Toplumun organizasyonundaki bu yerine ek olarak Türkiye’de eğitim daima toplumsal ve siyasal gündemin esas parçası olmuş; eğitime biçilen sosyo-ekonomik roller her zaman önemli olagelmiştir. Eğitim bir taraftan ekonomik kalkınmanın önemli bir zemini olarak nitelenirken diğer taraftan da sosyal yaşamda meydana gelen bütün sorunların çözümü için neredeyse sihirli bir değnek muamelesi görmüştür. Eğitimle ilgili günümüzde karşımıza çıkan en önemli sorun toplumdaki beklenti ve değerler ile uyumlu bir yaklaşım ve felsefenin henüz oluşmamış olmasıdır. O nedenle eğitim sistemimizin felsefi bir temelinin olmadığı ve böyle bir temelden mahrum olmasının siyasi ve ideolojik etkilere daha fazla maruz kalmasına neden olduğu söylenebilir. Nitekim Türk eğitim sisteminin serencamına bakıldığında her siyasal iktidarın eğitim sistemine müdahale ettiği, kendi değerleri ve ideolojisi doğrultusunda eğitim sisteminin içeriği ve amaçları üzerinde değişiklikler yaptığı görülecektir. Bu nedenle tektipçi, ideolojik ve siyasi bir yapıya sahip olan Türkiye eğitim sistemi, her geçen gün yeni sorun alanları ile mücadele etmek zorunda kalmaktadır. Toplumun kodlarının aksine seküler ve pozitivist bir yapıya sahip olan eğitim sistemimiz toplumun dini düşünce geleneğinden ve beslendiği geleneksel kaynaklardan da uzak kalmaktadır. Dolayısıyla eğitimin çıktıları toplumun değerlerinden uzak ya da yabancı olarak ithal birtakım uzmanlıklarla toplumu
şekillendirmeye çalışmaktadır. Uzun yıllar üzerinde radikal değişikliklerin yapıldığı, sürdürülebilir formda bir sistemin geliştirilemediği Türk eğitim sistemi genellikle felsefesiz olmakla nitelendirilmiş ve günümüze değin bir eğitim felsefesi arayışı içinde olunmuştur. Eğitim sistemi ile ilgili sorunlar ve meseleler “eğitim sistemimizin dayandığı temel bir felsefenin yokluğu” ile değerlendirilmiştir.
Bu bağlamda “Türk eğitim sisteminin felsefe arayışlarını” inceledik. Bunun için alanda uzman akademisyenlerden, Türkiye’de eğitim sisteminin felsefi temelleri, eğitim sisteminde yaşanan sorun ve sıkıntıların çözümünde gerekli olan felsefi arka plana dair görüş aldık.
Osmanlı İmparatorluğu’ndan Cumhuriyete geçişte eğitimin pragmatik karakterine bir de sekülerlik ve pozitivizm aşısı yapılmıştır.
Daha evvelden askerî, bilimsel ve teknolojik olarak üstünlüğü kabul edilen Batı kültürel ve manevî açıdan da eğitim müfredatına model olarak konulmuştur. Dinî eğitimi sınırlayan, dinî düşünceyi belirli bir alana hapseden, pozitif bilimleri önceleyen bir eğitim felsefesi benimsenmiştir. Her ne kadar din eğitimindeki sınırlamalar azalmış olsa da, eğitim sistemimiz hala seküler, Batı’yı model alan ve totaliter (tektipçi) karakterini korumaktadır. Dinî ilimler ve
düşünceyi araştırmalarında kullanan ilim adamlarının ilahiyat fakültelerinin duvarları arasında kalması seküler eğitimin kanıtıdır. Toplumun elitleri ile birlikte eğitim fakülteleri ve öğretmenlerin hala belirgin biçimde Batı’yı üstün kabul edip Batılı değerleri işledikleri aşikârdır. Zorunlu kitlesel eğitim ve tevhid-i tedrisat eğitimin totaliter karakterinin başlıca temsilcileri olarak varlığını sürdürmektedir.
