Demet Tezcan – Erol Erdoğan – Veysel Başar
Adaletsizlikle savaştıklarını zanneden bunun için yeryüzünü ifsad eden, insanlarda korku oluşturmaya ve toplumda kaos çıkarmaya çalışılanlar aslında adaletin ne olduğunu bilmiyorlar.
Demet Tezcan: Sayın Hocam, ülkemizin ve coğrafyamızın içinden geçtiği bu kritik süreçte toplumumuza doğru mesajları ulaştırmamız için destek gösterdiğiniz ve bu söyleşiyi kabul ettiğiniz için öncelikle teşekkür ederiz. Deaş, Boko Haram, el-Kaide ve eş-Şebab gibi, yöntemi şiddet ve terör olan grupları destekleyen ve onları hala dini gören gruplar bulunmaktadır. Bunlar gibi sözde İslamî referansları kullandıklarını iddia eden terör örgütlerinin propagandalarını cazip kılan nedir? Bilhassa gençler bu örgütün ağına nasıl düşüyorlar?
Mehmet Görmez: Bismillahirahmanirrahim. Öncelikle küresel terör ile ilgili genel bir değerlendirme ile başlamak isterim. Küresel ölçekte şahit olduğumuz terör, küresel kötülüğün ahlak ve hukuk tanımayan modern bir savaş yöntemidir. Bugünkü terör, bir işgal ve sömürge enstrümanıdır. Kimlikleri ve toplumları esir almanın modern yöntemidir. Bu-gün en büyük terör, terörün kendisi değil terörün rahmet dini İslam ile özdeşleştirilmesidir. Terörün en büyük mağduru İslam’ın bizzat kendisidir. Mezhep kavgaları terörün sebebi değil sonucudur. Zira şiddet ve terörün gölgesinde, bilinçaltındaki tarihi hastalıklar; kin, öfke ve düşmanlık ortaya çıkar. Terörün sadece bugünü değil geleceği de hedefler. Çünkü terör ile yüzyıllık fitne, fesat tohumları ekilmektedir. Yıkılan sadece Bağdat, Şam ve Halep değildir. İnsanlığın birlikte yaşama tecrübesidir. Bir taraftan da terör kendisini öteki üzerinden yeniden tanımlamaya kalkışan dünyalarda İslamafobik nefret ve düşmanlığın kurucusudur.
Bugün, ülkemiz ve İslam coğrafyası olarak belki de tarihin en zor süreçlerinden geçiyoruz. İslam dini, İslam medeniyeti ve Müslümanlar bir tehdit altındadır. Eğer bu dinin mensuplarının çocukları, birbirlerini tekbir getirerek katlediyorsa, İslam coğrafyasının her tarafından ateşler yükseliyor, mezhepler dinin önüne geçiyorsa İslam medeniyetinin, İslam dininin bir tehdit altında olduğunu düşünüyorum.
Meseleye sosyal gerçeklerden bakmak gerekir. Bu tür yapıları hangi şartlar doğurdu, besledi ve kullanıyor? İnsan kaynaklarının asıl özelliği nedir? İlişkiler ağı nasıldır? Önce bunlar üzerinde kafa yormalıyız. Sonra hangi gençlerin bu yapılara katıldıklarını tespit etmek gerekir. Son iki yüz yıldır bu coğrafyada yaşanan büyük travmalar, sömürgeler, istibdatlar, işgaller ve savaşlar merhametsizliği de beraberinde getirdi. İlk olarak; bütün bu yapıların ana omurgasını oluşturan bu gençler, İslam dünyasının adeta “fay hatlarıyla” oynanmasının akabinde yıllardır savaş bölgelerinde sömürgeler, işgaller, dikta rejimlerinin gölgesinde yetişen ve herhangi bir eğitim al(a)mayan merhametsiz kimseler olduğu görülecektir.
