Büyük şehirlerin sultanı İstanbul’da çeşitli semtlerde yaşayan gençlere yönelttiğimiz “semtinizde yaşamak nasıl bir şey?” sorusuna çok enteresan cevaplar verdiler.
Öncelikle bir kavram olarak “gençliği” tanımlamaya çalışan yaklaşımları “toplumsal inşacı” ve “toplumsal inşacı olmayan” yaklaşımlar şeklinde ele almak mümkündür. İlk yaklaşım, gençlik kategorisinin, toplumsal ve tarihi dinamikler tarafından kurulmakta olduğunu iddia etmektedir (Fornas ve Bolin, 1995). Bu anlayış, gençliğe atfedilen özelliklerin kültürel ve politik olarak kurulduğunu, bu yönü ile de değişken olduğunu belirterek özcü tanımlamalara karşı çıkmaktadır. Kültürel ve politik olarak inşa edildiğini kabul ederek; gençliğin cinsiyet, sınıf, etnik özellikler, kültürel beğenilere göre çeşitlenen dinamik yönüne vurgu yapmaktadır.
Dünya nüfusunun yaşlandığı, işsizliğin arttığı, aile bütünlüğünün korunmasının daha güç hale gelmeye başladığı günümüz dünyasında, genç nüfusa sahip bir ülke olarak gençlere ve gençliğe problem odaklı bakışın biran evvel bırakılarak imkân olarak görülmesi ve bu doğrultuda fırsatlarının arttırılması çok faydalı olacaktır.
Türkiye’de gençlik ile ilgili yapılan çalışmalar gerek devlet tarafından, gerekse sivil toplum kuruluşları tarafından son yıllarda artmış durumda. Yeterli olmayan bu çalışmalar aslında gençliğin genel karakteri ile de ilgili. Çünkü gençliğin dinamik ve her şekilde gelişen ve değişen yüzü ne yapılırsa yapılsın azaltmakta ve yenilerini, daha fazlasını istemekte. Türkiye’nin en büyük şehri olan İstanbul’da gençliğin sorunlarına dair çalışmalar ise oldukça az. Dik-kat çeken bu çalışmaların başında Ömer Miraç Yaman’ın Apaçi Gençlik adlı kitabı geliyor. Kimilerine göre “ıslak odunla dövülmeleri” gereken, kimilerince “modifiye” kıro, maganda, genellikle varoş ve yoksul çocuklar diye anılan, rengârenk kıyafetleri, çoğu zaman havaya dikilmiş saçları, façaları ve dövmeleri ile kimdir bu gençler? diye başlayan kitap aslında Türkiye gençliğinin sosyal hayatına bir bakışı yansıtıyordu. 1960 itibariyle başlayan köyden kente göç 1980’lerden sonra terör belasıyla artarak 90’lı yıllarda zirve yapmıştı. İşte o ailelerin çocukları İstanbul’un en ücra bölgelerinde artık bir var olma çabasına girerken çelişkilerini, yaşadıklarını, yaşamadıklarını anlatıyordu. Eksik olan ise zengin semtlerin ya da ikisi arasında kalan bölgelerin gençlerinin seslerini duyuramamasıydı.
Bu soruşturmayı gerçekleştirirken amacımız İstanbul’un bütün bölgelerindeki gençlerin bir nebze de olsa sesleri olmaktı. Genç insanın uyumsuzluğu önce kendisinden, sonra aileden sonra da çevresinden başlar. Bu doğal sürecin ergenlik adımı en sancılı geçen dönemidir. 14-20 yaş arasında yaşanan bu sancılı sürece dahil olup semtleriyle neler yaşadıklarını merak ettik.