Hâlihazırda toplumun büyük bölümünün hoşnutsuz olduğu, siyasi erklerin sürekli değişim arayışında olduğu bir eğitim sistemine sahibiz. Felsefî ve ideolojik olarak Batılı olan eğitim sistemimiz pedagojisi bakımından da büyük ölçüde 20. yüzyılda giderek güçlenmiş olan Amerikan eğitim bilimine yaslanmaktadır.
Türkiye’de eğitim fakültelerin-de, eğitim biliminde Amerikan tecrübesi takip edilmekte ve modellenmektedir. Amerikan eğitim bilimi ise pozitivist davranışçı bir temele sahiptir. Her ne kadar günümüzde yapılandırmacı/postmodern yaklaşımla aşılmaya çalışılsa da davranışçı yaklaşım varlığını korumaktadır. Türkiye’de eğitim alanındaki akademisyenler ve uzmanlar da bu paradigmanın dışına çıkmakta zorlanmaktadır. Sürekli ithal edilen eğitim modellerinin hiçbiri bugüne kadar tatmin edici bir sistem kurabilmiş gözükmemektedir.
Türkiye’de eğitim sisteminin sorunlarının çözümü için öncelikle yaşadığımız toplumun tarihi-kültürel kodlarına uygun bir eğitim modeline ihtiyaç duyulmaktadır. Türkiye’ye özgü bir eğitim düşüncesi ve modeline ulaşma çabaları, alandaki tarihsel tecrübenin ve birikimin yeni bir gözle değerlendirilmesini gerekli kılmaktadır. Bu da kendi ilim düşünce geleneğimizden beslenen bir eğitim düşüncesinin inşa edilmesi ve gerçekten bu toplumun eğitsel sorun ve ihtiyaçlarına dayalı olarak geliştirilen modellerin uygulamaya konulmasıyla mümkün olacaktır. Bu birikimden hareketle eğitimin genel amaçları ile farklı tür ve seviyelerdeki okulların amaçları ve müfredatları komplekssiz bir bakışla yeniden tanımlanmalıdır. Eğitim araştırmacılarının kadim tecrübeye daha fazla nüfuz etmelerine zemin oluşturacak teorik birikimlerini desteklemek üzere yapılacak teşvikler, konuyla ilgili araştırma, yayın ve toplantılar büyük önem arz etmektedir. Bu bağlamda özellikle İslam düşüncesinin farklı geleneklerinde (felsefe, kelam ve tasavvuf) doğrudan eğitimle ilgili veya günümüz eğitim uygulamalarında farklı bakış açıları geliştirmeye yardımcı olabilecek özgün kavramlar ve kuramların açığa çıkarılması gerekmektedir. Bu doğrultuda öncelikle özgün insan tasavvurları, insanın sahip olduğu yetiler, insanın eğitilebilir yönleri, insanın gelişim eksenleri ile fıtrat, mizaç, irade, kemal gibi klasik kavramların yeniden gün yüzüne çıkarılması kritik bir öneme sahiptir. Bu tür kavramların yeniden kullanıma sokulması eğitim-öğretimle ilgili kuramların oluşturulmasına da zemin oluşturacaktır.
Türk eğitim sisteminin felsefî temellerine bakıldığında, özgün bir temel arayışının devam ettiği söylenebilir. Bu konuda bir düzlüğe çıkılmış değildir. Meselenin kökeninde Tanzimat’la birlikte başlayan kavramsallaştırma ve yeni dünyayı anlama meselesi yatmaktadır. Bu dönemde “muasır medeniyet ve çağdaşlık” büyük ölçüde “modernleşme ve Batılılaşma” kavramlarıyla eşdeğer tutulmuş,
Avrupa değer ve teknoloji dünyasının bütünüyle aktarımı devlet ve toplumun içinde bulunduğu durumdan kurtulmanın çaresi olarak düşünülmüştür. Bu bakımdan eğitim sistemimizin sağlıklı bir felsefî temele dayandığını
söylemek güçtür. Türk eğitim sisteminin Tanzimat’tan bu yana bir arayış içinde olmasından, kendine özgü bir güzergâh tayin edememesinden, belirsizliğin ve felsefe arayışlarının hâlâ devam etmesinden bahsedildikten sonra “Peki nasıl bir felsefî arka plan?” sorusu sorulabilir. Fakat derin tarihi kökleri olan, son derece zengin bir sosyo-kültürel yapıya sahip, stratejik bir coğrafyada hayatını devem ettiren Türkiye için bir çırpıda eğitime felsefî arka plan tasarlamak zordur. Ancak imkânsız değildir. Bunun için her şeyden önce eğitim sistemimizin tarihi ve sosyolojik sorunlarının neler olduğu, bagajda birikenlerin günümüzü ve geleceği nasıl ipotek ettiği ya da nasıl vizyon sağladığı açıkça izah edilmelidir.