Bu yapılara katılan ikinci genç kitle; Avrupa’da dışlanmış, hor görülmüş sömürge muhaciri olarak adlandırılan göçmenlerin çocuklarıdır. Son on yıllarda Avrupa’da sorunlu bir nesil yetişti. Müslüman anne babadan dünyaya gelen bu çocuklar ciddi kimlik bunalımı yaşadılar. Bunlardan bazıları atalarından bir öfke ve miras devraldılar. Kendileri de varoşlarda ve gettolarda dışlandılar, hor görüldüler. İster istemez İslam’a bir ideoloji olarak sığındılar. Bu yapılara katılan üçüncü kitle ise; yeni ihtida eden genç Müslümanlardır. Bunlar İslam’ı kimlik bunalımı yaşayan diğer Müslümanlardan öğrendiler. Bunların bir kısmı da onlarla birlikte şiddete yöneldiler. Her üç grubun ortak yönü İslam’ı, medeniyetler üreten ana yoldan değil, Müslüman dindarlık biçimleri arasında kültürsüzleşmeye en yatkın yorum biçimi olan ve uçlarda yer alan dini akımlardan öğrenmiş ve beslenmiş olmalarıdır. Bunları büyüleyen İslam’ın yüksek öğretileri değildir. Bunları cezbeden ibadet, ilahiyat, tasavvuf değildir. Bunları cezbeden eylem ve şiddettir. Öfke ve hiddettir. Bu gençlerin ortak özelliği de hiçbirinin sağlıklı bir din eğitimi almamış olmasıdır. Üstünkörü bilgilerle, herhangi bir metodolojisi olmayan okumalar-dan elde ettikleri neticelerle kendi dindarlıklarını inşa etmeye çalışmalarıdır.
Unutulmamalıdır ki, bu yapıya dâhil olan gençlerin arasında onlarca katliama şahit olmuş feleği şaşmış gençler bulunmaktadır. Hayattan umudunu kesmiş intihar eğilimlileri olanlar vardır. Hayatın sillesini yemiş meczuplar, varoluşun gayesini yitirmiş nihilistler mevcuttur.
Erol Erdoğan: Hocam, bu yapıların ortaya çıkış sebepleri nedir? Dış kaynaklı mı? Yoksa İslam’ın cihad, tebliğ, savaş, kıtal gibi terimlerden mi referanslarını almaktalar? Bu yapılar kendilerince gerçekleştirdikleri eylemleri bu terimlere dayandırmaktadırlar. Dini şiddet ile özdeşleştiren bu yapıları nasıl tahlil edebiliriz?
M.G.: Bugün, dünyadaki muhalif radikal isyan hareketleri kendine İslam’dan daha doğrusu İslam’ın selefi yorumlarından meşruiyet bulma gayretinde. Bugün radikal isyan hareketleri, neo-selefilik akımı altında özellikle İslam’ın cihat anlayışını yanlış anlayıp yorumlayarak her türlü şiddet ve vahşete meşruiyet bulmaya kalkışıyorlar. Bir börtü böceğe, bir vahşi hayvana bile şefkati, merhameti öngören bir peygamberin ümmeti birbirlerini katletmeye başladı. Birbirlerini katletmeyi ‘cihad’ zannetmeye başladı. Bu tarz yapıları bugünün ilahiyat bilgisi ile tahlil etmek mümkün değildir. Tefsir, hadis, fıkıh, kelam ve tasavvuf gibi ilimlerle bu tür yeni dini ve nevzuhur dini hareketleri değerlendirmek mümkün değildir. Bu yapıları daha çok sosyolojik tahlillerle, sosyal psikoloji ile teo-politik tahlillerle ancak anlayabiliriz. 19. yüzyıl anarşizmini hangi teorilerle tahlil ediyorsak bugün kendilerine savaşçı selefilik hareketi adını verenleri de o tür tahlillerle anlayabiliriz. Ancak Kur’an-ı Kerim’in hangi ayetlerini kullandıkları, hangi hadisleri araçsallaştırdıkları, dini metinleri metodolojik bir zeminden yoksun olarak nasıl anlamaya çalıştıkları ve ne tür neticeye vardıklarını İslami ilimler metodolojisi açısından ele almak mümkündür. Bu yapılar İslam’ın medeniyet mefkûresini oluşturan unsurlarını reddediyor, sanat, edebiyat ve kültür bunlar nezdinde ya bid’at ya da şirk unsuru olarak kabul ediliyorlar. Bu tarz yapıların yaptıkları zulüm, işkence ve vahşete, şiddet, hiddet ve nefrete, İslam’ın ruhundan ve terimlerinden referans bulması asla mümkün değildir. Bir defa bunlar kendi yürüttükleri mücadelenin bir savaş olduğunu zannetmektedir. Oysa toplumda kaos çıkartma, kargaşa var etme, insanları topluca öldürme, camileri bombalama, katliam vs. bütün bunlara İslam açısından bakıldığında bunlar savaş değil; terördür; vahşettir. İslam’ın cihad anlayışında asla terör bir yöntem olarak kabul edilemez ve uygulanmaz. Kaldı ki savaş olarak kabul edilse dahi İslâm’a göre her savaşta var olması gereken asgari ahlak ve hukuku hiçe saydıklarını görüyoruz. Hiçbir yargılama yapmadan insanları sıralayarak kurşuna dizmeyi, Müslümanları tekfir etmeleri, tekfir ettiklerini de vahşice işkenceye tabi tutmaları ve sonra hunharca katletmeleri dinle, İslam’la, İslam’ın yeryüzüne getirdiği merhametle, rahmetle ve adaletle ilişkilendirmek asla mümkün değildir. İslam, en zor savaşlarda dahi ahlaktan ve hukuktan ayrılmamayı emretmiştir. Savaşlarda çocuklara, kadınlara, yaşlılara, ibadete çekilmiş din adamlarına, rahiplere ve hatta yeşil ağaçlara dokunmamayı emretmiştir. Bunlar modern çağların ürettiği vahşetin din rengine bürünme çabasından ibarettir, diye düşünüyorum.