E.Ö. (16)
PENDİK
İstanbul’un can alıcı ilçelerine uzak kalan, kıyıda köşede diye itilen, hala daha ısrarla çoğu kişi tarafından ismi tanıdık gelemeyen semt. Pendik. Yalnızca merkezden ibaret olmayan bu semtte mahallelerine göz attığınızda bulursunuz sıcak ortamı. Kaynarca, Kurtköy, Velibaba, Kavakpınar, Güllübağlar, Taşlıbayır gibi mahalleleri daha çok bilinmektedir. Eskiden pek tercih edilmediğinden olsa gerek, daha samimiymiş komşuluk ilişkileri. Zamanla kalabalıklaşmasıyla birlikte önceden karşı karşıya gelindiğinde verilen selamlar, yerini boş bakışlara bırakmış. Yokuş aşağı devam eden yollar, her yerde bina olmamasıyla boş kalan alanlar, parklar, yeşillikler bir çocuğun büyüyebilmesi için vardır adeta. “Çocuk dediğin düşe kalka büyür,” sözünün karşılığının en iyi gösterilebileceği semt olarak görürüm ben Pendik’i. Bizim mahalleye -Velibaba mahallesi-bakanın elinde çekirdekle kapı önünde oturan komşular, cıvıl cıvıl sesleri eksik olmayan çocuklar, camdan dışarıya bakan yaşlılar, yardımlaşmayı birbirine borç edinmiş komşuluklar çarpar gözüne. Sadece bizim mahalle de değil, gittiğim çoğu küçük yerleşim kesimleri aynıdır.
Pendik’in biraz daha nezih kısımlarına göz atacak olursak… Anne ve babamın, hatta çoğu eski Pendiklilerin “Şu sahili doldurdular, etrafa binaları diktiler de ne oldu yani!” diye yakındığı merkezi vardır mesela. Kısa bir yolculuk yapalım merkezde: Pendik çevresinden doğruca merkeze gelen mavi minibüslerden indiğiniz gibi hemen karşıdaki alt geçitten geçersiniz. Alt geçit dediğime de bakmayın, Kapalıçarşı’yı andırır bana. Hep kalabalıktır, etrafta mağazalar vardır. Kısa ama etkili, çoğu insanın vaktini öldürdüğü, henüz yapılan Marmaray’ın girişi de bulunan alt geçitten Pendik’in yenilenmeye başlamasıyla yapılan yürüyen merdiveni kullanarak çıkarsınız. Çıktığınız anda boylu boyunca mağazalar, dönerciler, kafeler vardır. Merkeze ait ara sokaklar işlektir. Genç arkadaş grupları, anne ve babasının elini sıkıca tutan çocuklar, buldukları yere oturup soluklanan yaşlılar bulunur caddelerde. Bir camii vardır ve onun hemen yanındaki yol, ‘Kuş Parkı’ olarak anılır. Oradan elleri kafasına siper edinmiş halinde koşuşturan insanları görürsünüz. Pendikli olup da Kuş Parkı’ndan geçerken kuşların tuvalet istilasına uğramayan yoktur. Dümdüz ileri gittiğiniz vakit sahile çıkar yolunuz. O sahil ne piknikler, kayalar ne sevgililer görmüştür… Sahilde yeni akıma kapılan patenciler vardır; bisiklet yolundan eksik olmayan bisikletler. Merkeze yakın yerlerde binalar, villalar… Eh, mahallelerin aksine nezih kesimdir oralar. Ve en çok sevilen yeri Marina’sıdır.
M.O. (16)
ERENKÖY
Kapınız Erenköy’e çıkıyorsa gençken, pencereleriniz perdeleri açıldığında Erenköy sokaklarıyla fingirdeşiyorsa, koskoca semtte iki-üç kişi görebilirsiniz yalnızca. İlk bakışta yüzlerce insan üst üste yığılıdır. Diğer çoğunun aksine henüz pek az atım tamamlayabilmiş kalbinizde heyecan bu saman sarısı insanların arasında çabucak tutuşur. Onlardan biri olup aralarına karışma arzusu ergenliğinizin dünyaya verdiği en büyük zarar haline gelmiş birey olma arzusunu siler atar. Ancak sayı saymayı matematik derslerinden öğrenmemişler için durum farklıdır. Onlar için binlerce görünen kafalar içleri açılıp bakıldığında sayıca iki üç tanedir yalnızca. Kemalist teyze beyni, tiki kız beyni, kaykay sürmeye çalışan ergen beyni; her geçen gün biraz daha bıkarsınız. Sıkılırsınız, eğer anlattığım gibi bir gençseniz. Gene de on dakika mesafedeki sahilinize koşmak, boydan boya uzanan çimenlere yatmak yerini sıkılmışlığa bırakan arsız heyecanınızı dindirir. On yedi yaşında emekli hayatının tadını çıkarırsınız. Mutluluk ve huzur olur içinizde çoğu zaman ki huzurdan bıkmak çok kolaydır. Ağzında sakız, elinden telefonu düşmeyen ergen kız gibi iki dakikada bir sıkılmanız doğaldır. İkiniz de ergensinizdir, onun sıkılmasının sesli harfleri yoktur yalnızca. İşte o zaman Kadıköy-Bostancı dolmuşları bekler sizi evinizin pek az uzağında, binip gidersiniz ve umarsınız her defasında, semtinizdekinden farklı birkaç kişi vardır diye oralarda.
