“Hasan Aycın Çizgisi” dediğimizde iki manayı ihtiva eden bir cümle kurmuş oluruz. Birincisi çizgileri, ikincisi çizerken durduğu yer. Hasan Aycın, o yeri “Ben bir Müslümanım!” diye doğal biçimde tekrar tekrar altını çizer. Müslümanca bir duruş ve bu duruşun gereği olarak hakkını vererek yeteneğini kullanmak… Çizgiyi davet, tebliğ, uyarı, ikaz aracı kılmak… Çizgileriyle zihinlerimize ışık, kalbimize tohum saçan ustayı bu sayıda TOHUM’a konuk ettik.
Onunla, dervişcesine kuytusuna çekildiği ve bin bir emek gerektiren ürünlerle hemhal olduğu tarlaların içindeki köyünde, Aslıhantepecik’te buluştuk. Çocukluğunun geçtiği sokakları yürüdük birlikte. Dizlerine derman geldiğinde ilk adımlarını attığı, yorulduğunda yaslandığı duvarın şahitliğini paylaştık. “Çizgiye” dair konuştuk.
Çizgiyi konuşurken insanı, kitapları, dünyayı, ıstırapları, ümitleri sözümüze kattık. Söyleşide yalnız değildi Aycın. Çevremizde kocaman ağaçlar, renk renk çiçekler, çeşit çeşit kuşlar vardı. Yanı başımızdan bir su akıyordu.
Masada kardeşi Mustafa’nın yanı sıra köyden komşuları ve Balıkesir’den dostları vardı. Sorulara cevap verirken bazen gözlerimizin içine içine, bazen ağaçlara, bazen önüne, bazen göğe baktı. Sohbetten sonra İstanbul’a dönerken hepimiz “İyi ki bu söyleşiyi yaptık” diyorduk.
EROL ERDOĞAN: Klasik bir soru ile başlayalım. Hasan Aycın, hep “çizer” olarak tanımlandı. Siz “karikatürist” tanımına uzak durdunuz. Size göre, karikatür ile çizgi arasındaki fark nedir?
HASAN AYCIN: Doğrusu, ben ne karikatür üzerine ne de çizgi üzerine oturup düşünüyorum. Öteden beri derim ki, karikatür diyenler var, çizgi diyenler var; ben kimseye karışmıyorum ama çizgi denilmesini tercih ediyorum. Şimdi karikatür üzerine konuşmak mümkün fakat çizgi üzerine konuşmak henüz erken. Çünkü çizgi yeni bir süreç, bu alanda daha ne gibi örnekler çıkacak onları görmek lazım. Buna ömrüm yeter mi, yetmez mi bilmiyorum ama benim çalışmalarım ona temel teşkil eder ve ilk örnekleri oluşturursa bu beni memnun eder.
DEMET TEZCAN: Çizgilerinizin uyaran ama incitmeyen bir yanı var. Karikatürün ise kusurları önceleyen ve abartan bir yanı var.
H.A.: Kabul edelim ki, karikatür Batılı bir sanattır, Batı’da neşvü-nemadır. Ben geldiğimde, benim açımdan problem başladı. Ben de karikatüre normal bir izleyici gibi yaklaştığım zaman problem yoktu. Çizmeye başladığımda, kendi kimliğimle bu işe katılınca benim tercihim dışında başka bir vakıa çıktı ortaya. Ben Doğuluyum ve Müslümanım elhamdülillah. Benim kimliğimi oluşturan değerler, Batı’nın değerleri değil. Benim değerlerim beni öyle bir kimlik sahibi yapıyor ki, Batı’nın değerlerinin karşısında konumlanmam gerekiyor. Yani onların değerleriyle doğal olarak çatışmam gerekiyor. Karikatür yaparken, Batılı karikatüristler gibi yapamazdım. Bu en başta bilinçli bir tercih değildi ama kimliğimden gelen zorlama bir tercihti belki. Ben nasıl karikatür yapmaya başlamadan önce Müslüman biriysem karikatür yaparken de Müslüman olmak zorundayım ve dünyadan göçerken de böyle geçmek zorundayım. Ahiretteki hesap açısından da benim bu tavrım. Orada beni rahatlatan, yüzümü ak eden bir seçim, yaklaşım olmalı diye düşünüyorum. Batılı değerlerde muhatabını aşağılamak, hor görmek, küçümsemek, incitmek, çarpıtmak maharet sayılabilir. Bizim kimliğimizi oluşturan değerlerde ise tüm insanlar ve doğal olarak kendimiz de aziz, üstün yaradılışlı varlıklarız. Allah’ın ahsen-i takvim üzere yarattığına inandığımız varlıklarız. Dolayısıyla bu ilkeye teslim olmak, karikatürü Batılılar gibi yapmamı mümkün kılmayan bir şey. Yani bir yol bulmak zorundaydım.
E.E: Bizim kültürümüzde olan hicvetme sanatı ve orta oyunlarındaki karşı tarafı aşırı yergi, karikatürdeki yerme-abartma ile uyuşmuyor mu? Bu noktada Doğu ve Batı benzemiyor mu birbirine?
H.A.: Biz bugün insanlığın bütün değerlerinin harman olduğu bir havzada yaşıyoruz. Doğulu olarak yaşıyoruz, Batılı olarak yaşıyoruz ama potanın içindeyiz. Etkilenmemesi, birbirini tetiklememesi mümkün değil. Ben Müslümanım, benim yaklaşımımı belirleyen bir fark olmamalı mıdır? Dışardan bakıldığı zaman Müslümanların kahir ekseriyeti Batılı bir profile sahip. Batı tarzının insanlarıyız ama özde Müslümanız ve Batılı olmadığımızı da, müsaade etsinler söyleyelim. Çizgi bir ifade biçimiyse, asıl orada söylemektir esas olan, öbür tarafı teferruat kısmıdır. Yani zahirdeki kısmı o da sanatımıza, hünerimize, söylediğimize denk düşüyor ise daha makbul bir sonuçtur.
D.T.: “Ben kendi vereceğim hesaptan mesulüm” demiştiniz. Çizgileriniz Allah’a vereceğiniz hesap üzerine kurulu. Ama nihayetinde bizler aciz kullarız; kızarız, üzülürüz, incinir, incitiriz. Hani kaleminizle çelişkiye düştüğünüz, kaleminizin incitmek istediği, sizin tuttuğunuz zamanlar olmuyor mu?