Peki, bu nasıl mümkün olabilir? Kanaatimce, söz konusu politikanın üretimi ve bireylerin yeti kazanması sırf bu amaçlarla kurulmuş üniversite bölümlerinden, enstitülerden, daha da önemlisi bağımsız düşünce merkezlerinden alınacak ciddi eğitimle gerçekleşebilir. Oysa bugün ülkemizde böylesi bir eğitimi verebilecek mekanizmalar, bölümler, enstitüler ve bağımsız düşünce kuruluşları yok hükmündedir. Üniversiteler ve eğitim fakülteleri bu sorunlara çare olabilecek, bilgi ve politika üretebilecek potansiyelden hayli uzaktır. Zira üretim kapasite ve cihazları yoktur, alet kutusu yetersizdir. Eskilerin “kem aletle kemâlât olmaz” vecizesiyle ifade ettikleri hakikat budur. Eksik, yetersiz aletlerle, eğitimsiz, bilgisiz personelle hâkim, olgun, ileri düzeyde bir sistemin inşası mümkün değildir.
Eğitim felsefesi başka felsefeleri taklit etmekle oluşturulabilecek ve sürdürülebilecek bir mesele değildir. Her toplum kendi eğitim felsefesini bizatihi kendisi, kendi imkânları, birikimi, gayreti ve ihtiyaçları doğrultusunda oluşturmak zorundadır. Bunun dışındaki hiçbir yol ve arayış bizi düzlüğe çıkaramayacak, daima ara sokaklarda dolaştıracaktır.
Ana arterler taklit edilemez, sadece inşa edilir. Eğitimin felsefî temellerinin inşası konusunda takip edilecek yöntemin temel riski, Türkiye’de eğitimin aşırı merkeziyetçi ve bürokratist bir yönetim anlayışına sahip olmasıdır. Aşırı merkeziyetçi yönetim anlayışı büyük ölçüde yenilikleri takip edememekte ve siyasî otoritenin kontrolünden de çıkamamaktadır. Bu iki meselede ciddi bir serbestiyet gereklidir. Devletin temel haklar, evrensel değerler ve ülkenin tarihi ve sosyolojik hassasiyetleri dışında eğitimin içeriğine müdahaleden elini çekmesi pek çok sorunun çözülmesine imkân tanıyabilecektir. Ancak bu çekilme sırasında oluşacak boşluğu kötü niyetli fırsatçılardan korumak için gerekli tedbirler de sıkıca alınmalıdır. Aksi halde mevut durumdan çok daha kötü bir manzaranın çıkması kaçınılmazdır.
Türkiye’de eğitim sistemi için altyapı oluşturulurken İslam felsefesi ve İslam dü şüncesinden olabildiğince uzak duruldu. Modern Batı düşüncesi, İslam düşüncesine ilerleme ve çağdaşlaşma uğruna tercih edildi. İslam düşüncesinin temel kavramlarına bir darbe vuruldu. Eğitim sistemi oluştururken biz bu kavramlardan uzaklaştık. Kurduğumuz eğitim sisteminde böyle bir altyapı oluşturamadığımız için eğitimin bize ait, yerli, özgün, millî bir felsefî altyapısı olmadı.