R.K. (17)
Sultanbeylİ
Sultanbeyli’de yaşamak benim için hem zor, hem değil. Sanırım bu alışmamla ya da alışamamamla ilgili. Arabaların daha lüks, evlerin daha konforlu olduğu bir yerde yaşamaktansa iyi bir mahallesi olan semtte yaşamak beni daha mutlu ediyor.
Gece nüfusu gündüz nüfusunun neredeyse iki katı. İnsanların ça-lışmak için civar semtlere gitmek zorunda olduğu bir ilçe. İlkokulu burada bitirdim. Liseyi okuyan arkadaşım azdır. Yüz ölçümü kü-çük nüfusu kalabalık. Mahalle kültürü şükür ki devam etmekte. Kültürel birçok faaliyet vardır ancak meraklısı azdır. Nedeni gençlerin çalışmak zorunda olduğu olabilir. En takdir edilesi özelliği misafirperverlilik. Suriyeli kardeşlerimize evini ve işini açan çok güzel insanlar görmüşümdür. Anadolu’dan göçen insanların da ilk uğrak yerlerinden. Bundandır ki sıcak bir ortamı vardır. Zaten Sultanbeyli turistik gezi yapılacak İstanbul semti değil, ekmek peşinde koşturulacak bir Anadolu kasabası gibidir.
M.K. (16)
OKMEYDANI
Bu semtte cuma vakti camiye koşan yaşlı amcalardan daha iç açıcı bir şeye rastladığım söylenemez. Ekmeğinin derdine düşmüş küçük esnaflar da gözümden kaçmış değil. Ama bana sorarsanız ekmeğinin derdine düşmüş bu insanlar hiç samimi değiller. Derdine düştükleri şey ekmek olunca yüreklerinde bulunan insanlık kırıntıları yok olmaya yemin etmiş gibi duruyor. Artık onların el koyup ekmek teknesi dedikleri yere giren herkes ise müşteri oluveriyor birden. Buranın anlam vermeye fırsat bulamadığım yönlerinden biri ise doğuya giden şehirlerarası otobüslere mesken haline gelmiş olması. Bu durum insana ne gitmeyi ne de kalmayı unutturuyor. Peki, bize bu durumu yaşatanların suçu ne cezası ne olacak? Kültürel açıdan ise batı kültürünü yok sayan bu semtte anlayacağınız herşey çok normal. En normal olan şey ise benim.
F.Y. (20)
ÜMRANİYE
20 yaşında üç şehir sekiz semt değiştiren bir insansanız kendinizi bir yere ait hissetmemeniz anormal bir durum değildir. Kalıcı dostluklar ve müdavimi olduğunuz bir mekân yoktur sizin için. Semtler gelir düzeyine göre ayrıldığından sabahları otobüs bekleyen mutsuz kravatlılarla aynı kaderi çocuk yaşta yaşamak Ümraniye için anlamsız değildir. Çünkü öğretilen tek gerçek paradır. Bu yalanlara kanan gençler diploma için çabalar, çoğu geçim sıkıntısı yaşayıp eğitimden çalışma hayatına atılır ve geleceğin mutsuz kravatlılarından biri olma yolunda hayallerini bırakıp adaletsiz maratonda yerlerini alırlar. Son olarak kendine sorman gereken soru “ Olmuyorsa zorlama diyen dayı haklı mı? Yoksa başarı zorlayanın hakkı mı? demiş Tevfik Koçak.
T.A. (18)
GAZİOSMANPAŞA
Gaziosmanpaşa’da genç olmak demek; gücü cesareti ve hayatta kalabilmeyi simgeler. Çünkü burası esrarengiz insanların içinde bulunduğu karanlık bir yer. Her gün gencecik hayatlar kötü işlerden dolayı ya ölüyor yada mahpuslarda çürümeye terk ediliyor. Burası Gaziosmanpaşa, burası çok karanlık. Ve karanlık bir yolda yolu aydınlatacak insan sayısı azdır.