Veysel Başar: Hocam, bugün, yeryüzündeki en büyük sorunun, pek çok savaşın, kaosun, çatışmanın sebebi veya tetikleyicisi adaletsizlik olduğu iddia edilmektedir. Oysaki dinlerin ve İslam’ın en büyük vaadi adalettir. Ancak bazıları bütün bu olup bitenleri dine bağlamaktadırlar. Adaleti sağlama adına yeryüzünde kaos ve kargaşa çıkartanları nasıl değerlendirmeliyiz?
M.G.:Olup bitenleri tek bir sebebe bağlayan her türlü açıklama kifayetsiz kalacaktır. Adaletsizlikle savaştıklarını zanneden bunun için yeryüzünü ifsad eden, insanlarda korku oluşturmaya ve toplumda kaos çıkarmaya çalışılanlar aslında adaletin ne olduğunu bilmiyorlar. Yaptıkları zulmü, haksızlıkları, kaosu, terör eylemlerini din adına adalet adına meşrulaştırmaya çalışmaktadırlar.
Başta da ifade ettiğim gibi bu örgütlere mensup olanlar bir kimlik bulamazsınız. Bu ve benzeri yapıların anlayışlarını, gerçekleştirdikleri cürümleri ancak 19. yüzyıl modern anarşist hareketlerinde bulursunuz. Davranışlarda bireyselleşme, tavırlarda nihilistleşme, medyaların kusursuz kullanımı, cinayetlerle tecavüzleri senaryolaştırmaları bunu göstermektedir. Bu bunalımı içerisindedirler. Kimlik bunalımı yaşayan bu insanlar, kimliğine değer katan bir dava bulmaya çalışırlar. Ancak bu cehaletle varılabilecek bir yer değildir. Aslında küreselleşme çağında çok sert bir şekilde kültürler savaşı yaşanıyor. Bazı insanlar kültürel işkenceye tabi tutulduklarını düşünüyorlar. Yaşanan bu savaşta bilginin, hikmetin gücüne inanmayanlar; bilgi, kültür ve düşünce ile kendini savunamayanlar silaha, vahşete, şiddete ve tedhişe başvuruyorlar. Oysa İslâm’da ahlak ve hukuk tanımayan hiçbir savaşa cihad denilemez. Bu yapıların hiçbirisi İslam’da bir geleneği olan hareketler değildir. Bu yapıların tarihini Haricilik’te ve Ortaçağ selefiliğinde kolay kolay hareketlerin hiçbiri entelektüel bir hareket değildir. Enternasyonalist şiddet hareketleridir.
E.E.: Sayın Başkanım, yaşanan bu olayları bazıları Mezhep temelli ayrışma olarak görmekte veya böyle lanse etmeye çalışmaktadır. Bu coğrafyanın insanları neden karşı karşıya getiriliyorlar? Oluşturulmaya çalışılan gerilimin İslam dünyasına ve dünyaya olumsuz etkileri nelerdir? Kısa, orta, uzun vadeli çaresi, çözümü ne olacak acaba?
