Ilık bir kış günüydü. Hava üşütmüyordu fakat uzun uzadıya dışarıda kalacaksanız yine de tedbirinizi almanız lazım gelirdi; ben de öyle yapmış, mantoma sıkı sıkıya sarılmıştım, eldivenlerim olduğu halde cebime sokmuştum ellerimi, öyle yürüyordum. Bir şeyler düşünüp yolumu kısa eylemek istedim. Sıcak bir günü düşünmek iyidir, dedim , aklıma Ürdün geldi. Yıl 2011. Ürdün’ün Petro şehrindeyim. Eğitim görmek için gitmiştim o sene. Her şeyin üst üste geldiği bir gündü. Hava hiç görmediğim kadar sıcaktı, ailemi ve dostlarımı çok özlemiştim, İstanbul’u özlemiştim, her gün kendi ülkemde şehrimde ne yapıyorsam onların hepsini ayrı ayrı özlemiştim, derslerden yorulmuştum. İşte her şeyin üst üste geldiği bir gün, hava bilmem kaç derece. Taş evlerden birinin gölgesine sığındım, elimdeki kâğıdı yelpaze yaptım düşünüyorum. Geçen ömrümün muhasebesini yapmaya çalıştım; ağır geldi. Bıraktım düşünmeyi çantamdan bir kitap çıkardım okumaya başladım. Anton Çehov’un hikâyeleriydi. Kısa kısa olduğu için, okur, dinlenir kalkar giderim diye düşündüm. Besleme hikâyesindeki Varka’yı okurken içerlendim; kendi yaşını yaşayamayan herkese içerlenirim. Bir çocuk sekiz yaşında ise sekiz yaşından büyük işler yapmamalıdır, bir adam seksen yaşındayken, seksen yaşında olmalı torun falan sevmelidir; herkes onu çok sevmelidir baş tacı etmelidir hiç yalnız bırakmamalıdır. Bu gibi şeyler. Varka, küçücük bir kız çocuğu idi, kendisinden çok iş bekleniyordu; bütün evin bakımı yetmezmiş gibi bir de çocuk bakıyordu gece gündüz. Sabaha kadar beşik sallıyordu. Neredeyse hiç uyumuyordu ve sonu da hazin biten bu hikâye, içimi dağlamıştı. Sanki çok mutluymuşum gibi oturduğum yerde, bu hikâye iyice bunaltmıştı beni. Bir süre sonra küçük bir kız ağlayarak yanıma çöktü. Hüngür hüngür ağlıyordu. Yanına gittim. Yelpazemi verdim. Olay neydi bilmiyorum ama o ağladı, ben ağladım. Bilmediğim bir üzüntünün ortağı olmuştum. Kendi üzüntümün hasretimin üstüne onun sıkıntısını koydum, ağladıkça ağladım ben de. Rahatlamıştım. Sonra çıktık taş evin gölgesine oturduk, konuştuk, güldük. Yedi sekiz yaşlarındaki bu küçük kız güldükçe dünya güldü sanki. Derken arkadaşlar geldi, gitmek zorunda kaldım. Kısa bir anın, hızlı bir vedanın, uzun hatırası kaldı bende. Küçük kız, petro taşlarından yaptığı kolyeyi çıkardı hediye etti. “Beni unutma” deyip kocaman öptü. Ne o kızı unuttum, ne gülüşünü, ne sıcak günde taş evin altında oturup soluklandığımı.
Çantamdan çıkarıp kolyeye baktım. Hala saklıyordum. Gülümsedim. Bu anı, sarıp sarmaladı beni, üşümek falan kalmadı. Sonra gerçekle yüzleşip; bu hikâyenin aslında benim değil Merve Nur’un hatırası olduğunu kendime acı da olsa itiraf ettim. Bazen oluyor böyle. Okuduğum, dinlediğim yahut anlatılan bir an, çok hoşuma gitmişse ve o andan kalan hatıra, artık bana teslim edilmişse, benim mi onların mı hikâyesi olduğunu karıştırırım. Çoğu zaman sonuca da varamam. Benim bilirim, insanlara öyle anlatırım. Büyük yalancıyım doğrusu, büyük yalancı. Ama Merve bu kolyeyi bana hediye ederek o küçük kızla konuşan benmişim, Ürdün’de ben bulunmuşum gibi hatırasına ortak etmemiş miydi? O zaman, bu hatıra, aynı zamanda artık benim. O küçük kız, benim arkadaşım. Onunla ağlaşan da gülüşen de benim. Unutmayan da.
Sema Can / Yazar
Sayı 158 / Bahar 2017