İnsanın “hakkıyla yerine getirmesi gerekli” olarak sınırları belirlenmiş vazifesi dünyayı güzelleştirmektir. Bir mefhum olarak güzelliğin salt refaha yani rahatlığa veya rahat bir yaşama işaret etmeyeceği ve görecelilikten de vareste olduğu göz önünde bulundurulmak üzere dünyayı güzelleştirmenin, hayatı güzelleştirmeyi de kapsayacağı söylenebilir.
Bir münevver olan merhum Turgut Cansever kaynağını yıllarca aradığı kutlu bir söze dayanarak niteliği gereği dışa dönük bir ‘yapma’yı ifade eden sanatın asıl vazifesinin dünyayı güzelleştirmek olduğunu söylerken, bu durumun iç âlemin bir tezahürü olduğuna da vurgu yapmaktadır. Nihayetinde tabiat ile çelişki oluşturmayacak aksine onunla uyum içinde, güzelleştirme iradesini görünür kılacak san’atsal faaliyet gereklilikse, fıtri özelliklerin bir ahlak olarak ortaya çıkartılması da şarttır.
Dışa dönük eylemler cennetin yeryüzünde modellenmesi, iç âlemde “irfan” denilen ve ferdi, şahsiyete dönüştürecek yolculuk da ‘cennet insanı’ gayesini ikame etmektedir. “İnsan yaptığıdır” düsturundan hareketle, tekâmül olarak da isimlendirilen bu durum hayatta sona ermeyecek bir süreci ifade etmektedir.
Modern çağın tek yönlü ruhsuz makine ideolojisiyle tabiata dokunuşu veya tahayyülü tasarıma çeviremediği ‘beşeri’ olarak adlandırdığı bilimsel bilgisi sürüklenen dünyanın söz konusu tahribatına asla şifa olamıyor. Zira bilimsel bilgi ile eğitilen nesiller üretilmiş olanın çizdiği çerçeve dışına çıkma meziyetlerini de yitirmektedir. Hâlbuki kadim dünya görüşümüz tüm eylemlerin yüce bir ideale yönelmesi suretinde kurgulanmış, toplumu oluşturan bireylerin yaratılıştan gelen kabiliyetlerinin en güzel şekilde geliştirilmesini ve hayata geçirilmesini tavsiye etmekte fakat “en güzel şekilde geliştirmek” ifadesi ölçülü ve yerli yerinde kullanımı da şart koşmaktadır. Manaya hizmet edecek madde düşüncesi madde ve mana olgularının parçalanmasını ve doğal seyirlerinin değiştirilmesini önleyen bir tevhiddir.
En güzel surette yaratılan insan, doğal olarak güzele talip olmak üzere doğar ancak bunu tek başına gerçekleştirmesi mümkün değildir. Bu sebeple sosyolojinin kurucusu olarak görülen İbni Haldun toplum haline gelmeyi zorunlu görür. İnsan, gelişimini ancak toplum haline gelmeye yönelik olduğu ölçüde devam ettirir. Medeniyetimizde bu terkip yani eylemlerin bir mutabakat çerçevesinde işletilmesi kardeşliğin tesisi ile sağlanmıştır.
Temel dinamikleri değişmeyen medeniyetimizin kardeşliğin tesisi olarak kavramsallaştırabileceğimiz bu ilkesinin yerel şartlarda yorumu olarak husule getirilen fütüvvet (Abbasi Dönemi) ve ahilik (Selçuklu ve Osmanlı) teşkilatları şahsiyetin ortaya çıkartılmasında terbiye ile talimi iç içe tutan fen bilimleri ile sosyal bilimleri birbirinden koparmış modern çağın karşısında konumlandırabileceğimiz bir nevi sosyal ilimler ile tabii ilimleri bir araya getiren kadim okul idrakimizin bir numunesidir. Orduya daha yakın bir kurum olan fütüvvetin yerel şartlarda yeniden ve daha çok topluma yönelik yorumu olan ahilik teşkilatı bir görüşte Ahi Evran tarafından 1205’te Anadolu’ya gelmesinden kısa bir süre sonra ilk olarak Kayseri’de kurulmuş, Kırşehir’de son şekli verilmiştir [1]. Anadolu’nun her tarafına yayılan bu kurumun merkezi bir teşkilat olmaktan ziyade Ahi Evran’ın ortaya koyduğu temel umdelere ve onun manevi liderliğine bağlı, bir ekolü temsil ettikleri görülmektedir.
