Hz. Peygamber (s.a.s.) Medine’ye hicret ettikten sonra Yahudilerle akdettiği antlaşmada onlarla birarada yaşamanın imkânlarını oluşturmaya çalışmıştır. Bu antlaşma çerçevesinde Yahudilerin kendi inançlarını rahatlıkla yaşayabilmeleri mümkün olduğu gibi bütün temel haklarını muhafaza etmişlerdir.
Son ilahî vahyin indirildiği Hicaz bölgesinde ve çevresinde -müntesibi daha fazla olan- şirk inancının yanı sıra Yahudilik, Hristiyanlık ve Mecusiliğe mensup insanlar da yaşıyordu. Hz. Peygamber (s.a.s.) Medine’ye hicret ettikten sonra Yahudilerle akdettiği antlaşmada onlarla birarada yaşamanın imkânlarını oluşturmaya çalışmıştır. Bu antlaşma çerçevesinde Yahudilerin kendi inançlarını rahatlıkla yaşayabilmeleri mümkün olduğu gibi bütün temel haklarını muhafaza etmişlerdir. Hz. Peygamber’in Necran Hristiyanlarıyla da haklarını teminat altına alan bir antlaşma yaptığını biliyoruz. Öte yandan Bahreyn taraflarındaki Mecusilerle de benzer bir antlaşma yaptığı nakledilmektedir. Allah’ın Elçisi (s.a.s.), kestiklerinin yenmemesi ve kadınlarıyla evlenilmemesi koşuluyla cizye vermelerini kabul etmiştir. Hz. Peygamber’in Mecusiler için, “Onlara Ehl-i Kitab muamelesi yapın” (Mâlik, “Zekât”, 42) dediği nakledilmektedir.
Hz. Peygamber’in vefatından hemen sonra başlayan fetihler sırasında kısa zaman içinde Suriye, Irak, Mısır ve el-Cezire toprakları fethedilmiş ve Müslümanlar, buralarda yaşayan başta Hristiyanlık ve Mecusilik olmak üzere farklı inançlara ve mezheplere mensup insanlarla birlikte yaşamışlardır.
Hz. Ömer, fethedilen yerlerde savaşla ele geçirilen arazileri ganimet olarak dağıtmasını isteyenlere rağmen arazileri eski sahiplerinin elinde bırakarak bunun karşılığında haraç denen bir vergi ödemelerini istemiştir. Fethedilen bölgenin ahalisi, daha önce, arazi vergisi olarak haracı buralara hâkim olan Bizans ve Sâsânî devletlerine ödemişlerdir. Bu sebeple Müslümanların uygulaması, onlar lehine bazı düzenlemeler bir yana bırakılacak olursa yabancıları oldukları bir icraat değildir. Böylece Müslüman olmayan geniş kitleler Müslümanlarla birlikte yaşamaya başlamışlardır.
Fetihlerin bir kısmı antlaşma çerçevesinde gerçekleştirilmiştir. Bu antlaşmalarda farklı dinlere mensup insanların hakları yazılı teminat altına alındığı gibi uygulamada da geniş bir müsamaha gösterilmiştir. Hz. Peygamber döneminde devletin harcamaları oldukça sınırlıdır. İsraf yapılmaması, yöneticilerin mütevazı bir hayat yaşamaları esastır. Bu gelenek, sonraki dönemlerde devam ettiyse de sınırların genişlemesiyle birlikte Hz. Peygamber dönemine nisbetle daha yoğun harcamalara ihtiyaç duyulmuştur. Bu çerçevede devletin giderlerinin karşılanacağı kalem, harcama imkânı veren cizye ve haraç olmuştur. Bundan dolayı devlet yapısında gayrimüslimler, önemli bir unsur olarak varlıklarını muhafaza etmiştir. Kanaatimizce sistem, devlet gelirleri açısından zimmîlerden alınan vergilere dayanınca gayrimüslimler, İslâm medeniyetinin önemli bir unsuru olarak görülmüşlerdir.
Hz. Ömer, Suriye ve el-Cezire bölgeleri fethedildiğinde Bizans topraklarına sığınanları geri çağırarak onlara bazı imtiyazlar tanımıştır. Kuşkusuz bu siyasetin birçok sebebi vardır. Bunlardan biri, bu insanların Bizans Devleti tarafından Müslümanlara karşı kullanılmalarını engellemektir.
