Irkçılığın kökenlerinin her ne kadar çok eskilere dayandığı bilinse de, araştırmalara konu olan ırkçılık kavramının başlangıcı 13. yüzyıla kadar götürülmektedir.
Irkçılık Kavramının Tarihsel ve Kavramsal Kökeni
Dünyada ırkçılığın tarihi neredeyse insanlık tarihi kadar eskidir. Irkçılık insanoğlunun farklı ırk ve deri renkleriyle yeryüzünde var olmasından bu yana; toprağa bağlı yönetim biçimleriyle başlar, sanayileşme süreciyle yükselir ve günümüzde de “farklılıklar” üzerine duyulan korkuyla devam etmektedir. Irkçılık özetle; insanların toplumsal özelliklerini biyolojik, ırksal özelliklerine indirgeyerek bir ırkın başka ırklara üstün olduğunu iddia eden düşüncedir. İnsanlık tarihi boyunca ırk ve deri rengi toplumsal statüler üzerinde belirleyici rol oynamıştır. Irkçılık, etnik, kültürel boyutlarının yanı sıra ekonomi ve inanç konularıyla da bağlantılıdır.
Irkçılık doktrinine göre insanın taşıdığı kan, ulusal-etnik kimliğinin belirleyicisidir. Irkçılık terimi çoğunlukla “etnik merkeziyetçilik” etrafında şekillenir ve kendi etnik kültür değerlerinin “tek belirleyici kriter” olarak benimsenmesiyle tanımlanır.
Literatürde “zenofobi” olarak bilinen “Farklılık Korkusu” ırklar arasında birleşmelere ve ilişkilere karşı çıkma ve milliyetçilik gibi kavramları da kapsayacak biçimde genişletilir.
Irklar arasında fark gözetilmesini doğal gören ırkçılık düşüncesi, soykırıma kadar varabilen şiddeti de haklı görmektedir. Irkçılık anlayışına göre en üstün kabul edilen beyaz ırktan sonra Moğol olarak bilinen (sarı ırk) ve en aşağı seviyede de siyah ırk gelmektedir. Irkçılığın tarihsel ve toplumsal kökenleri kadar etkili olan bir başka unsur da ekonomik kökenleridir. Sömürülen yerli halklar ve azınlıkları toplumdaki statüleri bakımından ırkçılığa maruz kalmışlardır. Ekonomik bakımdan toplumdaki en alt katmanda yer almaları tesadüf değildir.
1967’de Paris’te ‘Irkçılığın Tanımlanması Konferansı’nı düzenleyen UNESCO, düzenlediği sonuç bildirgesinde ırkçılığı; işgaller, kölelik ve sömürgeciliği haklı çıkartmak adına kullanılan kuram olarak tanımlamıştır.
Irkçılığın kökenlerinin her ne kadar çok eskilere dayandığı bilinse de, araştırmalara konu olan ırkçılık kavramının başlangıcı 13. yüzyıla kadar götürülmektedir. Irkçılık üzerine yaptığı araştırmaları ile tanınan Imanuel Geiss, çalışmalarında, ırk kavramının kullanımının ilk izlerine 13. yüzyıl Roma dilinde rastlandığını ifade eder. Kavram İspanyolca’da ‘raza’, Portekizce’de ‘raca’, İtalyanca’da ‘raza’ olarak kullanılmaktadır. Irçılık kavramı 16. yüzyılda Fransızca’dan İngilizceye değişikliğe uğramadan ‘race’ şekliyle geçmiştir.
Fransa Devriminden sonra dünyada artan ırkçılık, Avrupa topraklarında, Afrikalı köle ticareti, Yahudi ve Çingene düşmanlığı ve nihayetinde İslamafobia olarak yüzyıllardır varlığını sürdürmektedir. Tarihte ırkçılık kavramına, insanların yanı sıra kurum ve kuruluşlarda da rastlanmaktadır. Bilinen popüler örneklerinden biri “Ku Klux Klan” gibi yasal olmayan yapılardır.
Sanayileşmeyle Birlikte Gelen Sömürü Ve Köleleştirme
Irkçılık kavramı 17. ve 18. Yüzyıllarda karşımıza köle emeğinin kullanımı olarak çıkmaktadır. Toprağa bağlı üretim biçimlerinin ve yönetim şekillerinin ırkçılık üzerindeki etkisi büyüktür. 1789 Fransız İhtilali ile etnik ağırlığını daha fazla hissettirir. Tarihsel gelişim süreci incelendiğinde ırkçılığın etnik ve ekonomik boyutlarının paralel gittiği gözlenmektedir.
19.yüzyılda başlayan Sanayi Devrimi ile birlikte artan hammadde ihtiyacı sömürgecilik anlayışı ile birlikte ırkçılığın daha da güçlenmesinde etkin bir rol oynamıştır. Avrupalı devletler hammadde ihtiyacını karşılamak için Afrika, Amerika, Asya ve Okyanusya’yı sömürgeleştirmeye başlamışlardır. Sömürü sadece hammadde ile sınırlı kalmamış sanayileşme ile birlikte artan işçi ihtiyacı neredeyse sıfır maliyetle bu kıtalardaki insanlar ile karşılanmıştır. Yeni dünya sisteminde kölecilik ve ırkçılık yan yana yer almıştır. Sömürgeci devletler kendilerini ‘üstün ırk’ olarak gördüklerinden dolayı yönetme hakkını bunun doğal bir sonucu olarak düşünmekteydiler. Bu düşünce sadece sömürgeci devletler tarafından değil, düşünürler, din ve bilim adamları tarafından da benimsenmekteydi. İngiltere’de 17. Yüzyılda yaşamış siyasal liberalizmin kurucusu John Locke’un ‘kişi insandan ziyade bir hayvan gibi davrandığı için yaşama hakkını kaybedip kendini köle olmaya uygun bir duruma getiriyordur’ sözleri buna güzel bir örnektir.
