15 Temmuz darbe/işgal girişimi ile 16 Nisan Cumhurbaşkanlığı Sistemi referandumu arasında geçen süreç, Avrupa kıtasının temel değerleri olarak tanımladığı kavramlar çerçevesinde Eski Kıta’nın yüz karası ve utanç sayfası olarak tarihe geçecek.
Türkiye penceresinden bakınca, Avrupa kıtası denince artık aklımıza, onların bize telkin ettiği gibi, demokrasi, insan hakları, seyahat ve düşünce özgürlüğü gibi kavramlar yerine ayrımcı, farklı bir görüşe tahammül edemeyen, özetle faşist bir tablo geliyor.
Avrupa, 15 Temmuz darbe girişiminde darbecilerden yana tutum aldı. 16 Nisan Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi için de Türk milletinin özgür tercihini beklemek ve ona saygı duymak yerine, belli bir yaklaşımı empoze etmek için elinden geleni yaptı.
15 Temmuz gecesinde, henüz millet, sokaklarda tanklara kafa tutar ve birbiri ardına demokrasi şehitleri kurşunlara hedef olurken, Avrupa kıtası, basını ve karar vericileriyle darbeye destek vermekle meşguldü. Tartışılmaz bir şekilde, Avrupa kıtasının “Alman parantezi”, 15 Temmuz darbe girişiminin alt edilmesinden hayal kırıklığına uğradı. İşin kötüsü, bu tutumu saklamaya gerek bile görmediler. Darbe karşıtı her türlü girişim, suçlu gösterilmeye ve cezalandırılmaya çalışılırken, bu ülkelere girişin anahtarı, darbeye destek vermek, hatta bilfiil içinde yer almak oldu. Almanya başı çekti. Hollanda ve Avusturya izledi. İsviçre’nin Alman kantonu da Avrupa’nın Alman parantezi içinde yer alan bir bölge olarak, diğerlerinden geri durmadı. Darbeye karışan asker, yargı mensubu, diplomat, kısacası her sektörden isme kol kanat gerdi bu ülkeler. Dahası bu kararlarını, “duymayanlar duysun,” edasıyla dünya aleme ilan ettiler resmî açıklamalarla. Türkiye’ye karşı her odağa kapıları açıktı Avrupa’nın bu cenahının. 15 Temmuz darbe girişimini kınama yönünde atılacak her adım, her toplantı, her beyan karşısında kolluk güçlerini buldu. Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın Almanya’da düzenlenen darbe karşıtı bir mitinge telekonferans yolu ile katılmasını engellemek üzere Alman yüksek yargısı 2 saatte jet hızıyla bir karar çıkardı. Hani neredeyse Neonazi cinayetlerini yıllardır çözemeyen Alman yargısı, işte o yargı, Cumhurbaşkanı Erdoğan’a sansür uyguladı.
Önce DİTİB ile başladı. Türkiye’ye ait kurumların temsilcilerine ağır suçlamalar yöneltildi. Casusluk-la suçlanan belirli kurumların temsilcilerine Almanya adeta dar edildi. Bu adımları, Avusturya, Hollanda ve İsviçre de izledi.
Ve ardından 16 Nisan Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi referandum süreci başladı. Yine Almanya başı çekti. Adalet Bakanı Bekir Bozdağ ile Ekonomi Bakanı Nihat Zeybekçi’nin anayasa değişikliğini Avrupa’daki Türklere anlatmak üzere düzenlemeyi planladıkları toplantılar iptal edildi. Ancak Hollanda’nın 11 Mart gecesi uyguladığı “politika”, artık aşırı sağ ve faşizmin, Avrupa’nın ana akım siyaseti olduğunu teyit eder nitelikteydi. Avrupa için faşizmden önceki son çıkış, Hollanda’da 11 Mart gecesi yaşananlara, net bir tepki gelmemesiyle kaçırılmış oldu.