Millî Eğitim Temel Kanunu çerçevesinde yetiştirilmesi hedeflenen neslin biyolojik, psikolojik, sosyolojik, yerel ve evrensel bütün özelliklerinin nasıl olması gerektiği açıklanmaktadır. Milli Eğitim Temel Kanunu içerik olarak analiz edildiğinde, bireysel kabiliyetler geliştirmeyi hedefleyen, ancak bu haliyle sınırlandıran bir özellik taşıdığı görülmektedir. Diğer yandan bu kanun, devlet olarak hedeflenen insan modelinin siyasi ve ideolojik kodlarını da bünyesinde barındıran unsurlar içermektedir.
Türk eğitim sistemi millî, ahlakî, insanî, manevî ve kültürel değerleri benimseyen, bunları koruyup geliştiren, ailesini, vatanını, milletini seven, onları yücelteme azminde, demokrat, laik, devletine karşı görev ve sorumluluklarını bilen birey yetiştirmeyi ilke edinmiştir. Bu nesil, zihin, ahlak ve ruhsal açıdan dengeli, müteşebbis, yapıcı, yaratıcı, hür, bilimsel ve sorumluluklarının bilincinde olmalıdır. Kanunda yetiştirilmesi hedeflenen neslin millî, diğer tarafıyla yerli, diğer taraftan çağdaş ve evrensel dünya görüşüne de sahip olması gerekiyor. Bu hedef gerçekleştiğinde Türk vatandaşların ve Türk toplumunun millî birlik içerisinde iktisadî ve sosyo-kültürel refah ve mutluluğunu ilke edinen, son tahlilde milletini çağdaş uygarlığın yapıcı yaratıcı ve seçkin ortağı yapma azminde bir nesil yetişmiş olacak. Kanunda yer alan “rejimin korunması ve yüceltilmesi, vatan ve milletine bağlı nesillerin yetiştirilmesi gerektiği” ifadesi Alman eğitim sistemi ile karşılaştırıldığında hem Alman anayasasında hem de eyalet yasalarında şöyle geçiyor: “Eğitimin en önemli hedefi, insanlarda Tanrı korkusu, insan haysiyetine saygı ve sosyal eylemlere hazırlık konularında bilinçlendirme”. Allah ve insanlara karşı sorumluluklarını bilen insan yetiştirme. Bizim çerçevemiz çok geniş ama ortaya çıkacak bir insan modeli yok. Kemalist, ideolojik, ırkçı ve hala rejim korkusu çeken. Bütün felsefeleri taklit temelli almış, rejimi korumaya dönük, ideolojik anlamda realist ancak hedefleri açısından realist değildir.
Bizim en büyük sorunumuz ilahiyat ve eğitim fakültelerinde bir teori üretemememizdir. Daraltıcı bakış açısı bizi sıkıyor. Biz din eğitimcileri de Batı’yı çok iyi bilmiyoruz. Din eğitimi deyince ilmihal bilgisi ile sınırlı tutulmamalı, insanların güncel, günlük sorunlarına bakış açısı üretecek bir din eğitimi yapılmalı. Düşünce biçimlerinden faydalanalım. Sadece Batı düşüncesinden değil, aynı zamanda İslam düşüncesinden de faydalanmalıyız. Gönle hitap etmeyen hiçbir şey kalıcı olmuyor. Formellikten yapı kurtarılmalı. Bütün eğitim sistemleri bu anlamda gözden geçirilmeli. İnsanı önceleyen, insanların ruh dünyalarını zenginleştiren, onun soru ve sorunlarına, ihtiyaçları-na cevap üretebilen bir eğitim sistemi oluşturulmalı. İnsanları motive etmek için bir pragmatist yönü olmalı. İdeolojik yapıdan kurtulmalı. Evrensel değerleri de içermeli. Türk eğitim sisteminin üzerine kurulduğu ana akım felsefe, var olan felsefi akımlardan yararlanarak İslam düşüncesi ve kültürü ile harmanlanmış bir felsefe olmalı.