Afrika topraklarından toplanan ve köleleştirilen insanlar, İngiltere, Fransa, Belçika, Hollanda, İspanya, Portekiz ve Amerika Birleşik Devletleri gibi ülkelere götürülüp maliyetsiz işgücü olarak kullanıldı. Köleler kısa vadede avantaj gibi görülse de iş piyasasında dengelerin bozulmasıyla farklı bir sorun olarak belirdi. Sosyal güvence ve ücret olmadan zorla çalıştırılan köleler varken Amerikalı, Fransız, İngiliz işçiler iş bulamaz hale geldiğinde köleleştirilen kesime karşı ırkçı duygular da artmaya başladı. Yaşananlar 20. Yüzyılda iyice belirginleşip ırkçılığın ‘yabancı düşmanlığı’ şekline dönüşmesine yol açtı. Kölelik sona erse de ırkçılık, göçmenlere duyulan nefret şeklinde günümüzde de varlığını devam ettirmektedir.
20.Yüzyılda Irkçılık: Aşırılıklar Çağı
20. yüzyılı tarihçi Eric Hobsbawm ‘Aşırılıklar Çağı’ olarak tanımlar. Çünkü tarihin gördüğü en büyük iki kitlesel savaş bu dönemde yaşandı. Avusturya’nın 28 Temmuz 1915’te Sırbistan’a savaş ilân etmesi ile başlayan, 14 Ağustos 1945’te Japonya’da ilk nükleer bombanın patlamasıyla sona eren 30 yıllık dönemde insanlık yok olmanın eşiğine gelmişti. I. Dünya Savaşı sonrası 28 Haziran 1919 tarihinde imzalanan 440 maddelik Versailles Anlaşması ile Almanya, Alsace-Loraine ve Saar bölgelerini Fransa’ya vermesinin Nazizm ve Faşizm’in yükselmesinde etkisi büyüktür. Irkçılık bahsinde Almanya’ya ayrı bir pencere açmak gerekir.
20.Yüzyılın En Irkçı Ülkesi Almanya
Alman İmparatorluğu’nun yerine kurulan Weimar Cumhuriyetinin yaşadığı zorluklar, gelir kaynaklarının kaybı, ordunun lağvedilmesi, Alman halkının büyük tepkisini topladı. Dünyanın 1929’da yaşadığı ‘Büyük Buhran’dan önce krizler yaşayan Almanya’da hayat pahalılığı ve işsizlik bir türlü önlenemiyordu. Ülkenin içinde bulunduğu koşullar ülkede radikal oluşumların güç kazanmasına neden oldu. Alman ulusunun hakarete uğradığı, ezildiği fikri toplumda hakim oldu. 19. yüzyıl düşünürlerinden Houston Chamberlain’in düşünceleri Avrupa’da, Adolf Hitler kuşağının oluşmasına sebep oldu. Yahudilere önyargılı olmak ya da nefret etmek, ırkçı antisemitizm Alman Ulusal Sosyalizmi’nin (Nazizm) her zaman ayrılmaz bir parçası oldu. İbranice Hashoa (Felaket) olarak adlandırılan Holocaust 1945 yılında kadar devam etti. Toplama kampları Dachau ve Auschwitz’te altı milyona yakın Yahudi ile beraber, çingeneler, eşcinseller, muhalifler, komünistler öldürüldü. Nazi Öjenizmi ile birlikte Alman olmalarına rağmen ‘Ari Irkın Saflaştırılması’ çerçevesinde doktorlar hastanelerde kalan engelli kişileri öldürmeye başladı ve buna “ötenazi” ismini verdiler.
Almanya’nın 1945’te yenilmesiyle, harabeye dönen Avrupa, şehirlerinin imarı ve insan gücünü karşılamak için misafir işçilere kapılarını açtı. Yabancı işçilerin Avrupa’da kalıcı olmaya başlamaları entegrasyon sorununu beraberinde getirdi. 90’lı yıllarda yeniden uyanışa geçen aşırı sağ görüşler etrafına ırkçıları topladı ve ırkçıların yeni hedefi göçmenler oldu. Bugün günümüzde göçmenlerin niceliksel artışları, ekonomik krizler, ırkçı şiddet ve ulusal kimlik saldırıları yeniden hortlattı.
Avrupa’nın Irkçı Sicili Ve Artan İslamafobia
Dünyada ırkçılık yalnızca bunlarla sınırlı kalmadı. Müslümanların ağırlıklı yaşadığı, Ortadoğu, Asya ve Afrika kıtalarında yaşanan terör olayları kitlesel göçlere neden oluyor.
Dünyada mülteci sorunu ülkelerin gündemlerinin ilk sırasına oturdu. Türkiye dışında birkaç Ortadoğu ülkesinde konaklama imkanı bulamayan mülteciler, Avrupa yolunda denizlerde boğularak can veriyor. Avrupa ırkçı siciline özellikle Suriye konusunda bir yenisini ekliyor.
Avrupa’da yükselen aşırı sağ eğilimler bir taraftan mültecilerin varlığını hedef alırken, yerleşik yabancılar farklılıkları nedeniyle dışlanıyor. Diğer taraftan da dünyada artan Müslüman sayısı Avrupa’da korku nedeni oluyor. Terör örgütleri ile özdeşleştirilen Müslümanlar, DEAŞ, El Kaide, Boko Haram, Taliban yüzünden İslamfobia’nın hedefi oluyor.
Hakan Göksel / Gazeteci – Yazar
Sayı 158 / Bahar 2017