Batı medeniyetinin kontrolü altında ve hegemonyasında olan ülkelerdeki olayları doğru anlamak ve anlamlandırmak için, bu medeniyeti oluşturan düşünsel, dini ve felsefi temellere göz atmak kaçınılmazdır. Aksi takdirde Batı’da yapılan çirkin karikatürlü saldırıları ve yıllar önce Paris’in varoşlarında başlayarak tüm ülkeye, hatta bütün Avrupa’ya sıçrama eğilimi gösteren şiddet olaylarını sağlıklı bir şekilde değerlendiremeyiz. Elbette işsizlik, aşağılanma, düşük ücretler, dağılan aileler, insanı kendi doğasına yabancılaştıran robotizm ve eğitimsizlik gibi faktörler sosyal hadiselerde önemli bir yer tutar. Ancak bütün bu olguların yanında bir medeniyete anlam ve ruh kazandıran dini, felsefi, kültürel ve düşünsel altyapının dayandığı temellerde problem varsa, o zaman suyun kaynağını analiz etmekte fayda vardır. İşin gerçeği şudur: Batı medeniyetinin temel yapıtaşını oluşturan paradigma kesinlikle çoğulculuğa kapalıdır. Yani hegemonik, ırkçı ve monisttir.
BATI MEDENİYETİ: GREKO- ROMEN VE JUDEO-CHRİSTİAN
Batı medeniyetini oluşturan paradigma iki temel koldan beslenir: Birincisi Greko-Romen (Yunan ve Roma) dünya görüşü, ikincisi ise Judeo-Christian yani Yahudi ve Hıristiyan gelenek. Bunların hepsi de öz itibarı ile monisttir, dolayısıyla, farklı renklere, dillere, dinlere, kültürlere, üretim ve tüketim biçimlerine kapalıdır. Ve nihayet ırkçıdır. Avrupa’nın düşünsel ve kültürel temelini oluşturan Antik Yunan’da insanlar “köleler” ve “asiller” olarak ikiye ayrılırdı ve Yunan halkı dışında yaşayan bütün toplumlar barbar kabul edilirdi. Ancak kölelik istidadı gösterebileceklerine inanılırdı. Bundan dolayı Oripides İfijeni’ye şöyle söyletir: “Yunan özgürlük için yaratılmıştır diğer toplumlar ise kölelik için”. Yine büyük filozof Aristoteles’in Politka’sına ve Platon’un “Devlet” diyaloğuna baktığınız zaman Yunanlı olmayanların barbar olarak nitelendirildiklerini görürüz. Hatta Platon buna antropolojik bir kılıf bulmak için söz konusu eserinde bazı insanların doğuştan kölelik kabiliyeti ve ona bağlı bir psikolojik yapıyla doğduğunu ve bu bireylerin “demir cevherli” olduklarını söyler. Bu anlayış bir nevi Hinduizmin kast sistemine benzemektedir. Zira bilindiği gibi sınıflardan oluşan kast sisteminde üst kastlara yükselmek söz konusu değildir.
