Ben neyim, nerden geliyorum ve nereye gidiyorum” minvalindeki cümleler insanlık tarihinin en önemli soruları olarak günümüzde de yerini koruyor. Necip Fazıl Kısakürek’in Muhasebe şiirinde sosyal ve çevresel etkilerle kimi zaman unutulan bu soru geleceğin de kurucusu olarak konumlandırdığı gençlik üzerinden yankı buluyor;
Ben bir genç arıyorum, gençlikle köprübaşı!
Tırnağı, en yırtıcı hayvanın pençesinden,
Daha keskin eliyle, başını ensesinden,
Ayırıp o genç adam, uzansa yatağına;
Yerleştirse başını, iki diz kapağına;
Soruverse: Ben neyim ve bu hal neyin nesi?
Yetiş, yetiş, hey sonsuz varlık muhasebesi?
Günümüzde entelektüel görünme çabasındaki insanların da diline pelesenk olan, varlık ve varoluş ayrımını; “Varlık vardır” ve “Varlık yoktur” fikirlerini tartışan ontoloji tam da burada devreye girer. Ontoloji veya ontolojik kaygı diye adlandırılan sancılar sadece aydın kimliği ile anılan insanlara mahsus bir fikir çilesi değildir. Yediden yetmişe her insanın zaman zaman cevabını aradığı bir sualdir varoluş gerekçesi veya varlığın kendisi. Biz buna temel olarak insanın konumlandırılması olarak yaklaşıyoruz. Yukarıda görüleceği üzere Necip Fazıl da söz konusu durumu “varlık muhasebesi” olarak tanımlamakta ve gençliğe salık vermektedir. İrdelemeye çalıştığımız insanın konumu meselesine tüm tartışmalardan ve inanç biçimlerinden uzak durarak İslam perspektifinde yaklaşmaya çalışacağız.
İnsanı en saf halinde elbette yaratıcısı tanımlayacaktır. Henüz yaratılmamış insanın “halife” olarak nitelendirilmesi ve onun cennet için değil “arzda bir halife yaratacağım” ilahi mesajı ile yeryüzünde halifelik görevini üstlenecek bir varlığa işaret edildiğini söyleyebiliriz. “Peki, tür olarak kendi özellikleri ile “insan” ismi ile tanımladığımız bir varlığa “halife” kimliğinin yakıştırılması ne anlama geliyor” sorusu ile devam edecek olursak, öncelikle halifenin Arapça bir kelime olduğunu belirt-memiz gerekir. “H-l-f” kökü ile kurulan halife, “birinin yerine geçen, halef” anlamında kullanılmaktadır. Ancak bu tanımlama tarihsel olarak da “yeryüzünde yaratıcısının yerine geçen insan” gibi kafa karıştırıcı ve yanıltıcı bir karşılık bulmaktadır. Bilinçli veya bilinçsiz bir şekilde dünyada yaratılan her şeyin emrine verildiğini ve yeryüzünde en üstün varlığın kendisi olduğunu düşünen insan günümüzde dahi yaşamakta olduğumuz tüm problemlerin kaynağı olarak görülmelidir. Zira her şeyin hizmetine verildiğini düşünen bir varlığın onu dilediği gibi kullanması bir hak olacaktır. Yine kendisini diğer tüm yaratılmışlardan üstün gören insan bu as/üst ilişkisini milletler arasında da gütmekten geri durmayacaktır. Başımıza gelenler, denizlerde ve karalarda meydana gelen tüm bozulmalar Batı’da başlayan devrimsel düşünce ve faaliyetlerin de merkezinde bulunan “pozitivizm” dediğimiz yeni bir ahlak modeline işaret etmektedir. Halife insan tanımlamasının hatalı okunması kelimelerin ve dolayısı ile kavramların zihinsel olarak yeniden doğrulanması gerekliliğini göstermektedir. Tarih öncesi bir eserin toprak altından titizlikle çıkarılması gibi (arkeolojik /arkeik) kavramlara yönelik olarak da zihin koridorlarının temizlenmesi, yenileme çalışmalarının yapılması zaruridir. Tüm bunlara rağmen birçok karmaşık durum ağır akademik çalışmalarla çözüme kavuşamazken Anadolu toprağının irfan ile terbiye edilmesi işimizi kolaylaştırmaktadır. Halifenin bir başka formu olan “kalfa” kelimesinin özellikle son halini aldığı Osmanlı dönemi ahlaki ve ticari teşkilatı olan ahi makamı bize ışık tutacaktır. Kalfa kelimesi, ustanın tekrarlayıcısı, onun oluşturduğu şartlara göre hareket eden ve ustasının üretim biçiminin dışına çıkmayan anlamında kullanılır. Kalfa ustasının üretim biçiminin dışına çıktığı an mesleki bir ahlaksızlık yapmış olur ve pabucu mecazi olarak dama atılır. Halife ile kalfa arasındaki ilişki de tam olarak böyledir. Cenab-ı Allah yarattığı şartlar çerçevesinde, bahşettiği ilhamla ve sınırlara riayet etmek kaydı ile insanı yeryüzünde uygulayıcı/halife olarak yaratmıştır.
