bir görüş. Tersine, sinemada tüccar zihniyet tarafından mümbitliği en erken fark edilen ve sömürüsünün sistematiği en çabuk müesseseleşen iki histen biri korku; öteki cinsellik. Bırakın bir uyarma etkisiyle bir arınmaya zemin hazırlama çabasını, yarı diri, yarı ölü canlılar, yarı hayvan, yarı insan yaratıklar ya da canavar görünüşlü ama insan ruhlu ucubeler gibi olağandışı karakterlerin tören geçidiyle amaçlanan, aslında insanın hemcinsine karşı artan nefretini açığa çıkarmaya yönelik dürtülerin, olumsuz kılıktaki yaratıklara yönlendirilmiş bir biçimde ortaya serilmesinden başka ne olabilir ki korku filmlerinin ticari dışı asli hedefi?
Korku türünü haketmediği bir tarzda ve miktarda yüceltmek ne denli yanlış ise belaltı vuruşlarla saldırmak da o kadar insafsızlık. Korku filmi severlerin şiddete meyilli kişiler olduğu ya da korku filmi izledikten sonra insanda şiddet hissinin, kan akıtma arzusunun doğduğu, kimileyin bu şiddetin dışarıya aksedebildiği gibi iddialar, boş lâflar… Zaten sinemaya bu denli ciddi etkileyici değerler yüklemek ne kadar makuldür ki!
KÜLTÜRÜN KORKUYA ETKİSİ
Aslında korkunun arka planına gidildiğinde, kültürler arasında da farklılıklar yer aldığı görülür: Batı kültürlerinde sıkça görülen, hem edebiyatta hem masal ve efsanelerdeki ürkünç yaratıklar; insanların karşılarında acziyetlerini kavradıkları ve çoğunlukla savaşmak durumunda kaldıkları insanlık düşmanı, acımasız, kıyımcı varlıklardır.
Varoluşları bir felâkettir ve insanların başına musallat olmaları için ‘ilk günah’ yeterlidir; yaratıklarla mücadele de bu günahın kefaretlerinden…
Doğu’da ise masal ve efsanelerdeki devlerin, ifritlerin, gûlyabanilerin, ejderhaların kötüsü kadar iyisi de vardır. Hatta her kötü canavarın kötülüğü anlatılırken, makulleştirilmiş bir gerekçesinin yanında kimi iyi yönleri de belirtilir; dahası, insanlardan ya da öteki yaratıklardan iyilik etmeyi öğrenebilir ve kötülüklerden vazgeçebilirler.
Batı’da bir topluma musallat canavarın yok edilmesi, insanlığın bekası için şart sayılırken, aynı durumda Doğu’da canavarın ehlileştirilmesi, kimi zaman ağır kayıplara yol açan bir fidyeye mâlolsa da onunla bir anlaşmaya varılması, arada bir uyumun sağlanması sık görülen gelişmelerden.
Bu yüzden Batı’nın zıddına Doğu’da her zaman öldürülmesi gerekmez canavarın.
Benzer bir durum, canavarlı efsane ve masalların işleniş biçiminde de geçerli: Yaratıklar tasvir edilirken, Batı’da karabasanlara sermaye olacak ürkünç tablolar çizilirken Doğu’da, ‘bir dudağı yerde, öbürü gökte’ gibi ürkütücülükten çok tuhaflığın vurgulandığı, bu yüzden de korkutmaktan çok garipseten bir canavar tipi çıkar ortaya. Başka birçok ürküntünün yanında ‘yabancı’yı da temsil eden canavar, en başından ölüme mahkûmdur Batı’da. Onu tanımaya yönelik çabalar, zayıf yönlerini anlamaya, yumuşak karnını keşfe yöneliktir. Doğu canavarlarıysa çoğunlukla insani özellik gösteren ‘acibe ve garibe’dendir ve insanoğlundan neredeyse tek farkları bu yönleridir; bu yüzden ortaya çıkarılmaya çalışılan daha çok ortak noktalardır. O yüzden de Doğu’da canavarı yok etme yerine, onunla ortak yaşamanın yolları aranır.