Roma temeli de Yunan’dan farklı değildir. Zira Roma’da yaygın olan en önemli slogan “İnsan ve insancıl olan biziz, çünkü biz Romalıyız”dır. Yani Roma’nın vatandaşı olamayan, Latin olmayan insandan bile sayılamaz. Bundan dolayı Fransız Gobineau’ya kadar Avrupa’nın dışında bir medeniyet olgusuna dahi yer verilmiyordu. Sadece bir Doğu vardı, o da Bin Bir Gece Masalları’nda anlatılan arkaik, ilkel ama heyecan veren, egzotik ve şuh kadınların erkeklerin nedimesi olduğu bir bölgeydi, o kadar. Orada medeniyet olarak algılanabilecek hiçbir şey yoktu. Kendi kendilerini temsil edemediklerine göre temsil edilmeleri gerekiyordu. Batı’nın beslendiği ikinci kol olan Yahudilik ve Hristiyanlık da maalesef Antik Yunan ve Roma’dan farklı değildir. Yahudilik’te Yahudiler seçkin kavimdir. Yehova onları dünyayı yönetmek için seçkin ve efendi kılmıştır. Diğer milletler ise yönetilecek kölelerdir. Meşhur Balam hikayesinde olduğu gibi: “O (Yahudiler) işte ayrı oturan bir kavimdir ve milletler arasında sayılmayacaktır”. Haham Zvi Cook’un şöyle der: “Dünyada iki milletten söz edilebilir: Tanrı’nın çocukları Yahudiler ve diğerleri” Bu anlayışı muharref İncil’de, kendisi de Yahudi ırkından olan İsa şöyle sürdürür: Bir gün Yahudi olmayan Filistinli bir kadın kızını iyileştirmesi için İsa’dan yardım ister. İsa kendisinden yardım isteyen çaresiz kadına şöyle der: “Efendilerin ekmeğini alıp köpeklere atmak doğru değildir” (Mata; Bap 15, 26-27). Yani kadın Yahudi olmadığı için köpek yerine konulur. (İslam geleneğine göre Hz. İsa’nın böyle bir söz söylemesi muhaldir). Bu anlayış Kilise ve Martin Luther tarafından Hz Peygamber’in Anti-Christ (şeytan) ve bütün Müslümanların Gog ve Megog (Yecüc ve Mecüc) olarak ilan edilmesiyle en doruk noktasına ulaşır.
İşin ilginç tarafı Batı dendiği zaman tüm Hristiyanları anlamak da doğru değildir. Çünkü Anglo-Sakson, Greko-Romen ve Germen kavimler Hristiyan dünyasında da ırkçılık yaparlar. Zira Onlara göre Slavlar, yani, Ruslar, Sırplar, Bulgarlar ve yine Ermeniler, Gürcüler, Nesturiler, Yakubiler, Habeşliler, Latin Amerika Hıristiyanları, velhasıl bütün otosefal kiliseler Yunan-Roma ve Anglo-Sakson gelenekten gelmedikleri ve halen de bu kültürü yeteri derecede özümseyemedikleri için ikinci, üçüncü sınıf Hristiyan sayılırlar. Bundan dolayıdır ki, Haçlı seferleri sırasında Latin ve Anglo-Sakson guruplardan oluşan Hristiyanlar bütün Doğu Hristiyanlarını acımasızca sapkın oldukları gerekçesi ile kılıçtan geçirmişlerdir. Hatta bilinenin aksine en büyük Ermeni katliamını Türkler değil İstanbul’u işgal eden Latin çapulcuları yapmıştır. Günümüzde ise bu meşum anlayışı, Batı medeniyetinin en gelişmiş şekli kabul edilen Amerika’da, bizzat Başkan Bush’la yakın ilişkileri olan Anababatist-Evangelist P. Robertson, W. Graham ve F. Graham gibi isimler, Efendimiz’e (s.a.v.) adını anmak istemediğimiz en çirkin, ırkçı ifadeleri kullanmak suretiyle vaaz ve konuşmalarına devam ettirmektedirler. Yine Hollanda ve Fransa’da aynı çirkin saldırılar tezgâhlanmakta, camiler ve Müslümanların işyerleri ateşe verilmektedir. Neden? Çünkü bugünün Avrupası bizim bazı tarihsel ve siyasal derinliği olmayan aydınların, siyasilerin zannettiğinin aksine medeni değildir sadece moderndirler. Medeni olmadıkları için de bizim geleneğimizde en güzel örneklerini bulduğumuz “medine” anlamında şehirlere sahip değildirler.