Pozitivist, ezberci, buyurgan ve süreksiz. Bu özellikleri bir arada düşündüğümüzde, zannediyorum eğitim sistemimizin en belirgin özelliği, kendi içinde tutarlı ve toplumun değerleriyle örtüşen bir felsefesinin olmayışıdır. Dolayısıyla bu sistemin felsefî temelinin özelliklerini tartışmak güç. Hukukî sistemimizdeki laik unsur, eğitim sistemine de sirayet etmiş durumda, fakat bunun klasik bir laiklik olmadığını görüyoruz. Söz gelimi tarih dersinde insanlık tarihini pozitivist perspektiften dinleyen öğrenciler, bir saat sonra din kültürü ve ahlak bilgisi dersinde bambaşka bir insanlık serüveni ile karşılaşabiliyorlar. Benzer şekilde biyoloji ders kitaplarında karşı karşıya kaldıkları tabiat anlayışı ile din kültürü ve ahlak bilgisi ders kitaplarında okudukları anlatı birbiri ile örtüşmüyor. Dolayısıyla eğitim sistemimizde, birbirini besleyen ve bir araya geldiğinde bütünlüklü bir hakikat anlayışı sunan bir ders programından söz edemiyoruz.
Türk eğitim sisteminin eklektik yapısının, mevcut siyasi yönelimlere paralel olarak değişen farklı felsefî akımların etkisi ile oluştuğu söylenebilir. Bunlardan en belirgin akımın tektipçi ve ladini insan yetiştirme gayesinde olan pozitivist anlayış olduğunu düşünüyorum. İnsanlar arasındaki farklılıkları ve insanın manevî boyutunu göz ardı eden bu akımın, toplumun kültürel ve dinî kodlarıyla uyuşmadığını düşünüyorum.
Öncelikle eğitim sistemimizdeki sorun ve sıkıntılara dair, parçacı, geçici ve kısa vadeli çözüm üretme amacında olan politikalardan vazgeçilmesi gerektiğini düşünüyorum. Burada odaklanmamız gereken, nasıl bir insan yetiştirmek istediğimiz sorusu. Bu soruyu, ferdin fıtrat gerçeğini göz ardı ederek yalnızca sistemin menfaatleri vechinden cevaplamak, bizi hem çağın gerisinde bırakıyor hem de yaşam gayemizi ötelememize neden oluyor. Bu minvalde seçmeli derslerin ve okul tiplerinin çoğaltılmasının uygun olacağı düşünülebilir. Bunun yanında bu okulların hem toplum hem de endüstri bazındaki değeri ve anlamının doğru şekilde tartışılması gerekiyor.
Türk eğitim sisteminin köklü ve kendi toplumsal kodlarıyla uyuşan bir eğitim felsefesinden yoksun olmasının nedenini anlamak için cumhuriyet tarihi boyunca kaç millî eğitim bakanı değiştirdiğimize bakmamızın kâfi geleceğini düşünüyorum. Tıpkı her yeni gelen hükümetin devleti yeniden kurma çabası gibi, millî eğitim alanında da yetki sahibi olan kişilerin, metot ve anlayış bakımından bir süreklilik sağlayamadıklarını görüyoruz.
Hâlbuki eğitim meselemizin çözümünün kilit noktası bu “nasıl?”sorusunda yer alıyor ve bu soruda süreklilik hayati önem taşıyor.
Yaşadığımız coğrafya ilim tedrisi/eğitim konusunda güçlü bir geleneğe sahip. Bu gelenekten beslenmenin, bizi muhatap olduğumuz toplumun dilini anlama ve onlar tarafından benimsenme noktasında oldukça önemli olduğunu düşünüyorum. Bunun yanında yalnızca kendi toplumumuzun ihtiyaçlarını değil, ümmetin ve bütün bir dünyanın ihtiyaç ve beklentilerine odaklanmamız gerekiyor. Yetiştireceğimiz bireyin bugünün değil yarının dünyasında yaşayacağını göz önünde bulundurduğumuzda önümüze iki temel soru ile karşılaşıyoruz: yarının insanın gündeminde neler olacağını düşünüyoruz ve neler olmasını umuyoruz? Bu iki soruyu çağın gereklerini doğru
okuduğumuz bir zeminde bir araya getirip, geleneğimizden beslenerek yanıt aradığımızda, bize köklü çözümler sağlayabilecek bir felsefeyi oluşturabileceğimizi düşünüyorum.