BATI TARZI KORKU
Bu doğrultuda korku filmlerine bakmayı deneyelim:
Yaratıkların daha ortaya çıkar çıkmaz, izleyiciye baştan suçlu gösterildiğini görürüz. Merhametsizce yakıp yıkarken, doğayı tahrip ve insanları yok ederken izleyicinin, filmin sonundaki idam fermanını onaylayan jüri üyesi konumundan sıyrılmaması hedeflenilmiştir sanki. Aslında bir ‘Japon işi’ olduğu hâlde, kelimenin tam manâsıyla Batılı/Batıcı bir mantıkla kotarılan Godzilla hikâyesini hatırlamak yeterlidir sanırım.
Yaratık, bir insan olmadığı hâlde, insanoğlunun ‘ilk günah’ını da paylaşır. Belki de insani tarafı bu- raya gizlenmiştir. Bu çeşit filmlerin amacı zaten, ‘sanığın’ ne denli cani olduğunun ısrarlı vurgusuyla, ölümün her ‘yabancı’nın kaderi olduğu vurgusudur. Yaratığın ölümüyle de, bir günahkârın daha akıbetinin temizlenmekle sonlandığı kanıtlanır. Ortaya çıktığında itiraf edilen garip bir gerçek de, kimsenin yaratık hakkında hiçbir şey bilmediği… Yaratığın bilinmezliğiyle insanın bir acz yönünün itirafı… Fakat bu itirafın, izleyen açısından acı bir faturası var: Canavar olanca maharetini sergileyerek ortalığı tozdumana boğarken iyice galeyana gelen izleyiciye yutturulan, çözülme sahnesinde önüne sürülen canavar yok edicinin ne denli büyük bir kahraman sayılması gerektiği kandırmacası. Böylelikle, canavara acıyacak bir tane bile izleyicinin kalmaması başarılmakla kalınmaz, hem türün, hem de sektörün idamesi için sahte kahramanlar da üretilmiş olunur. Eklenmesi gereken bir başka yön de, canavarın mutlaka bir mutant olması gerekmediği hususu. Bazen makul görünüşlü bir insanın bile ne denli ürkünç bir katliamcıya dönüşebildiği vurgulanır. Filmlerde kullanılan unsurların ya da yaratıkların, dünyanın bir küçük köy hâline gelmesine imkân tanıyan kavranabilirlikleri de önemli: Örneğin King Kong’daki Afrika gorilinin ya da Yaratık/Alien’deki dünya dışı yaratığın korkutuculuğu; dil, din, ırk, gelenek, kültür, hatta eğitim tanımaz. Ulaştığı her izleyicinin kalbinde aynı hızlı ritm tırmanışını sağlar ve benzer oranda adrenalin salgılatır; dişlerini geçirdiği her ‘alt- ben’de, kendi salyasından lekeler, kalıntısından izler bırakır.
TÜRÜN MESAJ KAYGISI
Korku filmlerinin diğer bir aşısı da kimi ideolojik kabullerin empozesi elbette. Bazen ırkçılığa varan bir benmerkezcilik sergilenmesi; kimileyin sosyolojik kılıklı önyargıların kanıtlanmaya çalışılması ya da belirsiz bir gelecek ürpertisinin hissettirilmesi gibi hususlar da cabası. Örneğin vampir filmlerinde, güzel Amerikan tazelerinin Avrupalı, karanlık karakterli vampirler tarafından ısırılarak canavarlaştırılması, King Kong’da koca kıllı kara (=zenci) devin beyazlara saldırmasındaki haksızlık vurgusu ya da bütün katil ve canilerin, çirkin yüzlü, tiksinç görünüşlü hâllerde resmedilerek ‘Her suçlu çirkindir.’ gibi gösterilen, aslında ‘Her çirkin suçludur; güzellerse masum.’ denilmek istenmesindeki gibi ırkçı önyargılar, korku klişelerinin arkasından sıklıkla gözünüze gelebilirler. Yalnızca korku filmlerinde değil, neredeyse bütün Hollywood işlerinde iyilerin sarışın, kötülerinse daima karakafa resmedilmesini de hatırlamakta yarar var.
Aslında korku filmleri de hayat gibi çok yüzlü; aslolan görüneni doğru okumak.
Hasanali Yıldırım / Yazar
Sayı 156 / Güz 2016