H.A.: Oluyor tabi. Kendinizi zor tuttuğunuz zamanlar oluyor. Kör göze parmak, öyle haksızlıklar, öyle adaletsizlikler yaşanıyor ki, siz bunlar Müslümanlara yapılmasa bile tepki göstermeniz gereken haksızlıklar, zulüm varken bunların bizzat Müslümanlara yapıldığını görünce acısı daha artıyor. Buralardan kalkarak çizgi çizerseniz, sanat yapmaya kalkarsanız, elbette o öfke ve hınç sizin yakanıza-paçanıza yapışacaktır. Ama onu sanatın formu içinde yaparsanız kendinizi tutmak zorundasınız.
D.T.: O zaman çizginin bir karakteri oluyor ve mümin bir kimlikle mümin bir çizgiyle karşılaşıyoruz.
H.A.: Çizginin mümini olmaz çizerin mümini olur. Yani “gölgesi sahibine benzer” derler.
D.T.: Sizin çizgilerle ilgili en fazla eleştirilen şey şu: Hasan Aycın anlaşılması zor bir çizer. Siz çizerken, anlamak için üzerinde düşünsünler, hemen anlamasınlar, ilk bakıldığında mesajı hemen almasınlar şeklinde bir kaygınız var mı?
H.A.: Hayır. Başka bir kaygı var aslında. Şiirde de öyledir, çizgide de öyledir, sanatın birçok türlerinde bu böyledir; eserin kendisi kendini izah etmeli, gücü de ordadır. Şair mısralarla bir şiir yazıyor, diyor ki işte ben burada sembollerle şunları anlattım, bunu söylemek istedim. Kime söylüyor, muhatabına söylüyor. Şiir nereye gidiyor, şairin ulaşamayacağı her yere gidiyor. Şairin kalamayacağı zamanlara gidiyor. Şimdi o şairin herkese, gelecek zamanlardaki muhataplarına da ulaşarak tek tek ben bunu söylemek istiyorum, ben bunu anlattım deme şansı yok. Yani eser ve eser sahibi birlikte seyahat edemezler. Eser gittiği yerde kendini izah edebilir ama muhatap da istediğini anlamakta özgürdür. Eser orda sahibinden bağımsız hâle gelir.
VEYSEL BAŞAR: Eserlerinize baktığımızda bazen bir felsefenin, bir düşüncenin, bazen bir şiirin, bazen vecde gelmiş duyguların karşılığını kendimizde görüyoruz. Bir de, sizin çizgileriniz isminiz olmasa bile yanında bir karakteri ifade ediyor. Eserinize bakan insan bunu çizenin hissiyatını anlıyor. Gerçekten böyle hissederek mi çiziyorsunuz ya da hani sizin böyle bir melekeniz var çiziyorsunuz, insanlar bunu yorumluyor mu?
H.A.: Şimdi böyle ikili bir durum çıkınca soruda bana düşen şu oluyor, ikisi de doğru. Bir tanıklık etme sanatıdır sonuç itibariyle. Tanık olduğunuzu gösteriyorsunuz, “Ben bunlara tanık oldum.” diyorsunuz. Bir hikâye var tam burada o geldi aklıma, onu zikredeyim. Hz. Yusuf pazara çekildiğinde şöhreti dört bir yana yayılmış “Pazara Yusuf gelmiş, pazara Yusuf gelmiş!” falan diye. Görmek isteyen pazara koşuyor. Hikâye bu ya, bir tane acuze bir kadın geliyor. Yoksul, kimsesiz, sadece ip eğiren bir kadın, başka bir işi yok, elinde bir iplik çilesi var, bir çile yumağı. Onunla geliyor, başka bir şeyi de yok. Alıcıların arasına katılıyor, “Senin ne işin var burada!” diyorlar. “Benim bir şeyim yok, bu çile yumağından başka bir şeyim yok, ben de biliyorum onu ben alamam.” diyor. “E ne işin var burada?” O ise “Âşıklar defterinde adım olsun istiyorum” diyor. Bizim işimiz tanıklıktır. “Ben bunlara tanığım” diyoruz. Bir sergide gelen ziyaretçilerden biri benimle konuşurken “Bu çizgilerin arkasında, her birinin arkasında derin insanlık acıları var. Siz buraya geldiniz, asılmış ve seçilmiş olanları gördünüz. Uzak durun bu işlerden.” dedim. Çocuğu olan bir anne, yanında oğlu var. Sonra devam ettim: “İster misiniz, çocuğunuz bütün insanlar hayatın keyfini sürerken o insanlık acılarıyla hayatını geçirsin. Eğer bunu yapacaksa o zaman tam destek verin, yani niçin bunu yaptığını bilmeliyiz.” Çocuğa da dönerek “Oğlum, başka türlü yaparsan, bir ömür dolu dolu çizsen de ahir ömründe şunu görürsün, başkasının ağzıyla bir ömür yemek yemiş insan gibi hissedersin kendini.” demiştim. Bu bizim tanıklığımızdır. Başka bir zamanda gelmiş olabilirdim, yani yeryüzünün böyle olmadığı bir zamanda dünyaya gelmiş olabilirdim. Başka biri olarak gelmiş olabilirdim. Gelecek zamanda da gelmiş olabilirdim. Hiç gelmemiş de olabilirdim. Bu zamanda isek, burada isek kendi zamanımızda, bunun nedir hikmeti neyin tanığı olarak biz şey yapacağız, görebileceğiz, misyonumuz nedir diye bakmayacak mıyız, sormayacak mıyız ya benim bir hünerim var yazarım, benim bir hünerim var çizerim, çalarım söylerim filan. Elbette yani bu işin yetenek tarafı olmazsa olmaz. Ama işin asıl dert tarafı başka bir şeydir bence.
V.B.: Çizgilerinizde şöyle bir şeye tanık oluyorum. Tespit yapıp levha gibi asıyorsunuz. O anki durumu insanların görmeleri gereken şeyi bir çizgiyle… Ama bu sadece o anki durumu ve insanların hissiyatına tercüman olabilecek bir şeyi yansıtıyor…
H.A.: Bu senin öznel bakışınsa doğru. Ben böyle hissediyorum ama mesela bazen çözümleyici şeyler de görmek isteyebiliyor insanlar. Yani daha böyle hissiyattan ziyade karşı tarafı yargılayıcı ve onları belki de aşağılayıcı. Eğer sevinciyse onu bulmak, eğer hüznüyse bunu yapanları ya da bu hissettiğimiz şeye sebep olanları da aşağılamak, küçük düşürmek. Bunlar hiç çizgilerinizde yok sadece tespit yapıp onu asıyorsunuz ama o yaptığınız şeyler gerçekten insanın yüreğine dokunacak şekilde oluyor.