Ö.T. (18)
GAZİ MAHALLESİ
Gazi Mahallesi’nde anarşist olmak kolaydır. Ermeni, Kürt ya da alevi olmak da. Çoğu komünizm altında toplanmış örgütlere kanmayın. Gazi, tüm o renkleri ile kendince bir karmaşa ve tabi haber bülteni izleyen herkesin bildiği molotofları ile de bir kaos ruhu taşır.
Az düşünmedim, köyün “yine bela açacaklar’’ modunda “anar-kotlar’’ dediği sülaleden geldiğim için mi böyleyim? Ters doğduğum için mi? Yoksa ailem –han ile biten kardeşlerimin ismine inat ‘’özge’’ dediği için mi böyle oldum? Birine her gün ‘’başka-farklı’’ diye seslenirken ondan normal olmasını bekleyemezsiniz sonuçta. Ama gözyaşları içinde geçirdiğim bir yılın ardından anladım ki beni ben yapan biraz da mahallemdi.
Beni mahalleme döndüren on iki tercihlik bir formdu. Karakolumuzda ‘’bölge 1’’ diye geçen lisede okumaya hak kazanmıştım. Lise hayatımın ilk üç yılında gerçek boykot grubundan daha kalabalık bir şekilde boykotu boykot etme şansını bile yakalayacak kadar çok eyleme tanık oldum. Üzerimizden cam şişeler atılırken zile daha dört ders vardı. Ağlayan arkadaşlarım olurdu panik içinde. Ben sadece sinirlenirdim. Plastik mermi tozları ile ciğerlerimiz çıkacakmışçasına öksürürken o koridorlarda çantamızı alıp eve gitmek dışında yapabilecek pek bir şeyimiz olmazdı. Fazlasını yapmak istediğimde arkadaşlarım ‘’senin yüzünden biz dayak yiyeceğiz’’ diyerek yüzünü göğsüne gömerdi. Oysa ağladığımda bana böyle sarılan olmazdı. Ama yine de kimsenin canının yanmasını istediğim yoktu. Sinirlenince bağırdığımda insanların beni duyabileceğini unutmuştum sadece.
Gazi’de slogan duymak günlük bir olaydır. Kimse cama çıkmaz. Eğer yeterince işsizseniz kulak verip ne için olduğunu anlamaya çalışabilirsiniz.Tuhaf bir karmaşadır Gazi Mahallesi’nde hayat. Helikopter döner sürekli üzerinizde. Kimsenin sömürgesi altında değilsinizdir oysa. Hatta Gazi Mahallesi’nin sitesine girerseniz karganın hemen yanında ‘’kurtarılmış bölge’’ yazısını görürsünüz. Halbuki arkadaşımın evine gitmek için eli kalaşnikoflu birinin yanından geçtiğinizde hissedeceğiniz son şeydir kurtarılmışlık. O an Starbucks’ı olan bir mahallede oturmayı tercih edersiniz. Gazi Mahallesi o rengarenk dünyasına karanlık bulaşılmaması uğruna hapsetmiştir kendini. Özgürlüklerine tutsaktır. Bir anarşisti bile yorgun düşürecek derecede anarşi hakimdir.
C.U. (16)
ŞİŞLİ
Yaşadığımız yeri en iyi pencereden gözlemlediklerimiz anlatır bize. Burası Şişli, pencerem her daim açık. Mahalleli balkonunda çaylarını içiyor, selamlaşıyoruz. Rutin gidiş gelişleri izliyorum. Dışarıya ayak basınca rutinliği kalmıyor tabi, bir curcuna bir kalabalık. Günün her saati bir koşuşturma var, hızlı geçiyor günler. Ayak uyduramadığım zamanlar sakinliği arıyorum. Mahallelerden yükselen inşaat sesleri doğanın güzelliklerini bana unutturuyor. Penceremden görülen ince işçilikle inşa edilmiş beton yığınları ve Şişli’nin yedi harikası olan alışveriş merkezleri etrafımı çevreliyor. Güneşi sadece tam tepedeyken görebiliyorum. Merkez Şişli. Karanlık yayılıyor sokaklara.
Şişli’de tüm ışıklar yanıyor, motorlar bağırıyor, gençler kahkahalar atarak gece turları yapıyor. Canlılık hiç bitmiyor. Gündüz geceye hapsolmuşken benim pencerelerim kapanıyor, işte gerçek Şişli o zaman başlıyor.
Sayı 157 / Kış 2017