Irkçılık gibi konuların psikolojik ve sosyolojik hatta varoluşsal anlamlarının ortaya net bir şekilde konulabilmesi için tarihi gelişimlerinin ve süreçlerinin irdelenmesi faydalı olabilir. Fakat bu yazıda tarihi kronolojik olarak değil, batının ırkçılığı daha büyük şiddetle uyguladığı İslam coğrafyası ve insanları ile karşılaşması üzerinden okumaya çalışacağız.
İnsanlığın birbiri ile tanışıp kaynaşması, işbirliği yapması, farklı özellikleri ve yetenekleri üzerinden ilişkiler geliştirmesi için bir lûtuf olarak milletlere ayrıldığını biliyoruz. Yaşadıkları coğrafyanın birçok özelliğini dahi fizyolojilerinde ve davranışlarında gösteren insanlar birbiri ile akraba dahi olsalar, yakın köylüler bile olsalar zaman zaman dağlılar ve ovalılar olarak ayrılmıştır. Bu ayrım vesilesi ile kazandıkları zenginlikler ise dağlıların ve ovalıların birbirleri ile münasebet kurmasına, birliğin ve dirliğin sağlam tutulmasına zemin hazırlamıştır. Ancak bu farklılıkların üstünlük veya bayağılık olarak görülmesi, bunun dünya görüşü olarak benimsenmesi ise birçok dönemde kan ve gözyaşı ile insanlığa huzursuzluğu ve kaosu bir bakiye olarak bırakmıştır. İnsanın tarih sahnesine ilk çıkışı ile, yani meleklerle karşı karşıya gelmesi ile başlayan bu birlik ve dirlik bozucu kavram elbette ırkçılıktır. Özellikle dünya siyaseti ve uluslararası ilişkiler alanına dair son yıllarda yapılan akademik çalışmalarda en çok kullanılan konu başlıklarından bir tanesinin Batı’da yükselen ırkçılık akımları olduğu ayan beyan ortada. Buna mukabil özellikle mülteciler konusu da gündemdeyken, ırkçılık meselesinin uzun süre konuşulacağı da muhakkak gözüküyor. Batı’nın yine İslam coğrafyasında kendi üretimi olan silahlar ve silahlı örgütler üzerinden başlattığı İslam’ı ve Müslümanları karalama kampanyası da yine kendi açtıkları ırkçılık ateşine odun taşıyor. Burada yukarıda bahsettiğimiz kan ve gözyaşı üzerinden hareket edecek olursak söyleyebiliriz ki tüm savaşların başlangıçları ve devamlılıkları ırkçılık üzerinden sağlanıyor.
Irkçılık gibi konuların psikolojik ve sosyolojik hatta varoluşsal anlamlarının ortaya net bir şekilde konulabilmesi için tarihi gelişimlerinin ve süreçlerinin irdelenmesi faydalı olabilir. Fakat bu yazıda tarihi kronolojik olarak değil, Batı’nın ırkçılığı daha büyük şiddetle uyguladığı İslam coğrafyası ve insanları ile karşılaşması üzerinden okumaya çalışacağız. Bilinen bir durumdur ki ilk karşılaşılan batı ülkesi Roma’dır. Fakat bu karşılaşmaların uzun bir süre çok yoğun olmadığı söylenebilir. Ama karşı tarafta ırkçılığın ilk tohumları din üzerinden atılır. Ortaçağ boyunca birbiri ile sürekli didişen ve çekişen Konstantin’deki Doğu Roma – Bizans Patrikliği ve Batı Roma’daki Papalık, defalarca birbirlerini karşılıklı olarak aforoz ederler ve son olarak 1054 yılında kesin olarak ayrılırlar. Ortodoks ve Katolik Kiliselerinin kurguladıkları ayrı örgütler vesilesi ile artık ilişkileri kalmamış ve münasebetleri de her geçen zaman diliminde kötüleşmiştir. Bizans Ortodoks Kilisesi Batı’da Tuna Nehri’nden Doğu’da Fırat nehrine, Kapadokya ve Ermenistan’a ve Güneydoğu’da Suriye’ye kadar; Roma Katolik Kilisesi yani Papalık ise Adriyatik sahili ve Tuna Nehrinin batısı ve