Yani burada şunu yapıyorum; başka biri değil de sizin baktığınız o çizgilere bakar ve bana derin öfkeler besleyebilir. Sonuç itibariyle kendi bakışından sorumludur. Kendi nasibi kadar yapacaktır. İnsanı tanımlayan o kadar çok tanımlar var ki, bunları hüküm haline getiriyorlar “bu budur” diyorlar. Benim çizgilerimin temelinde hep insan var. Kadın yoktur, erkek yoktur, meslekler, milletler, şunlar bunlar yoktur. İnsan vardır. Belki de Kur’an’da tanımını bulan insan tipine en yakın en yalın olan şey. Yani ayrıntılar yoktur, kılık kıyafet gibi bir takım şeyler yoktur.
V.B.: Sonradan kazanılmış farklılıklara hitap etmiyorsunuz, bizatihi kendi özüne, cins olarak…
H.A.: O tip her şeye karşılık geliyor zaten. Mesela zulüm. Bizim düşmanlığımız ancak zalimleredir. Yani kâfirlere, müşriklere, şunlara bunlara, ötekilere berikilere, zalimlere… Zulüm iki insan arasında veya insanlar arasında. Eylem söz konusu ise zalim ve mazlum vardır. Taraflardan biri zalimdir biri mazlumdur. Ben hep mazlum tip üzerinden anlatmayı deniyorum zulmü. Herkes kendiyle de özdeşleştiriyor biraz bunu. Zalim tip, özel tipler, özel şahıslar falan yok, şahsiyetler yoktur. İzmler vardır, anlayışlar vardır ama tarihin şu şahsiyeti, bu tipi ya da günümüzün filanı. Sonuçta ama yani çiziyorum ve bunlar günlük siyasi gazetelerde efendim, edebiyat dergilerinde, bir takım misyon dergilerinde yayınlanıyor. Şimdi siz benim çizgilerime “sizin çizgileriniz” derken aslında bu geniş yelpaze ile yayınlanan çizgilerden bahsediyorsunuz. Onların içinden seçiyorum albümlerde yer aldığı zaman bunlar işte orda, şurada, burada yayınlanmış olan çizgilerden. Bir önceki albümden sonraki dönemde yayınlanan çizgilerden oluşuyor, onlardan seçiyorum. Elbette her birinin okuyucuları, izleyicileri farklı; beklentileri farklı. Kimisi böyle küt diye oturan çizgiler bekler. Bu yönde eleştiriler de alıyorum.
E.E.: Bir kütüphane düşünelim, kütüphanede çizgi veya karikatür bölümü yok. Sizin kitaplarınızın o kütüphanede hangi bölümde yer almasını istersiniz? Şiir mi, felsefe mi mesela?
H.A.: Bir tuzak soru… Şöyle cevap vereyim; çizgilerimize şiir diyenler, çizgiyle şiir çiziyor diyenler var, siz ne diyorsunuz diye…
E.E.: Dua mecmuası diyenler var, ayet tefsiri diyenler var.
H.A.: “Diyenler” diyorlar diyorum ben de. Herkes bir şey söylüyor.
E.E.: Nereye koysun kütüphaneci kitaplarınızı?
H.A.: Kütüphaneye koysunlar da nereye koyarsa koysunlar.
D.T.: Hep yetişkin Hasan Aycın’ı konuştuk. Ben yolun başına dönmek istiyorum. Sekiz yaşına kadar yaşama umuduyla, bacağının kesilmesi ya da kesilmemesi ihtimali arasında gidip gelen, işte sürekli oturan, oturduğu yerde defalarca unutulan, avutulan; bir gün Hızır gibi çıkıp gelen yaşlı kadının tedavisiyle yürüme tecrübesini ilk kez sekiz yaşında yaşayan çocuğu konuşmak istiyorum.
H.A.: O Hızır gibi yetişen kadıncağız, buraya yakın bir yerde, eski adı Bozlar şimdi Selimiye olan, oradan gelen bir kadındı. O ilaçları o kadın hazırlamıştı. Takriben bir yıla yakın sürdü. Ben ayağa kalkmadan vefat etti. Allah rahmet etsin. Beni görmedi ama rahmetli anneme “Sana bir takım ilaçlar bırakıyorum, bunları benden gördüğün biçimde bitinceye kadar uygulayacaksın. İnşallah çocuğun yürüyecektir.” demişti. İki ay kadar da annem devam ettirdi ilaçları. Sonra hamd olsun, ben yürüdüm. O kadın buralı değildi. “Edirneli Ayşe abla” olarak şöhreti vardı buralarda. Edirneli değil aslında, Rumelili. Oradaki dönemin zor şartlarından genç yaşında kocasıyla birlikte kaçıyorlar, çocukları yok. Hikâyesi başlı başına bir şey. Belki sıradan bir hikâye ama benim hikâyemle çok özdeşleştiği için, daha doğrusu benim hikâyemi besleyen bir damara dönüştüğü için benim için çok önemli. Edirne’ye geldiklerinde kocası ölüyor, kimsesi yok. Tekrar evleniyor. Sonra o kocası da ölüyor, kadıncağız yaşlanıyor, çocukları olmuyor. Kocasının çocuklarını da sahiplenmiyorlar.