BATI’DA ŞEHİR BİR GARNİZONDUR
Fransız Gilles de Le Uze’un tespitiyle, Batılı şehirler (city) “garnizon” şehirlerdir. Yani bu şehirlerde İslam medinelerinde (şehirlerinde) olduğu gibi, “Bir/Vahid” olanın kesret (çoğulcu) şeklinde kendisini tezahür ettirmesine, açmasına, inkişaf ettirmesine, bütün ayetlerini bir çiçek bahçesi gibi bezemesine vasat teşkil edecek bir ortam ve düşünsel anlayış yoktur. Yani askeri garnizonda olduğu gibi, her şey hiyerarşik, tek tip, tek renk, tek din, tek dil, tek kanun, tek kültürdür (un loi, un foi, un roi). Oysa “Galaksy Şehir” -yaklaşık olarak bizdeki medine yahut umrana tekabül eder- “Bir/Vahid” olanın (Allah) kendisinin ayetleri gereği, kesretle-çoğulculukla kendisini açtığı, bütün yaratılanları rahmetle, adaletle, merhametle, sevgi ve şefkatle kucakladığı ve uyum içerisinde insanlığa rahmet, adalet ve mutluluk bahşettiği şehirdir. Yani bu kent, tıpkı Efendimiz’in (s.a.v.) “Medine”sinde olduğu gibi, Yahudi’nin, Hristiyan’ın, Mecusi ve Müşrik’in (pagan) ilahi adalet şemsiyesi altında hiç kimse tarafından haksızlık, baskı ve zulüm görmeden bütün yeteneklerini sergilediği ve geliştirdiği bir siyasal yapılanmayı ifade eder. Avrupa böyle bir “Medine-Umran” şehir anlayışından yoksun olduğu için, özellikle “öteki” olarak tanımladığı Müslümanları ve Kuzey Afrikalıları içerisine sindirememektedir. Yine AB yetkililerinin ikide bir Türkiye’nin AB’ye girmesi için İslamî kimliğinden vazgeçmesi gerektiği yönündeki beyanatları,
21.yüzyılda Müslümanlar ve özellikle Türkler söz konusu olduğunda, Avrupa’nın “sosyal muhayyilesi” (social imagination) ve ona halen bağlı olduğuna inandığım “siyasal aklı” olan Ortaçağ Hristiyan papaz ve politikacıları gibi işlev görmektedir. Ne de olsa onların gelenekleri bizimki gibi şizofren bir düzeyde çatlamaya ve yırtılmaya maruz kalmamıştır.
BATI’NIN SÖMÜRGE VE SOYKIRIMLARININ TEMELİ: SEÇKİN IRK DÜŞÜNCESİ
Onlara göre kendilerinden olmayanları sindirmenin ve rahat etmenin tek bir koşulu vardır: O da Platon’un ve A. Rosenberg’in deyimi ile “yaratılışlarına uygun” (!) bir biçimde köle statüsünde ebediyen kalmalarıdır. Yahut peygamberleri ve kutsalları aşağılık bir şekilde karikatürize etmek veya terörle özdeşleştirmek suretiyle topyekûn bir Müslüman soykırımının temellerini hazırlamaktır. Bu alçaltıcı ve ırkçı ruha sahip İngiltere; Mısır’dan Hindistan’a ve Anadolu’ya kadar bütün bölgeleri işgal etti. Fransa; Kuzey Afrika’da Cezayir, Fas ve Senegal’e kadar olan bölgeleri işgal ederek milyonlarca insanı katletti. On binlerce kadının ırzına geçerek, milyonlarcasını sakat bıraktı. Ne de olsa onlar F. Fanon’un deyimi ile “Yeryüzünün Lanetlileri” idiler. Sonra bu insanlardan arta kalan sağlıklı, “işe yarar” olanlar, atlar gibi diş kontrollerinden geçerek, Fransa, İngiltere, Hollanda, Almanya ve diğer Avrupa ülkelerine götürüldüler, Onlar Paris, Londra, Amsterdam gibi şehirlerin metrolarını, stadyumlarını, gökdelenlerini ve fabrikalarını inşa ederken kırbaç darbeleri altında can verdiler yahut sakat kaldılar. Şimdi onların torunları Türkler dâhil bu kentlerin varoşlarında gettolarda yaşamakta, en pis işlerde çalıştırılmakta, en az ücret ödenerek sözde vatandaşı oldukları bu sözde medeni ülkelerde sırf Müslüman veyahut Kuzey Afrikalı oldukları için devletin sosyo- politik, ekonomik kurumlarından dışlanmakta, statülerinin yükselmesi sistematik bir şekilde engellenmektedir. Sürekli olarak şahsiyetleri ve kimlikleri iğdiş edilen bu insanlar sonunda, “Bize yapılan bu aşağılayıcı zulmü kabul etmiyoruz!” mesajını vermek için, tabiri caizse Avrupa’da bir intifada hareketi başlatmış bulunmaktadırlar.