Müslümanlar, Hz. Peygamber döneminden itibaren Müslüman olmayanlarla birarada yaşamaya alışkınlardı. Müslümanların hâkim ve güçlü oldukları dönemlerde adalet, hak, müsamaha gibi kavramların şekillendirdiği sosyal yapıda her dinî grup kendi alanı içinde özgürce hareket etme imkânı bulmuştur.
Gayrimüslimler, görevlerini ifa ettikleri sürece pek sorun çıkmaması doğaldır. İstisnaî olarak vergilerin alınmasında baskı yapan bazı yöneticiler olmuşsa da, genel olarak vergi tahsilinde müsamahakâr davranılmasına özen gösterilmiştir. Siyasetle doğrudan ilgilenme- yen gayrimüslimler Müslümanların millet-i hâkime oldukları devletlerde kendi işlerine bakmışlardır. Özellikle şehirlerde ikamet edenler, zanaatkâr ve tacir olarak işlerini geliştirmiş, bu da onlara maddi bir güç kazandırmıştır.
İstikrarın devam etmesi, Müslüman tebaa için faydalı olduğu gibi gayri- müslimler için de faydalı olmuştur. Zira İslâm dünyasında ortaya çıkan iç çatışmalar Müslümanlar arasında olsa dahi, onlara da zarar vermesi söz konusu olabilmiştir.
Modern döneme kadar İslâm medeniyetinde Müslümanlarla gayrimüslimler birlikte aynı coğrafyada yaşamıştır. Son iki asırda ortaya çıkan sorunların arkasında birçok sebep bulunmakla birlikte, milli devletlerin tek kimlik etrafında toplumlar oluşturma çabasıyla doğal yapının bozulmasının, sorunları tetikleyici bir etkiye sahip olduğunu söylemek yanlış olmaz.
MÜSLÜMANLARIN KENDİ ARALARINDAKİ İLİŞKİLER
Müslümanların kendi aralarındaki ilişkiler, vahiy döneminden sonra ortaya çıkan yeni sorunlar çerçevesinde bozulmaya ve ihtilaf konuları derinleşmeye başlamıştır. Öyle ki Müslümanların diğer dinlere mensup insanlarla birarada yaşamalarının daha az sorunla devam ettiğini söylemek yanlış olmaz. Hz. Peygamber hayattayken Müslümanlar arasında bir bölünme ya da kamplaşmaya sebep olabilecek bir ihtilaf söz konusu olmamıştır. İslâm’ın istikbalinden yararlanmak isteyen bazı kişiler, Müslüman olarak görünmeye çalışmışlarsa da onların İslâm toplumunda saygın bir konum elde etmeleri mümkün olmamıştır. Gerek Kur’an’ın eleştirisi, gerekse, Hz. Peygamber’in uyarıları, münafık olarak isimlendirilen bu kişilere karşı ciddi bir bilinç oluşturmuştur. Münafıkların Hz. Peygamber dönemindeki mevcudiyeti, Kur’an ve sünnet çerçevesinde şekillenen bir algıyla değerlendirilmiştir. Kaynaklar, nifak sorununun Hz. Peygamber döneminden sonra güncel bir problem olarak görülmekten ziyade genel olarak geçmişe yapılan atıflardan hareketle okunduğunu göstermektedir. Oysa gelişen her değerin münafıkları olduğu gibi Hz. Peygamber döneminden sonra da gerek çıkarlarını korumak, gerekse gerçek düşüncelerini gizlemek amacıyla nifakın devam ettiğini söylemek gerekir. Hz. Peygamber döneminden sonra Müslümanların karşı karşıya kaldıkları önemli bir sorun, siyasî görüş ayrılıklarıdır. Siyasî ihtilaflar, İslâm dünyasının en derin çatışma alanlarından biri olmuştur.
Hz. Peygamber’in vefatının akabinde ortaya çıkan kriz, Allah Elçisi’nin yakın arkadaşlarının basiretli yaklaşımlarıyla çözülmüşse de sonraki yıllarda bu kadar başarılı çözümler üretmek mümkün olmamıştır.