Şimdi bu köyde ahir ömründe bir adamın hanımı ölüyor, o da beni evlendirin diye dayatmış çocuklarına, onlar da orası burası arıyorlar, bulamıyorlar. Ta Edirne’ye kadar gitmişler. Oralarda bu kadıncağızı bulmuşlar. Kadının buradaki kocası da çok geçmeden ölüyor fakat buradaki insanlar ona sahip çıkmışlar. “Ya sen bizim annemizsin artık biz seni bırakmayız.” demişler. Ben o zaman beş yaşındayım, bizim köyde annemin amcasının kızının düğünü var, o düğünde teyzemler, hepsi rahmetlik oldu bu insanların, annem filan beni de götürdü kadınların arasındaki eğlenceye. Orada gördüm ben bu kadıncağızı. Meğer damat tarafının akrabasıymış. O kadına diyorlar ki “Hadi gel gözün gönlün açılır seni de düğüne götürelim” falan. Orada karşılaştık, Allah buluşturuyor. Bana kızmıştı orada onu hatırlıyorum. Çünkü sadece kadınların eğlendiği bir yer, ben de beş yaşındayım ama hiç unutmam “Aaa, bu koca adamın ne işi var kadınlar ahenginde?” demişti. Öyle tatlı sert bir şaka yaptı. Büyük teyzem ona “Bizim oğlumuz yürüyemiyor.” dedi. Onun üzerine kadıncağız kafasını uzattı sonra biraz daha yaklaştı filan. Aralarında konuştular. Biz oradan paldur küldür sevinçle eve geldik, benim tedavim o zaman başladı. Şimdi ben hep şunu düşündüm; bu kadının bütün macerası benim için. Baktığım zaman onu görüyorum. Yoksa burada ailemin imkânları, zaten babam çiftçi ve yoksul birisi, buradaki tıbbi imkânlar, İstanbul’da amcamlar var babam oraya götürüyor, Gureba’ya götürüyor falan. Her yerde diyorlar ki “Hastanın bacağı kesilecek.” Hem de kökten. “Bu kesilmezse öbürüne de sirayet eder. Onu da kesmek zorunda kalırız. Bacaklar kesilmezse ölür.” deniyor. Yani babam bu durumu kabullenemedi. Aklımın erdiği zamanlar hep böyle, ta oralardan başlıyor zaten kavrayışlarım. “Madem öyle, ben gideyim memleketimde kestireyim, orada da keselim.” diyorlar. Buraya geldik tekrar. Burada iki doktor vardı. Zaten şehirde çok doktor yok. İkisi de önce para istiyorlar.
“Önce parayı ver ondan sonra keselim.” deniyor. Babamda para da yok. O parayı bulamadı. Son çare dedeme gitti. Müşahedat’ta uzunca anlatmaya çalıştığım. Dedem “Bırak oğlum, ömrü olduğu kadar yaşasın çocuk.” diyor. Şimdi “Sen bu çocuğa ömrün olduğunca bakarsın, sonra n’olur bu çocuk, kestirme.” diyor. Zaten parası da yok. Babam o zaman rahatladı ama sonrasında bu kadınla karşılaştık. Bendeki fotoğraf itibariyle söylüyorum, sabah akşam seansları vardı. Büyük bir özveriyle sekiz ay burada kaldı, kendi köyünde bile değil. Para yok pul yok. Bunu ücretle de yapmıyor. Bir şey var onu kadıncağız tatbik etmeye uğraşıyor, bütün sermayesi kibrit çöpleri. Kibrit çöplerini sivriltiyor, yaraları onlarla kurcalıyor. Alet yok, edevat yok. O ilacı koyuyor sabah, ikindiden sonra geliyor tekrar koyuyor. Ertesi sabah tekrar, günde iki seans. Çok belki çileli bir yöntem. Yaptığı şeyi sorduğumuz zaman, “Ocaktan evladım.” Diyordu. Ben ocağın ne olduğunu bilmiyorum tabi. Sonra anlatıyorlar işte Peygamber Efendimizin başlattığı bir şey bu, ocaktan yöntemi, ondan ona, ondan ona, elden ele gelir, şimdi “Bu kadın zincirin son halkası” falan demişlerdi. Geliyor, abdestini alıyor, iki rekât namaz kılıyor. Sonra bismillah deyip başlıyor. Dikiyor sarıyor güzelce. Çok can yakıyor tabi uyuşturucu bir şey yok o zaman, narkoz yok. Allah rahmet etsin, nur içinde yatsın.
D.T.: Çocukluğunuzu okuduktan sonra tekrardan dönüp Hasan Aycın’a baktığımda o çocuk ıstırapları, teri, gözyaşı, yoktan var edeni, olmazları olduranı tecrübe etmiş olarak, bir umut fısıltısı olarak yanı başınızda sanki. Hasan Aycın’ın gözlerine, çehresine, o mütebessim çehresinin derinliklerine baktığımızda geride o çocuk var sanki. Yani bakınca sanki işte bu saçlar, bu sakal şimdi ağarmamış da o ıstıraplı yıllarda ağarmış gibi.
H.A.: Bunların hepsi belki var ama biraz da işin başka bir tarafı var. Bir kere ben şımartılmış bir çocuğum. Babaannem ve dedem beni çok severdi. Öyle torunlarını ve çocuklarını bile doğru dürüst dizine almamış bir insandı ama beni severdi. Anneannemin bana sevgisi vardı, o mesela beni hep ‘telli gözlüm’ diye severdi. “Telli gözlü Hasan’ım” diye. Sanki ben emanetim, emanet yaşıyormuşum gibi bir çocukluk psikolojisi temel oluşturuyordu o hayatımın ilk günlerinde. Çünkü ailenin ilk çocuğu benim dünyaya gelmemden birkaç ay önce vefat ediyor. Ben dünyaya geliyorum. Büyük bir acı, hatta annemin amcasının bir cumartesi günü cenazesi var, üç yaşında o gidiyor, çok tatlı bir çocukmuş, cenazeye katılıyor. Onu da çok seviyorlar. Cenaze namazı kılıyorlar. Fakat o gece hastalanıyor, pazar, pazartesi sabah, geceden geliyorlar dispansere o zaman. Balıkesir’e getiriyorlar. Tabi kuyruk var, annemin kucağında orada, sıra gelinceye kadar ölüyor.
D.T.: İşte o ölen abinin giysilerini giyen, adını alan, gözlerinde onun göz rengini taşıyan küçük Hasan Aycın küçüklüğünde düşünür müydü acaba, annem babam benimle mi hemhal oluyor abimle mi diye? Böyle hisleriniz olur muydu?