Bireysel manada Halife olarak belirtilen insan İbn Haldun’dan, Kınalızade Ali Efendi’ye kadar müşterek olarak söylendiği gibi toplumsal olarak yaşamaya mecburdur. Birçok ilahi hükmün topluma yönelik olduğu da kabul edilirse, cemiyet içinde de bir merkezin, istişareyi yönetecek bir son karar merciinin bulunması zaruri hale gelmektedir. Hükümlerin bireyselden toplumsala dönüşmesine güzel bir örnek olarak II Mehmed’in İstanbul’un fethi sonrası inşasına başlayıp tamamladığı Fatih vakfiyelerinde bulunan bir beyit zihin dünyasını ortaya koymaya yeter. “Marifet bir şehir bünyâd etmektir, reaya kalbin abad etmektir.” Bir şehir kurmak gönüllerin kazanılması ve temizlenmesi ile ilişkilendirmiş oluyor. Yine bu vakfiyelerde yer alan ve Hz. Peygamberin bir sefer dönüşü buyurduğu hadisi şerife gönderme yapan sözler ise temel dünya görüşünü yansıtmaktadır: “cihad-ı asgârdan cihad-ı ekbere geçiyoruz.” İki ifade birlikte okunduğunda kalplerin özellikle abad edilmesi nefis ile mücahede anlamında kullanılıyor ve bu da bir şehrin kurulması ile gerçekleşebiliyor. Yani öyle bir iş yapılacak ki hem insanların hayatı kolaylaşacak hem de yapılanlar nefis tezkiye-sine vesile olacak. Halife olarak insanın vazifesi Cenab-ı Allah’ın ahkâmını yeryüzünde uygulamak ve elbette dünyayı güzelleştirmektedir. İyiliği emretmek/ yaşanır hale getirmek ve kötülüğü nehyetmek, şehri buna göre düzenlemekle kabil olabiliyor. Ancak bunu düzenleyecek olan da hükümdar oluyor.
Halifelik meselesi en temel anlamı ile emanet ile kardeştir. Toplumsal olarak düşünülürse İslam Halifesi de adaletin tesis edilmesi için mücahede edecek ve Allah’ın kendisi için belirlediği sınırların dışına çıkmadan onun isimlerinin yeryüzünde tecelli etmesi için çalışacaktır.