M.G.: Aslında yaşananlar için iki ayrı görüş serdedilmektedir. Birincisi doğrudan bir mezhep çatışması olduğunu söyleyenler var. İkincisi ise bir güç ve çıkar çatışmasıdır. Küresel güçler sömürge ve işgallerden sonra bu bölgeler üzerinde, hangi ülkelerin, hangi güçlerin egemen olması gerektiğiyle ilgili bir mücadele olduğunu söyleyenler var.
Üzülerek ifade edeyim ki; bugün dünyanın egemenleri vekâlet savaşlarını bu coğrafya üzerinde vermektedirler hem de kendi askerleriyle değil bilakis kendi çocuklarıyla. Bu medeniyetin çocuklarının eliyle sürdürmektedirler. Coğrafyamızda çok kötü bir güç, çıkar, iktidar çatışması yaşanmaktadır. Ve bu süreç mezhep çatışmasına dönüştürülmek isteniyor. Yahut din ve mezheb bir enstrüman olarak kullanılmak isteniyor. Fakat zaman içerisinde gördüğümüz kadarıyla gittikçe enstrüman olarak kullanılan mezhepler bizatihi merkeze taşınmaya başlandı. Şimdi bu son gelişmeler farklı anlayışlar arasında daha büyük bir kavgayı doğurmaya başladı. Bundan dolayı hakikaten çok üzgünüm.
Çaresi ise her şeyden önce acil, kısa vadeli ve uzun vadeli olmak üzere Müslümanların behemehâl önlem almasıdır. Kısa vadede bir defa bir çatışmazlık, bir barış, sükûn ve huzur ortamını bulmak gerekiyor. Ben şahsen bu amaçla İran’a, Suudi Arabistan’a, Katar’a ve Pakistan’a ziyaretler gerçekleştirdim. Amacımız, fıkıh kitaplarımızda ifade edilen bir husus vardır; Namaz kılarken bir çocuk ateşe doğru yürüyorsa namazı bozmanız gerekir. Hayatı durdurup o çocuğu ateşten kurtarmanız gerekir. Ümmetin bütün çocukları ateşlere doğru yürürken herkesin bulunduğu konumu durdurarak bir çatışmazlık anlaşması gerçekleştirmesi, bu zemini önce oluşturması gerekmektedir. Sonra siyasetten, hukuktan, insandan kaynaklanan sorunları hem de din anlayışlarımızdan kaynaklanan sorunları özellikle insan yetiştirme düzenimizi Şeriat Fakültelerinde okutulan müfredatı, ilahiyat fakültelerinin müfredatını, din âlimi yetiştiren medreselerin müfredatını yeniden gözden geçirerek yeni bir yüzyıla Müslümanların nasıl hazırlık yapması gerektiği üzerinde çok ciddi çalışmalar yapılması gerekmektedir.
V.B.: Muhterem Hocam, insanlar, Deaş’ın, el-Kaide’nin, Boko Haram’ın vb. dünyaya takdim ettiği şiddet üzerinden İslam’ı okumaya başladı. Bunun önüne geçmek için İslam dünyasının ihtiyacı olan nedir?
M.G.: İslam dini sadece dünü inşa etmeye değil, bugüne de, geleceğimize de yön vermeye muktedir büyük bir dinamizme sahiptir. Arap Yarımadası’ndan Çin Denizi’ne, Atlantik Okyanusu’ndan Akdeniz’e, Semerkant’tan Taşkent’e, Yemen’den İstanbul’a kadar kısa dönemde yayılan İslam, Çin, Hint, Fars, Türk, Yunan, Bizans gibi birçok kültürü etkilemiş, hatta potasında eriterek insanlığa uzun soluklu umut ve güven kapıları açmıştır. Farklı coğrafyalarda hakka ve adalete uygun hayat tarzları inşa ederek insanların hayat kaynağı olmuştur. Farklı dinlerin, farklı mezheplerin, farklı etnik unsurların iç içe barış içinde yaşadığı İslam şehirleri tarih boyunca insanlığın medarı iftiharı olmuşlardır.
Bugün, İslam dünyasının karşı karşıya kaldığı en büyük tehlike; tarih boyunca medeniyetler üreten İslam anlayışının şiddetin ve savaşın gölgesinde ortaya çıkan ideolojilerin tehdidi altına girmiş olmasıdır. Bütün Müslümanların, eğitimcilerin, hocaların üzerinde durması gereken konu budur. Yüzyıl içinde açıkça anlaşıldı ki; okullarda, mekteplerde öğrettiğimiz İslam, tarih boyunca Peygamberimizin, sahabilerin, âlimlerin kurduğu medeniyetler üreten o ana yoldan uzaklaşmaya başlamıştır. Neo-Selefilik adı altında son 50 yıl içinde İslam dünyasında ortaya çıkan öğretinin İslam’a ve Müslümanlara maliyetinin, buradan neşet eden ideolojilerin İslam’ı ve Müslümanları nasıl tehdit ettiği bütün yönleri ile ele alınması gerekiyor. Bunu dikkate alarak müfredatımızı yeniden gözden geçirmemiz gerekiyor.