Türkiye ve bazı İslam ülkelerinde ise yukarıda betimlediğimiz anlayışa çok ters bir olgu vardır. O da şudur: Batı’da Hristiyan ve Ari ırktan olmayanlar aşağılanırken bizde ezici çoğunluğu Müslüman olan halkımız, ülkemizdeki azınlık konumunda olan bazı gayrimüslim cemaatler, garpzede ve garpzade kişiliksiz aydınlar, devlet aygıtının ve medya kuruluşlarının stratejik noktalarında bulunan bazı Sabetayist-Dönmeler bu topraklar için kanını oluk oluk akıtan milletimizin tarihsel ve toplumsal değerlerini aşağılamaktadırlar. Tam bu noktada meşhur “Ahvali perişanımıza Vatikan’ın cümle Kardinalleri gelip Papa ile beraber yekavaz ağlasalar yeridir” özdeyişi akla geliyor.
BİR VATİKAN PROJESİ: DİNLER ARASI DİYALOG
İşte bütün bunlar “medeniyetlerin buluşması” ve Vatikan Patentli “dinler arası diyalog” tezinin İslam dünyası için dış gerçekliği olmayan iyi niyetli boş bir temenniden başka bir anlam taşımadığının en belirgin göstergeleridir. Bütün bir İslam dünyasında camilerin içlerine kadar, çoluk-çocuk denmeden katliam yapılırken, Müslüman kadınlarımızın ırzına geçilirken “Gelin diyalog yapalım, biraz ‘tolerans’ gösterelim!” demenin mantığını anlamak çok güç. Doğrusu şudur: Tüm İslam dünyasından sömürgeci kanlı ellerinizi, ajan provokatörlerinizi ve ordularınızı çekin, sonra eşit şartlar altında açık-seçik, tevhidi, barışı, gençleri, aileyi, ezelî ve ebedî olan, Tevrat’ta Hz. Musa’nın on emrinde anlamını bulan, evrensel değer yargılarını korumaya yönelik bir diyalog ortamı kuralım. Âli İmran Suresi 64. ayeti kerimenin anlamında buluşalım.
Fakat ne yazık ki, Batı dünyasında bu çağrıya kulak asan yok. Öyle ki, İstanbul’da yapılan Dinler ve Medeniyetler Arası Diyalog Toplantısı’na mesaj gönderen Papa 16. Benedictus, mesajında Müslümanlara ve İslam’a hiçbir atıfta bulunmadığı gibi İstanbul şehrinden de Konstantinopolis olarak bahsederek gerçek niyetini olanca çıplaklığı ile ortaya koymuştur. Batılılara ve özellikle Kilise’ye göre İslam vahyî değil sadece sosyolojik anlamda heterodoks (sapkın) bir dindir. Dolayısıyla bütün Müslümanlar, haşa sapkın bir peygambere inanmaktadırlar. Batı’da sıklıkla cereyan eden İslamofobik hareketler, aşağılık karikatürler, İslam’ı terörizmle, fanatizmle, terakki ve ilim düşmanlığı ile özdeşleştirmeler Batı’nın kolektif şuurunun bir buzdağı gibi uç vermesidir, o kadar.
Dr.Lütfü Özşahin / Dinler Tarihçisi, Yazar
Sayı 156 / Güz 2016