H.A.: Şimdi, başka bir şey oluyor işte tam burada. Çünkü ben onu herkesten daha çok merak ediyorum. Onun adını bana vermişler. Müşahedat’ta da bahsini etmeye çalışıyorum. Herkes benim için diyor ki “Sakın adını Hasan koymayın bu da ölür.” Babam kabul etmiyor, “Yok, benim oğlum adıyla doğdu.” filan diyor. Onun giysileri, onun eşyaları olduğu gibi bana kalıyor. Ben onun adıyla, onun eşyalarıyla büyüyorum. Kendimi bildiğim zaman bakıyorum ki etrafımdaki bütün gözler beni çok seviyor, kimse bana sesini yükseltmiyor. Herkes “Ne zaman ölecek?” gözüyle bakıyor. Yanımda hep cennet konuşuluyor. En çok anlatılan hikâye, önceki çocuğun hikâyesi… Cennet bir adımlık mesafede, oraya önce ben gideceğim, tüm bakışlarda o var. Kardeşim beni orada bekliyor. Şimdi böyle bir dünya, yani her şey çok tatlı, acı diye bir şey yok. Özellikle maddi acı çok fazla. Yani canlı canlı o kadıncağız müdahale ediyor. Büyüklerden iki kişi beni yüzü- koyun bastırıyor, annem, teyzem; bacağıma müdahale edilirken. O öyle rutin hale geliyor ki bu benim şikâyet ettiğim bir şey değil. Daha sonra beni ilkokula giderken iki yıl sırtında taşıyan teyze oğlum var. Benden üç yaş büyük. Teyzem ona yumurta veriyor veya 25 kuruş falan para veriyor. “Hadi git, bakkaldan Hasan’a bir şey al.” diye. Onun her zaman söylediği bir şey var: “Kader talih alırım.” Kader talih diye o, zamanlar yeni bir şey var. Sakızlı bir şekeri var, yanında da plastik bir oyuncak çıkıyor. İçinden ne çıkarsa… Onun derdi, şekeri Hasan yesin talih bana… O gider onu alır sevinir. Ağlamaya başladığım zaman o şekeri bana verirler. Annem de benimle beraber ağlar ve ağlarken gülmeye başlar, böyle bir şeydi. Teyzem, Allah rahmet etsin teyzem beni çok severdi.
D.T.: Bir söyleşinizde, o dönemleri kastederek, “Benim kadar gökyüzüne bakan olmamıştır.” diyorsunuz. Acaba gökyüzüne bakarken havada boşluğa mı çizerek ilk çizgi yolculuğunuz başladı? Çizginin sesini ne zaman duydunuz?
H.A.: Arif Ay “Elinde karıncaların sözlüğü.” diye bahseder. Ben o günlerden o sözlükle çıktım. Şimdi şuradan bakıyoruz, güzel bir manzara var; ağaçlar, dal uçları, yapraklar… Siz ne görüyorsanız? Ben kesinlikle başka bir şey görüyorum. Bir şeye sürekli bakarsanız o zaman “Aaa Hasan bunu söylüyormuş.” dersiniz belki. O nedir? Onu ben size söyleyemiyorum. Fakat yürüyemiyorsunuz, çakılı bir konumdasınız, buradasınız, hep buraya bırakılıyorsunuz. Çünkü ailenizin başka bir imkânı yok; sizi oraya, şuraya buraya falan götüremiyor. Buradasınız. Karıncalar geliyor, ayağınızı kıpırdatamıyorsunuz. Karınca geliyor, ayağınızı ısırıyor, hissediyorsunuz, bir şey yapamıyorsunuz. Kedi köpek geliyor, kuşlar geliyor. Şimdi böyle bir şey düşünün, orada unutuluyorsunuz zaman zaman. O arada neler oluyor ya da ben sorayım neler olmuyor? Rüzgâr, böyle baş döndüren hareketler, yani etrafın hareketleri… Dal uçları, yapraklar, hışırtılar, börtü böcek… Bütün bunlarlasınız, gündüz ayrı, gece ayrı. Hem gideceğiniz bir yer yok, hem olduğunuz dünyada ya da evren içinde sahip olduğunuz tek yer de orası. Ailem de beni oraya bırakıyor. Her şeyi seslerinden tanıyorsunuz. Sonra gün dönüyor, kuşlar gidiyor. Çocukken şunu hissediyorsunuz. Bunu söyleseniz şiir olur ama o zaman söyleyemiyorsunuz. Bir sessizlik, dersiniz ki tüm kuşlar gitti ya! O an, ben kuşların sesleriyle uçtuğunu bilmezdim diyorsun. Bu anlatılan yeni bir şey değil. Şimdi orada ama görsel bir alfabe oluşmuş. Neresi her şeyin bittiği yer, her şeyin bittiği yer kendi istikameti, kendi gittiği yerdir. Size göre neresi, sizin gitmek istediğiniz yer neresiyse adeta hepsi oraya gidiyor. Odaklandığınız da bir tek yer var: Cennet. En çok sevdiğiniz insan orada, kardeşiniz. O sizi bekliyor. Böyle bir şey yapıyorsunuz, herkesi bekliyor ama şanslısınız, önce siz gideceksiniz. O bütün görsel örüntünün, geçmiş olan o detayların içinden geçerek oralara gidiyorsunuz. Diyorsunuz ki dünya çok büyük evet ama günbatımlarını kaçırmadan benden başka izleyen kimse yok. Çocukken bunu hissediyorsunuz. Gökyüzüne bakıyorsunuz, gökyüzünde yıldızların o kadar yakın olduğunu başka türlü anlayamazsınız. Zaten insanlar, elektrikli ve ışıklı gecelerden sıyrılıp da anlayamazlar. Yıldızlar kayıyorlar, sanki kucağına düşecekmiş gibi. Bu kadar işin içine giriyorsunuz, bu tarif edilmez bir şey. Sessizsiniz, hiç konuşmuyorsunuz. Hareket etmiyorsunuz, ayaklarınız yok ya da insanlar sizin konuşmadığınızı sanıyorlar, yürümediğinizi sanıyorlar. Oysa siz geziyorsunuz, kimsenin gitmediği yerlere gidiyorsunuz. Bu gün gelip kabul gören bir ifade biçimine dönüştüğü zaman, dönüştürdüğünüz zaman, bu imkânı yakaladığınız zaman bunun çok büyük bir ayrıcalık olduğunu görüyorsunuz. Oysa bana bunları hiç kimse öğretmedi. Resim öğretmeni yok hayatımda. İlkokul, üniversite… İki eğitimde de bir resim öğretmeni yoktu. Benim özel bir merakım da yok. Ya bu insanlar ne yapmışlar, kim ustalar şunlar bunlar… Böyle bir şeyim de yok. Ama çizmeye başladığımda ben bu alfabeyi, bu karıncaların sözlüğünü elimde hazır bulmuş olduğumu sonradan gördüm. Bir de hakikaten yeteneğim varmış. Elime geçen şeyleri önce hep karalardım, bir şeyler falan, neyse o… Kalem, çivi, bir çomak vs. Halen de altmış küsur yaşıma geldim notlarımı falan çizgilerle alırım.
D.T.: Toprağa çiziyor muydunuz o sürekli oturduğunuz dönemde?