Temel Kur’ânî kavramları kirleten, insanlığa rahmet olarak indirilmiş son ilahi mesaj olan İslamiyet’i dün-yaya yanlış tanıtan ve başta Müslü-manlar olmak üzere tüm insanlık için tehdit oluşturan, dahası küresel güçlerin bölge üzerindeki müdahalelerine zemin hazırlayan Deaş ve benzeri oluşumlarla etkin bir mücadele, her şeyden önce ülkemizde ve İslâm dünyasında sahih dini bilgi, sağlıklı din eğitimi, ilmi düzeyin yükseltilmesi konularında tedbir alınmasına, dini metinlerin anlaşılması ve yorumlanmasında usul ve metodoloji eğitimine ayrı bir önem verilmesine bağlıdır. Bununla birlikte barış içerisinde birlikte yaşama ahlakını ve kültürünü Batı’da, Doğu’da nasıl geliştiririz, diye bilim adamlarının, mütefekkirlerin, aydınların ve üniversitelerin çalışması gerekiyor. Dini farklılıklarımızı ayrışmanın bir nedeni kılma kolaycılığına gitmeden, insan olarak birbirimizi saymayı, takdir etmeyi, paylaşmayı denemeliyiz. Din adamları da bunun ahlaki boyutu üzerinde durmalı. Büyük bir sabırla, ilimle, hikmetle, marifetle bunun üstesinden gelebilmek için çabalar ve gayretler gösterilmeli. Hastasını tedavi eden bir doktor edasıyla hareket ederek gayri ihtiyari, birtakım üretimler marifetiyle kalbinde ve zihninde oluşan korkuları ortadan kaldırmak için çaba gösterilmesi gerekiyor.
D.T.: Efendim, Anadolu tarihinde Deaş, Boko Haram ve benzeri hareketler var mı? Deaş, vb. yapıların antitezi nedir?
M.G.: Bu yapılar ülkemizde bir taban bulamamıştır. Türkiye’de İHL’lerin, ilahiyat fakültelerinin, Diyanet İşleri Başkanlığının ve hatta Kur’an kurslarının varlığı ve Başkanlığımızın verdiği din eğitiminin varlığı bu yapıların ülkemizde bir taban bulamamasının en önemli sebebidir.
Bizler Resul-i Ekrem’in (sas) Yesrib’i Medine’ye dönüştürerek ve oradan bütün insanlığa yaydığı hak, hukuk, adalet ve fazilete sahip çıkmamız gerekmektedir. İslam, tarih boyunca dünyanın her tarafında her türlü ilkelliği bağnazlığı, her türlü ırkçılığı ortadan kaldırarak medeniyetler kurduğunu unutmamız gerekmektedir. Bizler Avrupa’da daha 100 sene önce hiçbir şehirde, camiyi, kiliseyi, sinagogu yan yana görmemiz mümkün olmazken altı asır önce camiyi kiliseyi sinagogu ve bütün bu mabetleri birlikte barış içerisinde yaşatan İstanbul’da, Bağdat’ta, Şam’da olduğunu unutmamalıyız.
V.B.: Sayın Başkanım, Deaş ve benzeri hareketlerin özellikle Avrupa ve Batı ülkelerinin güvenliğini bozmak için bir takım terör eylemleri düzenlediklerini görüyoruz. Batı, İslam düşmanlığını, ayrımcılığını ve tahammülsüzlüğünü kendi acziyetini ortaya koyarak değil bizi düşmanlaştırarak ifade ediyor. İslam karşıtı küresel güçler, İslam’ı düşman olarak devam ettirmek için, İslam dünyasında hem ve batıda İslamofobia’yı özellikle destekliyorlar mı?