Teorik olarak Müslümanların bir lider tarafından yönetilmesi gerektiğine ilişkin hükümler fiiliyatta karşılık bulmamıştır. Yine teoride müminler kardeş oldukları ve Müslüman olduktan sonra dayanışma için ayrı bir antlaşmaya (hilf) gerek olmadığı halde Müslümanlar birbirleri aleyhinde yeni ittifak arayışlarına girmişlerdir. Öte yandan birçok ayet ve hadis, Müslümanlara birbirlerine destek olmalarını, dayanışma içinde yaşamalarını, başkalarını birbirlerine karşı veli edinmemelerini emreder. Yine Müslümanların iyilik üzere yardımlaşmaları, birbirlerine düşmanlık yapmamaları emredilir.
Zaten Müslüman olmak, Müslümanların ortak çıkarına aykırı davranmayı yasaklar.
İSLAM DüNYASINDA BİRLİKTE YAŞAMA KÜLTÜRÜNE ZARAR VEREN ETKENLER
Müslümanların birlikte yaşamalarına zarar veren olayların arkasında yatan sebepleri irdelediğimizde birkaç önemli hususa vurgu yapmamız mümkündür:
- Müslümanlar arasındaki ihtilafların temelinde iktidar erkine ulaşma çabası yatar. İktidar etrafındaki rekabet bir süre sonra kavgalara ve ayrılıklara yol açmış; bu kavgalar etrafında siyasî itikadî mezhepler şekillenmiştir. Mezheplerin bir süre sonra bu ayrılığı besleyen kurumlar haline dönüşmeleri bu tespitimize aykırı değildir.
- Siyasî ayrılıkları besleyen önemli etkenlerden biri çıkar ilişkisidir. İnsanoğlunun çıkarını gözetmesi meşru ise de bunun ilkesizce yapılması ya da çıkarın belirleyici olacak şekilde öne çıkarılması çatışmaları kaçınılmaz hale getirir ve derinleştirir.
- İnsanların kişisel özellikleri, hassaten iktidar olma arzusu ve bazen hırsı bir arada yaşamaya zarar veren etkenlerden biri olarak zikredilmelidir.
- Dinlerin emir ve yasaklarının tabilerince pratiğe dökülmesi sürecinde standart bir tutumdan söz etmek mümkün değildir. Farklı insanlardan her zaman aynı siyasî tutumu ortaya koymalarını beklememiz mümkün değildir. Hatta aynı insandan farklı zamanlarda birbiriyle çelişen tavırlarla karşılaşmak şaşılacak bir durum olarak görülmemelidir.
- Kişinin diniyle kurduğu temas, bu çerçevede oluşturduğu algı, hayat felsefesini etkileyen önemli bir durumdur. Aynı metinleri farklı kişiler okuduklarında birbirlerinden oldukça farklı sonuçlara ulaşabilmektedirler.
- Fitne zamanlarında bir arada yaşama tecrübesinin ciddi zarar gördüğü de bir gerçektir. Özellikle ihtilafların kavgaya dönüştüğü zamanlarda mağduriyetlerin ve ezilmenin daha yoğun meydana geldiği ve bu dönemlerin ayrılığı kurumsallaştırdığı bilinmektedir.
Hz. Peygamber’in getirdiği mesaj insanları dünyada kardeş kılmayı, onların ahlaklı ve birbirlerinin haklarını gözeten insanlar olmalarını hedeflediği halde bu dinin mensuplarının tarih boyunca bu ilkeleri yeterince yaşatabildiklerini söylemek kolay değildir. Bununla birlikte İslâm dünyasında yaşanan tecrübenin diğer medeniyetlerle karşılaştırıldığında insanlık için kurtuluş ışığı olmaya devam ettiği de bir gerçektir. Zira ahlakî kurallar ve dini emirler, Müslümanları adil olmaları hususunda sürekli ve canlı bir şekilde uyarmaya devam etmektedir.
Bugün için Müslümanların eskiden olduğu gibi hakkaniyet ve adalet ölçülerini gözetleyen bir sosyal vasat oluşturabilmeleri, hayat kaynaklarına sağlıklı bir okumayla yeniden dönmeleriyle mümkündür. Böyle bir dönüş, toplumsal ruhun “gelenekten beslenerek” kendini yenileme iradesine sahip olması halinde imkânsız değildir.
Prof.Dr.Adnan Demircan / İstanbul Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Öğretim Üyesi
Sayı 156 / Güz 2016