genel olarak Batı Akdeniz ve Batı Avrupa’ya kadar uzanmaktadır. Doğu Roma’nın sonradan aldığı isim ile Bizans’ın oluşturduğu toprağa bağlı Anadolu insanı ise özellikle daha temiz kalmış, yıllarca erenler vesilesi ile İslam ile yakın temasta bulunmuş ve bir dönüşüme hazır hale getirilmişti. Özellikle müslümanların bir kısmı bile bu dönüşüme inanmazken Nasreddin Hoca gibi erenlerin Anadolu coğrafyasını İslam ile yılmadan mayalama uğraşında olduklarını görürüz. Bu sebeple Müslümanlar’ın yoğun temasta bulundukları Anadolu’da ciddi bir ırkçılık meselesine rastlanmaması olağandır. Diğer taraftan Batı Roma din yorumu üzerinden, aynı dine mensup olduğu fakat yorumları farklı olan Doğu’ya karşı acımasızca davranacaktır. Irkçılığın din üzerinden meşrulaştırılarak Haçlı ordusunun hazırlandığını biliyoruz. 1096-1099 tarihleri arasında hazırlanan ve başlatılan 1. Haçlı seferleri katılan orduların miktarı ve sonuçları bakımından da önemlidir. Aldıkları yol boyunca yaptıkları zulümler göz önünde bulundurulursa bunun din kamuflajı altında farklı bir durum olduğu kolaylıkla anlaşılabilir. Özellikle Bizans’a olan zararları o kadar içselleştirilmiştir ki Fatih Sultan Mehmed’in Konstantin kuşatması sırasında ileri gelen Bizanslılar haçlılardan yardım teklif ettiklerinde Bizanslı Grandük Notoros o tarihi sözü sarfedecektir: “Başımızda kardinal külahı görmektense, Osmanlı sarığı görmeyi arzu ederiz”.
Batı’da ise ırkçılık akımı kilisenin ikiye bölünmesi ile yaşanırken üçüncü olarak protestanlığın gelmesi ile çok farklı bir tablo açığa çıkacaktır. Zira protestanlığın özetle dünya görüşü insanların doğuştan seçilmiş oldukları, cennete veya cehenneme gideceklerinin belli oluşu üzerinedir. Bu durumsa hayatta yakalayacakları başarılar ile belirginleşecektir. Artık protestanlığı seçen herkes daha çok çalışmak, daha fazla üretmek elbette şiddetle sömürülmek ve sömürmek zorundadır. Bu sebeple Sanayi devrimleri akabinde en geniş ve tehlikeli ırkçılığın Batı’nın Afrika, Asya, Avustralya ve Batı yarı küredeki kolonilerinde görüldüğü söylenebilir. Fransa, Portekiz ve İspanya gibi katolik ülkeler elbette ırkçılık yapmışlardır fakat bu nisbeten muhatabı dönüştürme, değiştirme şeklinde seyretmiştir. Fakat tarihin en sert ırk temelli vahşetinin katoliklik dışında kalan mezheplere veya yorumlara sahip ülkelerde gerçekleştirildiği görülür. Avrupa’nın ırk konusunda oldukça hoşgörülü bilinen Katolik ülkeleri ile ırkçı Protestan ülkeleri ve bunların sömürgeleri arasında büyük farklar vardır. Katolik kilisesi en azından prensipte ırkçılığı reddederken, bir çok Protestan tarikat, Kutsal kitabı ırkçı tarzda yorumladılar. Bu sebeple belki de Hollanda ve İngiltere dünyanın gördüğü en büyük ırkçı sömürge toplumları olan Güney Afrika, Amerika ve Avustralya’nın oluşturulmasından sorumludur. Bunda din yorumlarından ziyade kendi ırklarına bağlı olarak dini dönüştürmeleri baş rol oynamaktadır. Hollanda demişken Srebrenitsa katliamının görgü tanığı olmaktan başka hiçbir fonksiyonu olmayan BM ordusuna değinmek yerinde olacaktır. Ünlü zalim komutan Thom Karremans’a ve tabii ki din anlayışına göre Boşnaklar ezilmiş, fakir düşmüş ve nihayetinde yenilmiş yani ölmeyi hak eden insancıklardır.