M.G.: Doğrusu hem bir Müslüman olarak, hem de bir insan olarak yeryüzüne rahmeti, sevgiyi, adaleti, hakkı hukuku ve merhameti getirmiş bir dinin, şiddetle özdeşleştirilmesi, buradan hareketle başka dünyalarda İslam’ın varlığının bir güvenlik sorununa dönüşmesi ve bunun kitlelerde bir korku oluşturması, sonra o korkunun bir nefrete, bir ötekileştirmeye, bir ayrımcılığa dönüşmesi kabul edilebilir bir şey değildir. Bunu sadece Ortadoğu’daki hâdiselerle izah etmek doğru değil. Elbette bu yaşanan katliamları dinin ve inancın onaylaması mümkün değildir. Ancak bunun üzerinden İslam’ın, Kur’an’ın, Hz. Peygamber’in (sas) itham altında bırakılması ve bütün Müslümanların bu konuda suçlu konuma düşürülmesi üzerinde durulması gereken en önemli konudur. Üzülerek belirteyim ki, 11 Eylül olaylarından sonra giderek artan bir İslamofobiya dalgası oluştu, hatta oluşturuldu ve İslamofobiya bir endüstriye dönüştürüldü. İslamofobi endüstrisini üretenler yeni ikinci aşamaya geçmek istiyorlar. O da İslamofobi, bir fobi olmaktan çıksın isteniyor.
Nefret ve düşmanlığa, hatta o nefret ve düşmanlığın karşılıklı saldırılara dönüşmesi isteniyor. Dolayısıyla terör şebekelerinin bu emellerine hizmet etmemek için hangi dinden, inançtan, bölgeden olursa olsun bütün insanların daha dikkatli olmaları ve bu tür katliamlar üzerinden birbirlerini, birbirlerinin tarihini, kültürünü suçlamaya kalkışmamaları gerekiyor. Bugün tarihte olduğu gibi İslam ve Batı dünyası, İslâm ve Hıristiyan dünyası diye birbirinden tamamen ayrı iki dünya yok. Hristiyan dünyası dediğimiz dünya, kadim zamanlardaki Hristiyan dünya değildir. İslam dünyası da doğduğu dünyada, Ortadoğu’dan, Hicaz’dan, Şam ve Irak’tan ibaret değildir. Farklı dinler ve inançlar bugün küreselleşme dalgalarından sonra tarihte hiç olmadığı kadar iç içe geçmiştir. Artık her ülkede her dinden her ırktan her coğrafyadan her insan her yerde var. Bütün dünyanın bilim adamlarının, akil insanlarının, bir ahlak ve hukuk içerisinde birlikte yaşama konusunda kafa yormaları gerekiyor. Her dilden, kültürden insanları bir ahlak ve hukuk temelinde birlikte barış içerisinde nasıl yaşatabiliriz? Evet, Deaş ve benzeri yapılar Avrupa’nın güvenliğini bozmak için birtakım terör eylemlerine girişmektedirler. Bu tarz eylemler aslında Avrupa’da, Batıda ve dünyanın her tarafından yaşayan bütün Müslümanların güvenliğini yok ediyor. Bu sadece gayri Müslümlerin değil Müslümanların da güvenliğini tehdit ediyor ve yok ediyor. Artık dünyanın her yerinde Müslüman azınlıklar var. Bu azınlıkların her biri aynı zamanda kendi ülkelerinde gergin ve tedirgin bekleyiş içerisinde kendi komşuları tarafından eziyet edildiklerinin farkında değildirler.
Elbette biz bu meseleyi, sosyolojik boyutlarını da kattığımızda farklı boyutlarla ele alabiliriz. Avrupa ve çağdaş dünya İslamofobianın önlemini alması gerekmektedir. Nasıl ki antisemitizm Avrupa’da bir insanlık suçu olarak kabul edildiyse İslamofobia içinde bu yapılabilir. Çünkü antisemitizmin, Batı’da nasıl oluştuğunu, tarihini, hangi süreçlerden geçtiğini incelediğimizde İslamofobia, gibi çok benzer süreçlerden yaşadığını görürüz.
D.T.: Hocam yaşanan bu süreçte İslam âlimlerinin, bilginlerinin, İslam adına konuşanların, din görevlilerinin, genel anlamda sorumlulukları nelerdir? Bir dil ve üslup sorunu olduğundan bahsedilir mi?