Ahi’nin kardeş anlamına gelen Arapça ‘el ah’ (ihvan, uhuvvet) veya yiğitlik, cömertlik anlamına gelen Türkçe ‘akı’ kelimesinden türetildiği düşünülmektedir ve kardeşliğin tesisi ile en bariz ilişkisi etimolojik açılımdan kurulmaktadır. Ahiliğin ikinci boyutu, medeniyetimizin diğer temel ilkesi olan ahlak ekseninde bir ekonomik yapılanmayı karşılamaktadır. Temsilci hususiyetleri bir yana ahiliğin okul olarak varlık alanı bulduğu yadsınamaz bir gerçektir. Eğmekten, eğitimden ziyade bireyin tekamül edebileceği gidiş yolunun/yolculuğun öğretildiği, cevherin işlendiği ahi teşkilatında usulsüz vusul olmayacağının bilinci ile san’at öğretiminin merkezinde yer alan meşk bir metot olarak kullanılmaktadır.
Öğretim faaliyetini başat aktör olarak kullanan ahiler, çıraklarını mesleki bilgi-becerilerinin yanında tavır bakımından da hayata hazırlamaktadırlar. Mesleğin yanında edebiyat ve adab-ı muaşeret, kıraat, belagât, musiki, tasavvuf, hat, tezhip, tarih ve elbette yemek pişirmek gibi gündelik ihtiyaçların temini, ahi çıraklarına verilen diğer derslerdir. Gâye başka bir ifade ile bu ham olanı pişirmek; toy olanı olgunlaştırmaktır [2]. Her çırak ustasına bakarak, onu izleyerek ve taklit ederek öğrenir. San’atı en ince ayrıntısına kadar öğrenen çırak kalfa (halife) olur. Aslında usta tarafından belirlenmiş bir çizgiyi hâd bilerek devam ettiren kalfa, yorumunda yapma edinimini ustasından şekil olarak tefrik etmesi, yorumunu kuvvetlendirmesi ve özgün bir söz söylemesi durumunda usta olabilir. Ancak ahilikte ustanın rızası ile şed kuşanan bir esnaf veya sanatkâr usta olarak iş yeri açma hakkına sahip olur.
Burada dikkat çeken husus toplumun rızık karşısında tutumudur. Burada tekelleşme veya kapital anlayıştan uzak, tüm bildiğini öğreten, kibir, haset gibi arızalardan beri, kardeşlik hukukunu üstün tutan usta vardır. Ahi Evran’ın “İlim, akıl ve ahlak ile çalışıp bizi geçen bizdendir” sözü hususun net anlatımıdır.
Ahilik teşkilatına mensubiyette de hassas bir seçiciliğin olduğu muhakkaktır. Ahi Evran’ın bu kuruma kazandırdığı esaslardan zikredilen bir meslek sahibi olmayanların alınmaması ve bu surette tekke ve zaviyelerde el açarak din sömürüsü yaparak geçinenlerin engellenmesi, esnaf ve san’atkârlara mesleki, ahlaki, terbiyevi ve askeri bir eğitim verilmesi ve üyelerine “Eline, diline, beline sahip ol”kuralının benimsetilmesi önemlidir [3].
Bir okul olan ahilik teşkilatı özellikle Selçuklular döneminde ekonomik faaliyetlerinin yanı sıra, askerî ve yönetimsel faaliyetlerde de bulunmuş, Moğol istilasında ciddi bir savunma hattı kurmuş, Osmanlı Beyliği’nin kuruluşunda ve güçlenmesinde etkin rol oynamışlardır.Ahilik diğer taraftan erbabına has ahlaki özellikler ile öne çıkmaktadır.
Doğruluktan ayrılmamak, alçak gönüllü olmak, iyi huylarını geliştirmek, kendisini halka adamak, misafirlerini sevmek, insanlara nasihat ederek onları iyi yola yöneltmek, kudreti varken suçluyu affetmek, bir sanat veya iş sahibi olmak, dindar olmak, utanma duygusuna sahip olmak, hile yapmamak, yalan söylememek, kusur aramamak, dedikodu yapmamak, kusurları örtmek, içki içmemek, zenginlere karşı minnetsiz olmak, kimseye karşı düşmanlık ve kin duymamak, büyüklere hürmetkâr; küçüklere şefkatli olmak, bel bağlamamak; fütüvvet alamet ve elbiselerini taşımak, nefis adı verilen şeytanla mücadele etmek gibi özellikler bu kuruma mensup olmanın ve bu mensubiyeti sürdürmenin şartlarıdır [4].
Ahlak ekseninde; toplumsal ilişkiyi düzenlemesi, ekonomik işlevi ve okul modeli olması dolayısı ile bize ait şehir modelinin sürdürücüsü olan ahilik, günümüz için de hitap ettiği tüm alanlar için bir çıkış yolu sunmaktadır.
Kaynakça:
- Bayram, M.,Ahi Evran ve Ahi Teşkilâtının Kuruluşu, s.92, Konya, 1991
- Taner, E. Osmanlı Esnafı, s.9 Ankara, 2009
- Gülerman, A.,Taştekil, S., Ahi Teşkilatının Türk Toplumunun Sosyal ve Ekonomik Yapısı Üzerindeki Etkileri, s.29, Ankara, 1993
- Ekinci, Y.,Ahîlik, İstanbul, 2001
Tarık Taş / Yazar
Sayı 158 / Bahar 2017