Bugün hemen hemen bütün Balkan şehirlerinde olduğu gibi Üsküp’te de iki farklı şehir yapısı karşılıyor bizleri. Biri Osmanlı’dan günümüze emanet kalan klasik “eski şehir”, diğeri ait olduğu ülkenin modern yapılarıyla çağdaş kentler.
Bazı şehirler vardır aynaya baktığınızı düşündürür. Bazıları duvara, bazıları içinize, bazıları geçmişinize ve geleceğinize, bazıları hayallerinize, hayal kırıklıklarınıza baktığınızı düşündürür. Bir şehre gitmekle geçmişinize gitmek, aynada kendinize bakmak, kaybolduğunuzda yolunuzu her zaman bulmak duygusunu hissettiren ender ülkelerden biridir Makedonya. Yıldırım Bayezid’in 1392’de fethettiği ve 522 yıl Osmanlı hâkimiyetinde kalan ülkeye 6 asır sonra misafir olup ecdadımızın ayak izlerini sürmek, neler kaybettiğinizi görmek, nasıl yeniden kazanırız sorularını en çok kendinize sormak için Makedonya’dayız. Ülkenin Büyük İskender havaalanının eski kasvetli duruşundan kurtulup başkent Üsküp’e doğru yol almak, unuttuğunuz geçmişinize yeniden dönmek gibi…
Başkent Üsküp girişinde sizi karşıla-yan soğuk beton binalar, duvarlara yazılmış sloganlar, yüzlerine hüzün çökmüş insanlar, alışveriş merkezlerinin karmaşıklığı, Türkiye’nin 90’lı yıllarını hatırlatıyor.
Brutalizm’in doruklarındaki mimari yapılar bugünün kasvetini, Osmanlı mimarisi o kasveti yumuşatmak için asaleti temsil ediyor. Şehrin yetmişlerden çıkıp gelen hayalet silueti, o siluete huzur katan Osmanlı mimarisi arasında yol alarak ulaşıyoruz Üsküp’e.
Başkente adım atar atmaz Dusko Goykovich’in “The Nights of Skopje” şarkısını dinlemek keyifli olsa da ben ezan seslerine teslim oluyorum. Uzaktan kulağınıza değen ezan seslerinin huzuru her şeyi unutturacak kadar kuşatıcı.
Bu yüzden Üsküp’ün bir başka ülkeye değil de Anadolu’nun herhangi bir kasabasına gitmişsiniz hissi uyandıran kuşatıcılığı var. Üsküp insana doğup büyüdüğü memleket gibi tanıdık geliyor.
Sokaklarında yerlisi gibi dolaşacağınız, yabancılık çekmeden sizi kalbine alacak anneniz gibi… Tanıdık bir dostla 6 asır sonra kavuşma hissi… Sıkıca sarılma… Sonra derin bir sessizlik, sessizlik…
…
Başkent Üsküp sokaklarındayız. Bugün hemen hemen bütün Balkan şehirlerinde olduğu gibi Üsküp’te de iki farklı şehir yapısı karşılıyor bizleri. Biri Osmanlı’dan günümüze emanet kalan klasik “eski şehir”, diğeri ait olduğu ülkenin modern yapılarıyla çağdaş kentler. Vardar Nehri’nin sol tarafında kalan Osmanlı’nın Üsküp’ü dramatik bir terk ediliş hüznü yaşarken, sağ tarafta Vodno Dağı’na kadar uzanan ve Yugoslavya’nın kucağında filizlenmiş zamane Üsküp’ü… Hıristiyan çoğunluğu nedeniyle daha çok güney tarafı gelişmiş olun Üsküp’ün mahzun kuzey tarafı 19. yüzyıl Osmanlı şehirlerini andırıyor. İşin doğrusu Osmanlı zamanındaki halinden sanki bir farklılığı da yok gibi.