H.A.: Tabi, taşlara bile kazıdım. Daha sonrasında hayvan otlattığım yıllar vardı arazide. Ben buralardan gidip tekrar döndüğümde dolaşırdım ilk başlarda. Şuralara çivilerle bir şeyler yapmıştım, şu kayalara falan; gidip onların bir kısmını bulmak garip bir heyecan veriyor tabi.
MUSTAFA CANBEY: Aslında Hasan Abi çizgiye başlamanız, biraz yeteneğinizin varlığı, biraz da zorunlu olarak hastalığın sizi yoğunlaştırması…
H.A.: Zorunluluğu şöyle ise kabullenemiyorum. Birileri zorluyor dışardan, zorlama var…
M.C.: Hayır zorlama değil kendi şartlarınızın zorunluluğu. Çizmeye başlarken bir ideolojik gerekçe yok, para kazanayım amacı yok, meşhur olayım derdi yok, anneniz babanızın çocuğum sanatçı olsun diye yönlendirmesi yok. Sizin kendi şartlarınızdan kaynaklanan bir yoğunlaşma var. Bir de yetenek var. İkisi bir araya gelince çizgi ortaya çıktı. Sonraki dönemde çizmenin bir amacı oluşuyor. Şimdi o amaçta bir değişme var mı? Yani çocukken neden çizgiye başladığınızı anladık ama gençlikte buna bir amaç yüklediniz. Gençliğinizde niçin çiziyordunuz, şimdi niçin çiziyorsunuz?
H.A.: Gençlikte çiziyorum demek doğru değil, karalıyordum. Çizmeye başladığımda, çok zor başladım. Osman Bayraktar’ın hakkını teslim etmem lazım, çok zorladı beni. Sürekli karaladığımı görüyor, bunun üzerine ısrar ediyordu. Sonunda onun ısrarıyla çizdim ve ona verdim. O da yayınevine gönderdi, göndermesiyle de başlamış oldum. 1978’den bahsediyorum, hemen arkasından 12 Eylül geliyor. 12 Eylül öncesi bir dönemden bahsediyorum. Üniversite yıllarından bahsediyorum. Burada sol var, sağ var, sizin kendinizi ifade edebileceğiniz bir kategori yok oysa. Sizden önce ya da bizim kuşaktan önce üniversitelerde Müslüman genç yok. Bir çırpıda sayılacak kadar az imam hatip okulu var o zaman, bunlarının mezunlarının girebileceği okullar beş tane İslam Enstitüsü sadece. Üniversitelere giremiyorlar. Giremiyor idik. O zamanlar arkadaşlar genelde imam hatip diplomasının yanına bir de lise fark derslerine girerek bir de lise diploması alıyorlardı. Tayyip Bey’in durumu böyle sanıyorum. Üniversiteye gitme şansınız pek yoktu. Benim okumak istediğim, gitmek istediğim bir tek yer vardı o da güzel sanatlar akademisiydi. Beşiktaş’ta, Mimar Sinan Güzel Sanatlar Fakültesi. O zaman Güzel Sanatlar Akademisi. Ülkede başka yer de yok, oraya da imam hatip okulu mezunu olduğum için almadılar, kapıdan döndürdüler. İyi de puanım var üstelik. Kendime de çok güveniyorum, olmadı. O yüzden neresi olursa olsun dedim. “Hacettepe iki yıllık bölümlerine alıyor” dediler, oraya gittim. Oradan Bursa Ticari İlimler Akademisine geçtim. İmam Hatiplileri de alıyor dediler. Böyle oldu, orasını bitirmek zorunda kaldım, yoksa ne matematikle, ne muhasebe ile alakam olduğu için değil. Ama o dönemde, başka bir şey var, belki şimdi gençlerin kavramakta zorlanacağı başka bir şey var. Müslüman olarak yaşamak gurur ve onur verici bir durum. Müslüman için o zaman ama kendini ifade etmek son derece ayıp, son derece sakıncalı bir şeymiş gibi. Şimdi böyle bir durumda, isteseniz de istemeseniz de, dipten gelen bir dalga büyük bir tepkiye dönüşüp taşıyor. Solcu olamıyorsunuz çünkü imani marjlar, engeller sizi alıkoyuyor. Yani imanınızdan vazgeçerek hiçbir şey olamaz. Sağcı olmak kurtarmıyor, onu da sindiremiyorsunuz, olmuyor. Önümüze düşecek birileri yok. Şunlar yok, bunlar yok derken rahmetli Necip Fazıl, o zaman benim ve bizim kuşaklar için can simidi idi. Bir edebiyat alanından, edebiyat ilgileriyle ve alakalarıyla baktığın zaman Necip Fazıl’ı şuraya buraya, öteye beriye koyabilirsin, o ayrı bir şey. Ama Necip Fazıl’ı bir öncü olarak ancak bizim kuşak doğru anlar, doğru yerine oturtur. O zaman Necip Fazıl’ı doğru çizgide anlarsınız, Mehmet Akif’i doğru biçimde görürsünüz. Necip Fazıl’dan aldığım referansla ben Sezai Karakoç’u anladım. Sezai Bey’i okuduktan sonra bir şeyi daha doğru anladım. Necip Fazıl’ı, Müslüman kimliğiyle anlamanın yolu Sezai Karakoç’u okuduktan sonra mümkün oluyor. Sezai Karakoç’u okumadan Necip Fazıl’ı sağcılar yanlış anlamıştır mesela. Bir türlü oturtamamışlardır. Sezai Bey, bize vahiy medeniyetinin kodlarını haber verdi. O gürül gürül akan insanlık tarihinin, peygamberler tarihinin, o medeniyetin izlerini haber verdi. O zaman kendimizi bulmaya başladık. Sonrasında kendine kadar gelen bu alandaki diğer isimler… Şimdi böyle bir şeyin içerisinde artık bir öfke belirtisi, bir hınç ortaya koymanın ötesinde bu coşkuyla, bu neşeyle, bu çağıltıyla ortaya bir şey koyma güdüsü daha ağır basıyor. Belki bu yanıyla en çok da işime yaramıştır. Çizgilerime yansıması da biraz böyle olmuştur. Bunların içinde bir kısmıyla da bazı resimlerle de çok güzel beraberliklerimiz de oldu. Zaten edebiyat dergilerinde devam ettim genellikle. Ama başta Necip Fazıl olmak üzere, Allah rahmet etsin, her yönüyle rûberû ilişkilerimiz, imkânlarımız, istişarelerimiz, muaşeretlerimiz oldu. Çizgi de buralarda, bu zaman dilimlerinde hep oldu, olageldi. Ben onları çizerken böyle biriydim.
