HALEP DE BİR SINAV KAĞIDI HER MÜ’MİN KULUN ÖNÜNDE! *
Bu güne kadar, insan hakları, özgürlükler, demokrasi, terörizmle mücadele gibi parıltılı kavramlarla dünyaya nizam vermeye kalkanların bugün ellerinde Halepli çocukların kanını taşıdığını biliyoruz. Evet, Halep şimdiye kadar topyekûn dünyanın sınıfta kaldığı bir imtihan kâğıdı olarak duruyor önümüzde. Bizim neler yaptığımızın, yapabildiğimizin takdiriniyse Allah’a bırakıyorum.
Kalemler artık bazı cümleleri yazmaktan hayâ ediyor. Bazı kelimeler yan yana gelememekten mahcup. En çok da artık Halep’in yanına varamayan “huzur”, Halep’e değemeyen “aydınlık”.
Kaç zaman oldu sahi? Aylar, yıllar, yüz yıllar? Saatlerimizle ölçülebilir bir zamandan bahsetmiyorum. Ama o kadar uzak ki Halep’in yüzünü en son gülerken hatırladığım an.
Adının, bir rivayete göre “süt veren” anlamına geldiğini bilmeden önce de, zihnimde nedense güzel bir kadındı Halep. Siyah upuzun saçları, insanı içine çeken sürmeli gözleriyle, eşsiz bir gizemdi. O kadar güzeldi ki, çirkin olan ne varsa, ona bakar bakmaz erir kaybolurdu, daha yanına yaklaşamadan mecalsiz kalırdı kötünün dizleri. Öyle inanırdım.
Sonra bir gün korkunç bir şey oldu. Savaş denen o ucube, geldi ve buldu güzeller güzeli Halep’i. Hep böyledir çünkü. Hep bir güzel vardır, bir de çirkin. Ve çirkin, güzele düşmandır hep, haset eder güzelliğine. Savaş denilen o ucube de, önce canım sokaklarını paramparça etti Halep’in. Ardından, ölüm kusan uçaklarıyla göğünün maviliğini çaldı. Damları sofralara çöken evlerde uyku nedir bilmez oldu Halep. Sokaklar, bir vakit sesleriyle çiçeklendiği çocuklarının kanlarıyla kıpkızıldı. Ama o korkunç ucubeye yetmiyordu bütün bunlar. İstediği Halep’i yakıp yıkmaktan fazlasıydı. Yok etmek, iz bırakmamacasına bütünüyle silmek yerin üstünden, belki mümkünü olsa Halep’in varlığını dahi unutturmak dünyaya.
Merak etmeyin, oturup masal anlatacak değilim size. Sadece, kalbimin almadığı bazı şeyleri, hani bir ihtimal alır mı acaba diye, aklımı deniyorum. Bütün bunlar olurken bir anda ne oldu da, dünyanın bütün o barış güvercinleri akbabaya dönüştü diye soruyorum kendime. O kendisinden hiçbir şeyin kaçmayışıyla çalım satan batının keskin gözleri, bir anda ne oldu da bunca vahşete kör oldu? Ya, bir karıncanın ayak sesini bile işitecek kadar keskin kulakları; nasıl olup da duymuyordu bunca çığlığı, bunca feryadı? Bu nasıl bir perdeydi ki Halep’in üzerine inan, onu bir anda görünmez, duyulmaz kılmıştı? Yoksa tam tersi, yine bir sahnenin perdesi mi açılmıştı, birileri “kaygıyla” izlesin diye?
Halep’te olup bitenleri, olmakta olanları, analiz edebilecek siyaset bilgim(!) yok. Üstelik hesabın ne olduğu, neden olduğu, kimler tarafından yapıldığı, Halep’e kimlerin ihanet ettiği, kimlerin onu yarı yolda bıraktığı da ziyadesiyle yazıldı, çizildi, konuşuldu. Yetmedi, ölen masumların, hatta kundaktaki bebeklerin sayısı bile telaffuz edilebildi büyük bir soğukkanlılıkla. Fotoğraflara bakıldı. Parçalanmış bedenlerin, kapanmamış gözlerin, harabeye dönmüş sokakların fotoğraflarına. Bakılabildi evet. Acıdır ki, ne diller tutuştu bunları konuşurken, ne o görüntülere bakarken, gözler çukurlarından aktı. Usul usul bir karanlığa gömüldü kalpler. Çürümenin adını kanıksamak koyduk. Çünkü Halep, ne yazık ki ilkimiz değil. Yüzyıllardır, aynı senaristlerin elinden çıkmış, en rezil yönetmenlerce yönetilmiş bunun gibi korkunç, sayısız film izledik. Şimdi bir kez daha, o sefil ağızlardan artık ezberlediğimiz replikleri dinliyoruz. Biz ise sesinin olan gücüyle çığlık atıp, duymazdan geleceklerini bile bile Halep’e ses olmaya çalışan bir avucuz yine. Çünkü bu hep böyle oldu. Biz ne zaman ölsek, önce üç beş riyakârca kınama geldi, ardın-dan da birkaç sözüm ona yanlarındayız mesajı. Sonra kapılar kapandı ve devam etti kapalı kapıların ardında yapılan hesaplar. İyi bildiğimiz, artık usandığımız şeyler bunlar.