Halifelik ve Devlet Yönetimi
Elbette İslam devlet yönetimi üzerine yapılan yorumlar veya üretilen fikirler dönem olarak Hz. Peygamber ve daha ziyade dört halife dönemi tatbikatı ile ilintilidir. Hâlbuki eğer devlet yönetiminde evvela ilahi mesaja başvurulacak olursa onda bir iki ayetin dışında devlet yönetimiyle doğrudan ilgili düzenleyici bir hüküm yoktur. Hz. Peygamber döneminde de bir devlet yönetimi zaruretinin bulunmaması önemlidir. Allah’ın seçilmiş elçisi olarak o İslam toplumunun da lideri hükmündedir. Akabinde tarihsel olarak irdelendiğinde Hz. Peygamber’in devlet yönetiminin nasıl belirleneceğine dair açık bir emir veya tavsiyesi de söz konusu olmaması dikkat çekicidir. İlahi mesaja tekrar başvurulduğunda Hz. Musa’nın (as) devlet başkanını İslam’a davet etmesi, Hz. Yusuf’un (as) bir hükümdar yanında bir nevi bakanlık yapması, Talut’un bir nebi olmasına rağmen komutan, lider olarak görevlendirilmesi, Hz. Davut ve Hz. Süleyman’ın (as) kral olarak anılmaları ve nihayetinde Hz. Peygamber’in devlet liderlerine mektup göndererek onların siyasi yapılarına müdahale etmeksizin İslam’a davet etmesi, İslam’ın bir devlet yönetim biçimini tavsiye etmediği, usul olarak düzenleme getirdiği kanaati oluşturmaktadır.
Yönetimde en temel kriter, dost veya düşman ayırt etmeksizin adaletle hükmetmek meselesidir. Osmanlı döneminde halifelik sadece İslam’a dair lider, Müslümanların lideri olarak Padişahlığın yanında bir sıfat olarak anılsa da esasında bir fıkıh terimi olarak İslâm toplumumun ve devletinin başkanlığını ifade eder. Hz. Peygamber’in (sav) sıfatları literatürde “peygamberlik, mürşitlik ve toplumun yöneticisi” olarak belirtilmektedir. Hz. Peygamber (s.a.v.) âhirete irtihalinden sonra onun, söz konusu sıfatlarından son peygamber olması hasebi ile diğer ikisinin ne olacağı, kime nasıl geçeceği konusu önemli bir tartışma konusu olmuştur. Zira bu sıfatlar büyük bir ihtiyaç olarak durmaktadır ve temsil ettirilmelidir. Kitâb ve Sünnet’teki ilgili açıklamalarla hareket eden ümmet, bey’at denilen “bir nevi seçme ve yeminle itâat sözü verme” yoluyla Hz. Ebû Bekr’i, onun yerine getirmiş ve kendisine, “Allah Rasûlü’nün (s.a.v.) yerine geçen, vazifesini üstlenen” mânâsında “Halîfetu-Rasûlillah” demişlerdir. Hilâfet işte bu kelimenin çekimidir. Burada mühim olan mesele yine Hz. Peygamber’den tevarüs eden iki sıfatın taşınması, emanet olarak algılanmasıdır. Halife en basit anlamı ile emaneti yüklenendir.
Bu emanetin yüklenmesi demek onun denetimsiz bırakılması anlamına gelmemektedir ki bugün dahi hayırla yâd edilen ve sıkça hatırlanan Ömer b. Hattab veya Ömer b. Abdullaziz gibi halife modellerinin adil olmaları ve toplumsal kontrole açıkça müsaade etmeleri ile öne çıktıklarına şahit oluyoruz. Çünkü hilafette hâkimiyetin kaynağı Allah’tadır. Hükümlerin veya daha genel anlamda Allah’ın isimlerinin tecelli ettirilmesinde toplum temsilcidir (insan halife). Ancak tevhidin meydana gelmesi için bir yönetime ve yöneticiye ihtiyaç vardır ki toplum selâhiyetlerini seçim ve bey’atla halîfeye devreder, ümmetin denetim selâhiyet ve sorumluluğu devam eder. Toplumun rızası ile iktidara gelen halife vasıfları devam ettiği ve görevini uygun yürüttüğü müddetçe bu mertebede kalır, kalmalıdır. Ancak aksi durumlarda halîfenin yerine geçecek olanı belirleme selâhiyeti halîfeye değil, yine topluma aittir. Halifeliğin yine önemli unsurlarından bir tanesi de sürekli istişare halinde olması ve sürekli danışan olmalarıdır.