V.B.: İslam dünyasıyla sizi yakından ilgili görüyoruz. Filistin ve Mescid-i Aksa başta olmak üzere, İslam dünyasının her tarafından bir akis gelse sizin çizgilerinizden de oraya bir tabela asılıyor. Nasıl yorumluyorsunuz İslam dünyasının bugünkü durumunu?
H.A.: Burada belki düzeltme yapmak gerekir haksızlık yapmamak adına. İslam dünyasına biz tabiri caizse kör ve sağırız. Kendimi de katarak söylüyorum. İslam dünyası diye bir meselemiz olmadı. Genel anlamda ümmet bağlamında bir ucundan yakalayamayacağımız kadar muğlak olan bir yaklaşımımız hep vardı. Ama İslam dünyası sıcak gerçekleriyle, bugünkü reel gerçekleriyle şey yapmaya kalktığımız zaman başımız döndü. Sivil toplum kuruluşları, aktivistler, şunlar bunlar çıktı içimizden, onlar da zaman zaman çok önemli işler yaptılar ama zaman zaman ana kütleden kopan ve bunu çok da umursamayan bir şeye büründüler. O şeyleri de pek tasvip edemedim kendi adıma bugüne kadar. Şimdi en uzun geçmişi olan yara Kudüs yarasıydı, Filistin yarasıydı. O kanamaya devam ediyor. Siyonistler ve Siyonistlerin elini birlikte tutan bütün dünya el birliğiyle bu yarayı kanırtmaya devam ediyorlar. Biz şu hale geldik; elimizden bir şey gelmiyor, yapamıyoruz. Kanıksamak gibi atalete doğru sürüklenmeye başladık nerdeyse. Bugün İslam dünyası dediğiniz zaman mesela Hindistan… Hindistan’ın İslam öncüleri kimlerdi, efendim orada İslam dünyasının öncüleri kimlerdi, şu andaki durum nedir? Ben bu konularda topal kaldığımı biliyorum. Keşmir mesela, topal kaldığımı biliyorum. Eritre’si, Filipinler’i, Moro’su, Patani’si… Buralarla ilgili bir şey çizmediğimi, çizemediğimi biliyorum. İşte Filistin’le ilgili gücüm yettiği kadar çizmeye çalıştım. Mısır’la vesaireyle ilgili bir şeyler yapmaya çalıştım. Öyle bir çizer değilim zaten, sıcak gündemlerin çizeri değilim o ayrı ama efendim Yemen’le, İslam dünyasının şu andaki acılarıyla, Libya’ya, Irak’la ilgili bir şey çizdin mi dersen, yok.
V.B.: Zaten çizerlik anlamında değil de değerlendirme anlamında…
H.A.: Ben yapmadım. Kimler yaptı diye baktığım zaman, kimsenin bir şey yapmadığını da gördüm. Bunu bir tespit olarak bir kenara koyalım. “Bundan sonra nasıl görünüyor?” derseniz, ben umutlu bakıyorum. Bu acılardan inşallah bir diriliş, bir birlikte diriliş ümit ediyorum, bekliyorum. Hatta bir çizgim vardı bir tarihte; Irak acısı üzerine çizilmiş, Saddamlı günlerdi. Rahlesinin üstünde biri kurşunlanmış sırtından, kanları sızıyor ama yarasından bir gül fidanı çıkıyor. O çizgi işte. “Kudüs ve Bağdat ve talan” diye böyle bir başlık atmak ihtiyacı hissetmiştim. Ümidim var, umudum var, coğrafyanın bu birbirine karışmasında umdum var. Suriyeliler buralara geldi mi, geldi. Yani akrabalıklar olacak mı, olacak. Efendim en azından gelenler yerlerine gitseler bile bu kadar Türkçe konuşan, bu kadar Türklerle birlikte yaşamış, buralarda bizim bir zaman hemşerimiz olmuş olan Müslümanlar olarak gidecekler. Dünyanın her tarafında böyle bir hareketlenme görüyorum. Benim çabam, benim çizgim bu şeyde bir umut olabiliyor ise benim bu şikayetlendiğim, ilgisiz kaldığımı ifade ettiğim yerler ta Hindistan’ına, Patani’sine kadar.
M.C.: Diyelim ki, ümitleriniz gerçekleşti, Kudüs kurtuldu ve özgür Kudüs kuruldu. O gün nasıl bir çizgi çıkar kaleminizden.
H.A.: Allahualem. “Elhamdülillah çizgisi” çıkar inşallah.
D.T.: Belki çeyiz gibi bir kenara koymak gerekiyor, niyetlenmek gerekiyor.
E.E.: Demet Hanım büyük bir ümitle “Elhamdülillah çizgisi çizip kenara koyun” diyor.
E.E.: Sizi çizgilerle tanıdık, sonra çizginin üzerine farklı edebiyat ürünleriyle çıkageldiniz. Bu ürünler çizginize bir derkenar, bir şerh çabası mıydı? Çizginin zaman zaman yetmediğini mi düşündünüz? Çizgi dışındaki edebiyatın diğer ürünlerini ortaya koymanın arkasındaki gerekçe nedir?