Tam da Siyaset, Ekonomi ve Toplum Araştırmaları Vakfı SETA’nın İstanbul’da düzenlediği “Avrupa’da aşırı sağın yükselişi” konulu panele katılmak üzere geldiğim İstanbul’da uçaktan inince haberi almıştım.
Dışişleri Bakanı Mevlut Çavuşoğlu’nun Rotterdam’da bir toplantıya katılmak üzere gitmeye hazırlandığı Hollanda’dan skandal bir adım geliyordu.
Dışişleri Bakanı’nın uçağının Hollanda’ya inişine izin verilmiyordu. Ancak ilerleyen saatlerde, daha da şok edici bir adım atıldı ve Almanya’dan Hollanda’ya gelen Aile ve Sosyal Politikalar Bakanı Fatma Betül Sayan Kaya’ya kelimenin tam anlamıyla kuşatma uygulandı. Aile ve Sosyal Politikalar Bakanı Türkiye’nin Rotterdam Başkonsolosluğu’na 30 metre kala durdurulup, daha sonra sınırdışı edildi. Rotterdam Başkonsolosluğu önünde toplanan Türk vatandaşlarına da köpeklerle, atlı polislerle saldırıldı. Avrupa ülkelerinde 15 Temmuz’dan bu yana devam eden ve 16 Nisan referandumu yaklaştıkça tırmanışa geçen, “darbecilere kol kanat gerip, Türkiye’ye yasak getirme” politikasının zirve noktası işte Hollanda’nın bu adımı oluyordu. Başta Almanya olmak üzere Avrupa ülkeleri, darbecilere önce kapılarını sonuna kadar açtılar. Sığınma imkanı tanıdılar. Darbe karşıtlarını suçlu gösterip, yargıladılar ve hatta cezalandırdılar. 16 Nisan referandumu yaklaştıkça da “hayır” cephesinin bayraktarlığını yapıp, Türk bakanları hatta cumhurbaşkanını yasaklama cüretini gösterdiler. Almanya, Avusturya ve Hollanda bu politikada ön plana çıktı. Bu ülkelerde Türk bakanları neredeyse fiili olarak “istenmeyen adam” ilan ettiler.
Oysa, aynı ülkeler, başta FETÖ ve PKK olmak üzere terör örgütlerine kapılarını sonuna kadar açtılar.
Bu ülkeler, “hayır” cephesinin orkestra şefliğini yapmış oldular. Hollanda’da 15 Mart günü yapılacak olan genel seçimler öncesi atılan bu adım, aşırı sağcı lider Gert Wilders’in oylarının yükselmesinden rahatsızmış gibi yapan Hollanda Başbakanı Mark Rutte’nin nasıl da aşırı sağ siyasetin hattına girdiğinin göstergesi oldu. Dışişleri Bakanı Çavuşoğlu’nun uçağını yasakla-yarak, kendi elleriyle iktidarını Gert Widers’e teslim etti.
Sadece Hollanda değil, Fransa ve Almanya’da da 2017 seçim yılı ve aşırı sağ önemli oranda oy topluyor.
Aslında, Avrupa ülkeleri, özünde İslam düşmanlığı ve korkusu, yabancı düşmanlığı olan bir refleks-le, Türkiye konusunda faşist bir çerçeveye oturdu. Bütün bu gelişmelerden sonra, Avrupa’da aşırı sağın artık ana akım siyaset haline geldiği saptamasını yapmak yanlış olmaz. Avrupa’nın saplandığı bu bataklıktan çıkmasının tek yolu da, yine Türkiye’den geçiyor. Türkiye’nin temsil ettiği değerlere saygı duymaktan geçiyor. Avrupa’nın İkinci Dünya Savaşı’ndan bu yana yaşadığı en büyük kriz olarak tanımlanan mülteci krizinde, Türkiye’nin örnek alınması, sadece Avrupa’nın bu krizden çıkış yolu bulmasını değil, aynı zamanda insan hakları standardını biraz yükseltmesini de beraberinde getirecektir.
Saadet Oruç / Cumhurbaşkanlığı Başdanışmanı
Sayı 158 / Bahar 2017