Üsküp: “İroni nedir?” sorusunun cevabını bünyesinde taşıyan bir şehir. Birçok Balkan şehri gibi ortasından nehir akıyor. Vardar Nehri şehri ikiye bölmüş. Üsküp şehir merkezini eski ve yeni şehir olarak da ikiye ayırabiliriz. Hıristiyan Makedonların olduğu bölgede (yeni şehir) yoğun bir heykelleştirme çalışması var. Hemen her yerde heykel görmek mümkün. İnşaatlar da aynı hızla ilerliyor. Şehrin ortasında sahte bir tarih, heykellerle dolu meydanda yükseliyor. Yeni şehrin Avrupa şehirlerinden pek farkı yok. Müslüman Arnavutların yaşadığı diğer tarafta da bir Osmanlı çarşısı, çarşı çıkışında da bir pazar var. İkisi de oldukça yıpranmış ve neredeyse yıkılmak üzere. Çarşıyı gezerken Türkçe konuşan insanlara rastlıyoruz. Türkiye’deki gündemi konuşuyorlar. Müslüman nüfusun içinde Türkler de var. Şehrin nüfusu nispeten dengelenmiş, ancak Hıristiyan nüfus biraz daha fazla imiş. Arnavutların yaşadığı bölge, genellikle tek katlı evlerden oluşuyor. Sokakları bakımsız. Sultan Murat Camii’nin avlusunda bulunan ‘Saat Kulesi’ şehrin sembollerinden biri olmasına rağmen yetim bırakılmış; yolu oldukça bozuk. Cami de çarşı ve pazar gibi bakımsız. Avlunun demirlerinden şehre baktığımızda elli yıl önceki İstanbul’u görüyoruz. Maalesef insana üzücü geliyor ama Üsküp’e sanki ruhunu kaybettirmişler. Hıristiyan fanatizmine kurban edilmiş bir kent havasına sokmuşlar. “Üsküp, Makedon şehridir!” mesajını veren bir mühür vasfıyla dağına taşına kiliseler, haçlar inşa etmişler. Üsküp, içinde barındırdığı mimari eserlerle, hâlâ bir Osmanlı şehri görünümünde olsa da şehrin belirgin Müslüman kimliği, bazı milliyetçi Makedonları rahatsız etmekte. Makedonya’nın Vodno Dağına 2001 yılında, Üsküp’ün o güzelim siluetini bozma pahasına, çoğu Makedon’un kentteki etnik kutuplaşmayı arttıracağından dolayı karşı çıkmasına rağmen dikilen yaklaşık 70 metre yüksekliğinde haç dikmesi, rahatsızlığın en belirgin kanıtıdır. Kale yolunda, eskiden medrese olarak kullanılan bir kilise var. Küçük odalar, ortasında havuz bulunan geniş avlu, yuvarlak sütunlar, mumlar, papaz mezarları… Kapıda sıraya dizilmiş çocuklar dikkatimizi çekiyor. Başlarında öğretmenleri, ellerinde mumlarıyla kilise ziyaretine gelmiş anaokulu çocukları bunlar.
Çocuk: Dünyanın en güzel şarkısı. Öğretmenlerini takip ederek muhtelif Hıristiyan ritüellerini uyguluyorlar. Bakışıp gülüşüyoruz, fakat öğretmenler bu bakışmadan pek memnun olmuyor. Bize göre medrese, onlara göre kilise olan mekândan ayrılıp kaleye çıkmak istiyoruz. Kalede de şehrin her yerine sinen gerginlik havası mevcut. Kale içine kilise inşa edilmek istendiğinden, sorunu kapıya kilit vurarak çözmeye çalışmışlar. Burçlara girilmiyor. Arnavutlar siyasi anlamda oldukça zayıf. Makedonlar, Avrupa Birliği’nden aldıkları fonlarla Üsküp’ü Hıristiyan şehrine çevirmek için yoğun bir uğraş içindeler.
Aziz Bakire Meryem Kilisesi’nin bulunduğu cadde, turistlerin uğrak yeri. Her türlü yeme-içme ve dinlenme mekânları burada bulunuyor. Şehirdeki tüm ibadethaneler devlet kontrolünde olmasına rağmen kiliselerdeki temizlik, bakım ve güvenlik dikkat çekiyor. Camiler için aynı durum söz konusu değil. Üsküp’ün basık bir havası var. Makedonya’daki Arnavutlar, İkinci Dünya Savaşı’ndan beri büyük acılar yaşamış. Tito döneminde de gördükleri baskı yüzünden bugün hâlâ sesleri çıkamıyor. O günlere dönmemek adına çok şeyden taviz vermişler. Açıkçası, halk diken üstünde. Makedonya bir kıvılcımla cehenneme dönecek hafızaya sahip ve bu kıvılcımın çıkması için uygun ortam hızla hazırlanıyor. Öğleden sonra Tetova şehrine gitmek için yola çıktığımızda bu söylediklerimizin doğruluğunu kanıtlar nitelikte manzaralarla karşılaşıyoruz. Dağlara dikilmiş haçlar, yerleşim olmayan bölgelerdeki kiliseler, ormanlık alanlardaki çan kuleleri, hiçbir şekilde ulaşımı olmayan tepelere koyulmuş dev mumluklar, Müslüman köylerindeki kilise inşaatları din savaşı adı altında yeni bir harita çizmek için kurgulanmış gibi.