M.G.: Âlimler ümmetin vicdanı, peygamberlerin varisleridirler. Âlimler, ümmetin akl-ı selimini temsil etme, adaleti ikame etme, birlik ve kardeşliği temin etme gibi ağır bir sorumluluk altındadırlar. Âlimler, bilginler tarafından İslam dünyasında akan kanların durması için Al-i İmran suresindeki “Sizden, hayra çağıran, iyiliği emreden ve kötülükten men eden bir topluluk bulunsun. İşte kurtuluşa erenler onlardır.” hükmünün icra edilmesi gerekmektedir.
Âlimler, Müslümanlara itidalli hareketleri tavsiye etmeli, her türlü aşırılıktan, tehlikeden ümmeti koruyabilmelidirler. Âlimler, hiçbir kirli siyasal ilişkilere girmeksizin hak ve hakikat arayıcısı olmalıdırlar. Müslümanların vahdetini, uhuvvetini ve maslahatını ön planda tutmak ve bu uğurda her türlü riski alarak hakikati savunmak âlimlerin tavrıdır ve yoludur. Ancak bu şekilde peygamberin varisi olmak mümkündür.
E.E.: Sayın Hocam, Ortadoğu’da, Afrika’da dünyanın çeşitli bölgelerinde dini istismar eden şiddete, tedhişe başvuran Deaş vb. örgütler gibi ülkemizde de 15 Temmuzda meydana gelen kanlı darbe girişimi ve hain işgal hamlesini gerçekleştiren, dini istismar eden, kavramlarımızı suiistimal eden aynı Deaş vb. yapılar gibi tedhişe ve şiddete başvuran FETÖ terör örgütü hakkında neler söylemek istersiniz?
M.G.:Bu terör örgütünün 40 yıldır muhabbet fedaileri adı altında husumet fedaileri yetiştirdiğine şahit olduk. 40 yıldır bu topraklarda ve İslam coğrafyasının muhtelif bölgelerinde din görüntüsü altında fitne-fesat tohumu ekenler, kanlı darbe girişimiyle gerçek yüzlerini göstermiştir. Bu kalkışma ve altında yatan ihanet hareketi, sadece ülkemize ve milletimize değil, en büyük zararı din-i mübin-i İslam’a vermiştir. 15 Temmuz darbe ve işgal girişimini yapanlar toplumun dini duygularını uzun yıllar istismar etmişlerdir. Rabbimizin “şeytan sizi Allah’la aldatmasın, aldatanlar sizi Allah’la aldatmasın” fehvasınca, insanların Allah’la aldatıldığına hep birlikte şahit olduk.
Bu ihanet şebekesi, sadece milletin bütün varlığına suikast düzenlemekle kalmayıp inancımızı, güvenimizi, şefkat, merhamet, himmet ve izzetimizi, din ve medeniyetimizin bütün şeâir ve kıymetlerini, ümmetin ilim, irfan, marifet ve hikmet mirasını, feragat, yardım ve dayanışmanın ulviyyetini, dinimizi ve dindarlığımızı millet evladı nezdinde olduğu kadar insanlık nezdinde de bir düşman akçesine harcamıştır. Daha kahredici olanı ise bu örgütün küresel siyaset borsalarının muktedir müşterilerine kendi meşrebini yıllarca “ılımlı İslâm, protestan Müslümanlık, dinler arası diyalog, hoşgörü, uzlaşmacı Müslüman” vb. ambalajlarla sunarken 15 Temmuz gecesi giriştiği ihanet ile meclisimizi, şehirlerimizi, caddelerimizi bombalayıp aziz vatanımıza, mübarek Türkiye’mize ve milletimize karşı bir suikaste kalkışarak görünür meşrebini Irak ve Suriye’yi kana bulayan DAİŞ vahşetine tercüme etmekten çekinmemiş ve utanmamıştır. Bu menfur cinnet ve vahşet milletin silah ve teknolojisini milletin şehirlerine bomba kusarak sadece maddi varlığımızı tahrip etmekle kalmayıp dinimizin en temel değer ve şiarlarına, milletimizin dayanışma ve güven duygusuna da darbe indirmiştir.
Bu örgüt, siyasi ve iktisadi emellerine ulaşabilmek adına Allah’ın kelamını ve Resul-i Ekrem’in mirasını dahi kullanmaktan çekinmemiştir. Bu yapı, küresel bir fesat hareketinden başka bir şey değildir. FETÖ terör örgütünün zararı sadece ülkemizle sınırlı kalmamıştır. Zira Orta Asya’da zalim hegemonyadan kurtulan ve yeniden yeşerecek olan İslam aklını yanlış yerlere kanalize etmiş, mazlum Afrika kıtasında sömürge sonrası Müslüman zihinleri teslim almıştır.