Var gücümüzle Halep’te yaşanan vahşeti anlatan yazılar yazdık gazete ve dergilerde, yıkımın boyutlarının nereye vardığını gösterebilmek için de fotoğraflar.Ulaşabildiğimiz her platformda, bıkıp usanmadan Halep’e reva görülen zulmü anlattık. O zaten, dünyanın gözü önünde yakılıp yıkılan Halep’i, bir kez daha. Yaptıklarımız, birilerinin, hatta zaman zaman içimizden birilerinin bile küçümsediği, çocukça bulduğu şeylerdi. Elbet biz de biliyorduk, çığlıklarımızın bu canavarı durdurmaya yetmeyeceğini, insafa gelmeyeceklerini. Üstelik kimi kime şikâyet ediyorduk ki. Dünya her, “Nerdesin?” diye sorduğumuzda, aklımızın almadığı iğrenç bir sessizlikle cevap veriyordu bize. Bir kez daha, bu kez de Halep’te öğreniyorduk, “Bazı kalpler mühürlenmiştir. Bazı kalpler Allah korkusundan mahrum bırakılmıştır” cümlelerinin anlamlarını.
Yine de umudumuzu kesmedik. Çünkü bizim ölçümüz, kazanmak ya da kaybetmek değil, zulüm karşısında emrolunduğu gibi davranmaktır; dilsiz şeytan olmamak, elimizle yahut dilimizle, hiç birini yapamıyorsak kalbimizle bu zulme dur demek. Biz de bunu yaptık. Azımızı çoğa saysınlar deyip, ihtiyaç olabilecek ne varsa tırlara doldurup Halep’e koştuk. Gücümüz neye, ne kadarına yeterse. Büyük, küçük, zengin fakir hepimiz, okullarımız, iş yerlerimiz, belediyelerimiz, sivil toplum kuruluşlarımızla, “Sizinleyiz.” dedik; “ Elinizi herkes bıraksa da biz bırakmayız.”
Onlar yani masumların kanını eme eme semirmiş canavarlar, kendi ülkelerine sığınmak zorunda kalacak her bir mazlumun ekonomik ve sosyolojik maliyet hesaplarını yaparken; bir tek biz, kapılarımızı ardına kadar açıp kardeşlerimizin bir an evvel o cehennemden kurtarılıp getirilmesini bekledik. En çok da o gün, Halep’e tahliye için konvoyların gittiği gün, korkuyla ümit arasında ve bir tek Allah’a dayanarak.
Şimdi Halep’ten geriye, bakmaya utandığımız dev moloz yığınları kaldı. Yağan bombalar yalnız şehri harabeye çevirip masumların canını almakla kalmadı; dünyanın, adına “evrensel değerler” dediği masalını da bitirdi. Gözünün önündeki bu korkunç kıyıma ses çıkarmayanların, bundan sonra söyleyeceği hiçbir söze itibar edecek değiliz. Bu güne kadar, insan hakları, özgürlükler, demokrasi, terörizmle mücadele gibi parıltılı kavramlarla dünyaya nizam vermeye kalkanların bu gün ellerinde Halepli çocukların kanını taşıdığını biliyoruz.
Evet, Halep şimdiye kadar topyekûn dünyanın sınıfta kaldığı bir imtihan kâğıdı olarak duruyor önümüzde. Bizim neler yaptığımızın, yapabildiğimizin takdiriniyse Allah’a bırakıyorum.
Şimdi evinden koparılmış binlerce masumun canı bizlere emanet. Yeni imtihanımız; ülkemize sığınan bu kardeşlerimizle nasıl yaşayacağımız, onlara nasıl davranacağımızdır. Tüm bu yaşananlardan almamız gereken dersi aldık mı, alabildik mi bunu da zaman gösterecek. Düşmanı gördük bildik, oyunu da çözdük; ama ya bizim her defasında bu oyunlara gelişlerimiz. Söylemesi güç, bir o kadar da utanç verici olsa da, bedel olarak ödediğimiz bunca candan sonra, duam o ki; bu dersi, bu defa almış olalım artık. Halep’i bir daha mamur görebilecek miyiz bilmiyorum. Sokaklarında yeniden çocuklarımız koşacak mı, bunu da. Ama yeni bir Halep görmemek için hala fırsatımız var.
Bunun için, katliam eşiğinin ve dünyanın umursamazlığının orantılı bir biçimde giderek yükseldiği şu günlerde, zulüm, haksızlık ve adaletsizlikler karşısında hakkı ve adaleti savunmak, kardeşlik hukukunun gerektirdiklerini yerine getirmek ve zalimlerin sindirmeye çalıştıkları sesimizi yükseltmek zorundayız. Ölçümüz, zulmün karşısında dilsiz şeytan olmamaktır. Gayretlerimiz ister görülsün, ister görülmesin, ister görmezden gelinsin ya da maksadı çarpıtılsın; bizim ölçümüz, zulmün karşısında dilsiz şeytan olmamaktır.
*Cahit Zarifoğlu’nun, “? Soru İşaretlerinden Biri” adlı şiirinden mülhem.
Mehmet Aslan / Şair, Yazar
Sayı 157 / Kış 2017