Hz. Peygamber’den devraldıkları mürşitlik ve toplum yöneticiliği sıfatlarının emanetçisi olarak ilk başta Hz. Ebû Bekir, Ömer, Osman, Alî, Hasan b. Ali olmak üzere beş halife sayabiliriz. Muâviye b. Ebî Süfyân’ın başkaldırısı ve çeşitli politik hamleleri ile iktidarı ele geçirmesinden sonra toplumsal mutabakata dayalı halife belirleme usulü nihayete ermiş ve saltanat dönemi başlamıştır. Bundan sonra gelen yöneticiler, halife payesini taşısalar da bu sıfatın bir hükümdarlık etkisi kalmamıştır. Her biri hakikatte sultandırlar. Devlet yönetiminde toplum müdahalesinin bertaraf edilmesi özellikle istisnaları olmak üzere adaletin ayakta tutulmasını da zorlaştırmıştır. Halk ve ulemâ da bu bozulmayı durduramamış dağılma hızlanmıştır. Böylesine olumsuz bir durumla birlikte halifelik makamının hayatına devam etmesi kısmen de olsa saygınlığın uzantısı olarak birleştirici bir vasfa haiz olmuştur. Osmanlı’nın dağıtılmasına kadar bu önemli bir güç olarak kalmış sonuç olarak önemli ölçüde “İslâm ümmeti” yapısı vücut bulmuştur.
Her şeyin zıddı ile kaim olduğunu biliyoruz. Kıymet ise var olanın yokluğu ile tespit edilir ne yazık ki. Özellikle 1924’te hilâfetin fiilen kaldırılması nihayetinde mânevî bir boşluğun doğduğunu görüyoruz. Sonuçta ırki millî devletlerin teşekkül ettirildiğini ve bu parçalanmışlığın doğal bir sonucu olarak bağımsızlıklarını sürdüremediklerini ve müstemleke hâline geldiklerini görüyoruz. Görünür sömürgelikten kurtulanlarınsa zaman içinde yakasını kimlik bunalımına ve ekonomik sömürge (sömürülme) haline geldiklerini söyleyebiliriz. Necip Fazıl Kısakürek “İpi kopan tesbihim / Dağılmış tane tane / Acı ama teşbihim / Hani nerde imame / Taneleri toplayın / Hak ipine derleyin / Bir imame bağlayın / Tevhid gelsin meydane…” sözleri 1924’ten günümüze İslâm dünyasının içinde bulunduğu sorunların kaynağını da, çözüm yollarını da sunmaktadır.
İşte bir çözüm olarak İslâm ümmetinin birliği, beraberliği, bu birliğin siyâsî ve hukûkî yapıda temsili, 1.Yalta Konferansı’nda paylaşılan dünyanın yeniden masaya oturmak sureti ile yeniden adalet üzere tasnif edilmesi için yeniden bir birliğin tesisi şart gözükmektedir. İslâm ülkeleri, kısmen veya tamamen bir araya gelerek birleşik devlet, konfederasyon, federasyon vb. bir yapı meydana getirerek toplumsal mutabakatı sağlamalı, özellikle ekonomik bir gücü meydana getirmelidir. Her ne kadar hilafetin kaldırılması 1924 olarak görülse de parça parça kopararak Sultan II. Abdulhamid döneminde en üst seviyede mücadele ederek başlayan bir süreçtir. Nihayetinde el birliği ile parçaladıkları İslam toplumu için Rıza Tevfik’in şiiri ibretliktir.
SULTAN ABDÜLHAMİD HAN’IN RUHANİYETİNDEN İSTİMDAT
Nerdesin şevketli Sultan Hamid Han?
Feryadım varır mı bârigâhına? Ölüm uykusundan bir lahza uyan,
Şu nankör milletin bak günahına.
Tahrike yeltenen tac ve tahtını
Denedi bu millet kara bahtını
Sınadı sillenin nerm ü sahtını
Rahmet et sultanım sûz-ı âhına
Tarihler ismini andığı zaman
Sana hak verecek ey koca Sultan!
Bizdik utanmadan iftira atan Asrın en siyâsi padişahına.
….
Lakin sen sultanım gavs-ı ekbersin!
Ahiretten bile himmet eylersin.
Çok çekti şu millet murada ersin
Şefaat kıl şâhım medet hâhına.
Halil İbrahim Uzun / Yıldız Teknik Üniversitesi Öğr.Gör
Sayı 157 / Kış 2017