Türkiye eğitim sisteminin felsefi düzeydeki en temel vasfı, resmî felsefe ile toplumun tabi olarak aktardığı bilgi-değer aktarımı arasında halen var olan mesafedir. Türk eğitim sisteminin problemleri hem dünyadaki hem de ülke özelindeki siyasi, sosyal ve ekonomik gelişmelerden bağımsız düşünülemez. Son iki asrında, eğitim sistemimiz -siyasal gelişmelere paralel olarak- sürekli acil ihtiyaçların karşılanmasına, küresel sistemle yüzleşmeye ve diğer taraftan kendi kültürel kodlarını beslemeye çalışmıştır.
Yüzyıllık bir tecrübenin ardından süreç, dogmalara savaş açtığını iddia eden, ancak “çağdaş, ilerici, laik” gibi kendi sorgulanamayan dogmalarını ihdas eden bir paradigmanın, eğitim anlayışında tek geçerli yaklaşım olarak kabul edilmesiyle sonuçlanmıştır. Burada tektipleşen eğitim anlayışının kabulünden önceki tecrübenin dikkatten kaçırılmaması gerekmektedir.
Modernleşmeyle ilk yüzleşmeyi yaşayan kuşakların zamanla olgunlaştırdıkları yaklaşım tarzı, Türk eğitim felsefesinin sağlıklı bir zemine oturtulması bağlamında hala önem taşımaktadır.
Marifet ve hikmet’in birlikteliğini öngören bu yaklaşımda, hem dünyadaki var olan gelişmelere bigane kalınmaması öneriliyor, hem de İsmail Hakkı Baltacıoğlu tarafından “ictimaî müesseseler” olarak tanımlanan toplumsal birikimin, değerlerin gözetilmesi ve yeniden üretilmesi öneriliyor. Türk eğitim felsefesi, bu iki alanın birlikteliğinin sağlıklı bir şekilde gerçekleştirilmesiyle problemlerini hızla çözebilme imkanına kavuşabilecektir.
Yakın geçmişte Ahmet Davutoğlu tarafından bir kavram geliştirildi. Medeniyetleri ayakta tutacak, onları gelebilecek bütün tehditlerden koruyacak bir bilinçten bahsetmektedir bu kavram. Davutoğlu, bir medeniyetin ayırıcı özelliklerinin “medeniyet prototipi” üzerinden kendisini gösterdiği bu bilince “ben-idraki” demektedir. Son dönem Osmanlı düşünürleri de, bir medeniyetin “ben idrakini” taşıyan çok sayıda prototip öneren eserler kaleme almışlardır. Namık Kemal’in Cezmi’si, İbnülemin’in Sabih’i, Mizancı Murad’ın Mansur’u, Akif’in Asım’ı eğitim açısından incelendiğinde, nasıl bir eğitim felsefesi benimsenmesi gerektiği ve nasıl bir birey yetiştirmek gerektiği konusunda ciddi ipuçları verdiği görülmektedir. Bu anlamdaki arayış aslında günümüzde de bir ihtiyaç olarak durmaktadır. Yapılacak öncelikli işlerden birisi, bu birikimi sağlıklı bir şekilde kritik ederek ondan yararlanmaktır. İlerlemeci anlayış geçmişi artık işe yaramaz bir şey olarak kodlayarak, bizi güne mahkum etmektedir. Oysa geldiğimiz noktada modern eğitimin bilimsel gelişmelerde çok hızlı yol almasına rağmen, bilimin ve teknolojinin ürettiği bireysel, toplumsal ve çevresel sorunlara çözüm üretemediği, acı bir gerçek olarak karşımızda durmaktadır.
Soruşturma : Arife Gümüş /İLKE İlim Kültür Eğitim Derneği Araştırmacısı
Sayı 156 / Güz 2016