İnsanoğlu ne zaman bu taraf ve öbür taraf diye herhangi bir tanımlama yapmışsa; bu ayrışmanın, ideolojik kamplaşmaların, vicdan kavramının devre dışı bırakılmasının kara bir habercisi olmuştur. Makedonya’nın her iki yakasında halklar birbirine karışmış, iç içe yaşasa da maalesef “bu taraf” ve “öbür taraflar” Taşköprü tarafından ikiye ayrılmış, inanç ve ideolojik kamplaşmalar kendini belirgin bir şekilde hissettirmekte…
Bir tarafta camiler, tekkeler, ezanlar ve elifba öğrenmek için cami bahçesinde bekleşen çocuklar… Öbür tarafta geniş sokaklar, geniş meydanlar ve lüks barlar… Bir tarafta kahvehanelerde ince belli bardakları ile çay içen, umut büyüten, Osmanlı mirasını korumak ve yaşatmak için çabalayan Türkçe konuşan bir grup; diğer tarafta Osmanlı’nın ayak izlerini silmek için sembollerden hayat inşa etmeye çalışan bir grup. Bir taraf varoş diğer taraf metropol. Bir tarafta aniden karşınıza çıkan Türkçe kelimeler, çocuklar, Arnavut kaldırımları, diğer tarafta alev ve beton. Bir tarafta eski Osmanlı çarşısı Eminönü’nün yukarısındaki Tahtakale-Mercan tarafları ile neredeyse birebir benzeşen pazarlar; diğer tarafta modernite, tüketim toplumun her türlü ihtiyacına cevap veren markalar, gösterişli alış-veriş merkezleri heykeller.
500 bini aşan nüfusuyla Üsküp’ün bir tarafında ötekileştirilmeye çalışılan Türkler, Arnavutlar, Boşnak-lar, Çingeneler diğer tarafta Makedonlar, Sırplar ve Hıristiyan etnik unsurlar… Oysa ne anlamı vardı şehirleri ortadan ikiye bölmenin. Herkesten önce buraya Persler, Makedonlar, Romalılar, Bizanslılar, Cermenler, Gotlar, Slav kavimleri ve Avarlar gelmemiş miydi? Sonrasında Hunlar, Oğuzlar, Peçenekler ve Osmanlı bu topraklara gelip yüzyıllık miras bırakmamış mıydı? Kimi gelmiş, şehirlerin göklerinde nöbet tutan minareler; kimi garibi, yolcuyu Tanrı misafiridir diye ağırlayan kervansaraylar yaptırmamış mıydı? İlim irfan öğretmek için mektepler, medreseler kurmamış mıydı? Çarşılar, bedestenler, hanlar, dükkânlar kurup vakfetmemiş miydi? Bölüşülemeyen koca bir miras bütün insanlığın hizmetine sunulmamış mıydı? Şimdi nereden çıktı inanç ve ideoloji kamplaşmalarıyla Üsküp’ün ruhunu elinden almak
Nereden çıktı insanlığın varlığından beri süregelen ötekileştirme duygusunun içimizde bir şehirde, kalbimizin orta yerinde Üsküp’te gözlemlemek… İnsanların ırkı, dili, rengi ne olursa olsun birbirlerini o taraf olarak görmeleri ne büyük bir çelişkidir.
Şehirler iyidir fakat bu insanlara şehrin de bir ruhu olduğunu hatırlatmalı, bu anlamsız kamplaşmalardan uzak yeni bir hayat inşa etmeli diye aklımdan geçiriyorum.
Nurdal Durmuş / Yazar, Radyocu
Sayı 157 / Kış 2017