İkinci Dünya Savaşı’nın müsebbibi olan Almanya’nın yaptıklarının ise salt Yahudi düşmanlığı (anti-semitizm) olarak okunması büyük bir hata olur. Zira bu Alman ırkının üstün görülmesidir. Nazilerin ari bir ırk oluşturmak için insan çiftlikleri kurduğunu da akıldan çıkarmamak elzemdir. Almanya’da Holocaust ile son bulan anti-semitizm, insanlık tarihindeki en korkunç ırkçı olaydı. Her ne kadar Nazi anti-semitizmi Avrupa’daki uzun süreli din hoşgörüsüzlüğünün bir sonucuysa da, Hitler’in üstün ırk teorisi o güne kadar bilinmeyen bir soykırım faciasına dönüştü. Nihayetinde İkinci Dünya Savaşı ile yıkılan Batı’nın, Avrupa Topluluğu’nu kurarken en temel amacı ve en mühim motivasyonu kendi içinde ırkçılığı kontrol ede-bilmek ve yeni bir yıkımı engellemek oldu. Bu sebeple dağdağalı bir tarihi olan Batı’nın en uzun süreli barış ve refah dönemini yaşadığını belirtebiliriz.
Bu tarihi süreçle günümüze geldiğimizde ise artık dünyanın küçüldüğü, global köy teorilerinin artık gerçekleştiği bir çağı yaşıyoruz. Sosyolojik olarak hem bu küçülme hem de dünyanın dört bir tarafında vuku bulan olumsuzluklar sebebi ile açığa çıkan mülteciler meselesi Batı’da yabancı sayısını da artırıyor. Oluşturulan topluluk anlaşmaları, özgürlük, eşitlik gibi söylemlerle bir süre kendine hakim olduğu görülen Avrupa, göçmen politikalarını tasarlarken özellikle gelecek insanları kültürel olarak dönüştürebileceğini ön görüyordu. Ancak özellikle Türkiye’den giden gurbetçilerimizin toprağa bağlı Anadolu insanı olması, gittikleri yerlere kültürlerini de taşıyor olmaları, ülkemizde çeşitli sivil toplum kuruluşlarının Avrupa’da bu öz korunmaya yönelik organizasyonları söz konusu planlamanın akamete uğramasına neden oldu. İşte günümüzde hortlayan bu ırkçılık, modern, değişmiş ve dönüşmüş bir ırkçılık değildir. Gayet ilkel, ve planlanmış, medya argümanları ile desteklenmiş bir oluşum gibi durmaktadır. Her şeyin aslına rûcu edeceğine dair söylemler de boş değil gayet.
Detaylı bir çalışma yapıldığındaysa görülen her ne kadar bir duygu dışa vurumu olarak ırkçılık ilkel de olsa söylemin modernleştiğini kabul etmeliyiz. Sömürgeleştirme başladığında ilk söylem bayağı görülen milletlerin zekaları ve fiziksel özellikleri ile ilgilidir. Ancak bugün yukarıda da ifade edildiği gibi medya argümanı kullanılarak yeni bir dil oluşturuldu. Artık diğer ırkların tembel, kötülük yapan, işe yaramayan ve en önemlisi şiddet eğilimli olduğu gibi yeni tip ırkçı, negatif önyargının oluştuğu söylenebilir. Diğer bir ifade ile bu yeni retorik, kültürel ve dini bir niteliğe bürünmüştür. Küre-selleşme ile biteceği düşünülen etnik ve ulusal farklılıkların kuvvetlendiği ve marjinalleşerek bir tepkiye dönüştüğü de görülüyor. Sonuç olarak bu tip söylemlerin ilişkileri bitireceği, gereceği ve hal böyle devam ederse batının yeni toplumsal olaylara gebe olduğu muhakkaktır. Ez cümle, Batı kendi beslediği, büyüttüğü planın komik bir oyuncusu olacak gibi. Batıca yalnızca açıktan buğz edilen, olumsuzlanan ve yaralarının müsebbibi olduğunu bildiği ırkçılık bilakis batının eline bulaşmış en büyük kirdir.
Halil İbrahim Uzun / Araştırma Görevlisi, Yazar
Sayı 158 / Bahar 2017