Altını çizerek belirtmek isterim ki, İslam, Allah’tan başka rabler edinmeden, dini yalnız Allah’a has kılarak ibadet etmeyi ve O’nun rızasına uygun olarak insanlığa hizmet etmeyi esas alır. Dinimiz Hz. Peygamber’den (sas) başka masum ve tartışılmaz bir otorite, yapı ve rehber kabul etmez. Hiçbir kimse ve hiçbir yapı kendisini dinin yegâne temsilcisi olarak göremez ve insanları kendisine mutlak itaate çağıramaz. Zira İslam dininde mutlak bağlılık, çerçevesi Kur’an ve Sünnet tarafından belirlenmiş olan ilkeleredir. İslam fıtrat dinidir. İradesi elinden alınarak liderine, şeyhine, hocasına, imamına mutlak manada teslim olan; adeta büyülenmiş bir şekilde onlardan aldığı emir ve talimatları her şeyin üstünde gören insanlar yetiştirmenin İslam’la bir alakası yoktur. Nitekim bu terör örgütü mensuplarının giriştikleri cinnet ve vahşet, akletmeyenlerin, aklını başkasına kiralayanların dindarlık adı altında sadece kendilerini değil koca bir milleti felakete sürükleyebileceğini göstermiştir.
Uzun yıllardır varlığı bilinen ve her türlü yolu kendi emelleri için mubah gören, dini istismar eden, her türlü gayr-i İslami ve gayr-i ahlaki tutum ve davranışlarla kendine insan ve imkân devşiren FETÖ terör örgütünü dini bir yapı olarak görmek mümkün değildir. Bu örgütün elebaşı da din âlimi ve dini rehber olarak kabul edilemez. Bizim hakikatlerimiz, değerlerimiz, iman ve ibadet esaslarımız bellidir. Kimse hakikatin sahibi değildir, kimse dinin sahibi değildir. Dinin sahibi Allah’tır. Hakikatin kaynağı O’dur. Bizim böyle kapalı, muğlak ifadelerle, hezeyanlarla, riya ve hileyle insanlarımızı aldatanlara karşı çok daha uyanık olmamız gerekmektedir.
V.B.: Hocam, Deaş ve Fetö raporlarını yayınladınız. Sırada başka raporlar var mı?
M.G.: Din İşleri Yüksek Kurulumuz, Deaş hakkında iki rapor, Fetö hakkında da bir rapor yayınladı. Bunlar Başkanlığımızın internet sitesinde bulunmaktadır. Bunun dışında Kurulumuzun “İnançlar ve Dini Oluşumlar Komisyonu” bulunmaktadır. Bu komisyon marifetiyle hem dünyada bulunan hem de ülkemizde büyük-küçük, bütün dini oluşumları incelemektedir.
E.E.: Muhterem Hocam, son olarak neler söylemek istersiniz?
M.G.:Müslüman toplumlar olarak köklü bir medeniyete ve tarihi tecrübelere sahibiz. Bugün, tarihimizde de birkaç defa yaşanmış olan büyük bir fetret döneminden geçmekteyiz. Bu fetret döneminin getirdiği ıstıraplar umutsuzluğa yol açmamalıdır. Bu dönem geçecektir, ümmetin işlerinin düzeleceği, istikrar ve istikamet yoluna gireceği günler inşallah uzakta değildir. Hikmet ve aklıselim Allah’ın izniyle galip gelecektir. Batı’da yaşandığı tarzda din ve mezhep çatışmaları bu coğrafyada hiçbir zaman yaşanmamıştır ve inşallah bundan sonra da yaşanmayacaktır. Kim hangi siyasal mühendislik veya çıkar hesapları içerisinde olursa olsun, bu çaba boşunadır. Çünkü bu medeniyet havzasının kodlarında çatışma kültürü değil dayanışma kültürü, bir arada yaşama ahlakı ve hukuku olduğu unutulmamalıdır.
V.B.: Sayın Başkanım bizlere vakit ayırdığınız için teşekkür ediyoruz.
M.G.:Ben de teşekkür ediyor, çalışmalarınızda başarılar diliyorum.
Söyleşi: Demet Tezcan, Erol Erdoğan, Veysel Başar
Sayı 157 / Kış 2017