H.A.: Bu kadar farklı ifade türleri varsa bu şu demektir; biri yetmiyor, diğerleri de yetmiyor. Yetmediği için hepsi var. Hatta hepsi de yetmiyor, durmadan arayış içindeyiz. Ben tecrübe etmeden bunu bilebilir miydim, bilemezdim. Bilirdim ama ifade edebilir miydim, edemezdim. Çünkü ortaya bir şeyler koymuş olmak gerekir. Şimdi en azından çizgi ve yazı bağlamında bir şeyler söyleyebiliyorum çünkü ikisini de tecrübe eden biriyim. Bu da bana zaman zaman soruluyor. Hatta çizginin imkânları mı daha yüksek yazının imkânları mı daha yüksek gibi. Unutamadığım, Feridüddin Attar’ın tezkiresinde Ebubekir Şibli’den aktardığı bir ifade vardır. Küçücük bir ifade: “İlim gibi ibare, marifet gibi işarettir.” der. Bu beni o kadar rahatlatmıştı ki, ilmin, yazıyla mukayyet olması gereken her şeyin dili yazı olmak zorunda, çünkü onunla ifade edebiliyoruz. Bunun dışında marifetin, hünerin, sanata dair ne varsa onun dili de işaret, semboller olmak zorunda. Bir tasavvuf insanı bunu söylüyor. Diyelim, bin küsur zaman yıla yakın önce söylüyor, Batı bunun rüyasını bile görmezken. Biraz da şöyle bir şey var, bu günlerde çok dilime doluyorum, burada tekrar söylemeden yapamayacağım herhalde. Bazı yanlış bilmelerin, yanlış bilgilerin rüzgârına bir kaptırıyoruz kendimizi, bütün insanlığa, insanlığın bütününe baktığımız zaman bu daha net görünüyor. Onları doğruymuş gibi en kıymetli hazinelerimizi, enerjilerimizi har vurup harman savuruyoruz onların peşinde. Oysa saçma sapan şeyler o peşinde koştuğumuz şeyler. Mevlana şöyle diyor: Gizli gizleri söylüyor yanık ney, yanık ney, yanık ney. Nedir ney? Can dudağının busesi öptüğü şey, öptüğü şey, öptüğü şey. Şimdi ben bunu şöyle anlamaya çalışıyorum: Hikâye mi diyoruz, roman mı diyoruz, siyaset mi diyoruz, düşünce mi diyoruz, çizgi mi diyoruz? Ne diyorsak o şey, o şey, o şey. Yani bilmek istediğimiz şeyi bize açıklayan ne varsa o araçların tümünü böyle görmek lazım. Bunların birinin diğerine üstünlüğü var. Ben niye yazdım, çizgi yetmedi mi? E yetmedi. Yazdığım zaman tamamlandı mı? Hayır tamamlanmadı. Yazı da o açığı kapatmıyor. Yazı başka bir imkânı sağlıyor ama yazmaya başladığım zaman önce Müşahedat’ı şey yapmıştım. Bocurgat, Çıdam Yayınları’ndan çıkmıştı ilk. Arka gün geldiğinde bak başının çaresine dedi. O aldı başını gidiyor. Gitti gitti Müşahedat oldu. Öyle başladı. Yoksa bile isteye başladığım bir şey değildi. Sonrasında toplumsal bir takım beklentiler, çalkantılar, benim tepkilerim bu şeyi doğurdu. Örneklendirir misiniz derseniz örneklendiririm fakat uzar.
E.E.: Şiirle, romanla, edebiyatın farklı türleriyle uğraşanların hayatını bir yerinde ekranla, sinemayla, perdeyle de meşgul olduğunu görüyoruz. “Şöyle bir film olmasını istiyorum, bunun senaryosunu yazabilirim hatta bunu çekmek istiyorum” şeklinde sizde de bir heyecan var mı?
H.A.: Kesinlikle, ben onu çok genel anlamda alıyorum, kesinlikle cevap olsun diye söylüyorum. İslam’ın serüveninin, çağın en keskin ve etkili dili olan sinema dili ile anlatılması gerekiyor, bu bir. Bunu rahmetli Yücel Abi’ye söyledim, Yücel Çakmaklı’ya, ahir ömründe dedim bak bu senin boynunun borcudur. Genç, yetenekli Müslümanları etrafına topla, bir şey oluşturun. Dünyada Müslümanların içinden çıkan bir Akkad vardı, dünyadan gitti Allah rahmet etsin, yerli ölçekte de sen varsın bak sen de yaşlandın. Böyle bir şey yap falan demiştim çok heyecanlandı. Sonra da şunu demişyi “ya dedi ben haftaya köşke gidiyorum. O zaman Abdullah Bey cumhurbaşkanı. Cumhurbaşkanı’nın sinemacılara bir daveti var dedi. Orada Abdullah Bey ile bunu konuşacağım” falan dedi. Ama ömrü vefa etmedi sonrasında da zaten görüşemedi çok kısa bir süre sonra vefat etti. Sırf sinemanın değil edebiyatın da böyle bir şeyi olduğunu öteden beri yazı yazmazken de arkadaşlara ısrarla söylerdim. Neredeyse kavga edecek kadar rahmetli Ramazan Dikmen. Sıkıştırırdım hatta. Biz İslam’ı bir tip olarak edebiyatımıza sokmamız lazım. Sen Salih hocayı yazmıyorsun daha ne yazıyorsun falan dedim. Salih hocanın vefatını yazmıştı. Vefatı ile ilgili. Devamında da ben tepkisel şeyler yaptım. Mesela masallar yazdım. Keloğlan masalları bir banka istedi. Peki dedim bir masal hazırladım. Sonrasında acayip bir talep oldu, gündem oluştu falan. Binbir sürahi masalını ben onların şeyi için yazdım, kabul ettiğim yayınevi bankanın şeyi olan arkadaş , “böyle böyle bir şey yaşadım. Radyoda bir röportaj dinledim. Editör bize gelen dosyalarda ne kadar maşallah, inşallah Allah Allah varsa biz onu dosyada kırmızı ile çiziyoruz. Dosyadan atıyoruz. Türk çocuklarının bunlarla şartlanmasının önüne geçiyoruz falan. İstanbul radyosunda bir konuk onu söylüyor. O arkadaşımız bunu anlatmıştı. Bilgisayarın başına oturduğum zaman kafamda hep şeydir, hayatın bize göre anlamını yorumladım. Sonrasında mecliste bir olay oldu. Bülent Ecevit bu kadına “Haddini bildirin” dedi. Merve Hanım meclisten atıldı falan. Onun üzerine insanın hakikatle sınanmasının masalı olan İncili Çevre Masalı’nı yazdım. Aynı zamanda bu kendi entelektüel maceramızın da masalı olsun dedik. Sonra insanın kendisiyle sınanmasının masalı olan Ayna Masalı’nı yazdım. Sonra bir evrim düşüncesi ülkede hortlatıldı yeniden. Vehbi Dinçer’ler zamanında bir şey olmuştu Milli Eğitim Bakanıyken. İnsanın Hz. Adem’ den geldiğine ilişkin bir paragraf, bir bilgi müfredata girdi diye yer yerinde oynamıştı. Neredeyse dini darağacına çekmeye kalktılar. Onun üzerine o maymun masalını, yani insanın sapmayla sınanmasının masalını yazdım. Sonrasında insanın cennet ve cehennem ikilemiyle melek ve şeytan ikilemiyle hayatta sınanıyor oluşunun masalı olan Elmas Yüzük Masalı’nı yazdım. Orada bunu kapattım derken başka bir şey oldu. O başka bir şey de şudur: Türkiye’de Simyacı yayınlanıyor. Simyacı çok satıyor. Yazar Türkiye’ye davet ediliyor. Oyunlaştırılıyor, sahneleniyor vs. Kitap liste başı gidiyor durmadan. Simyacıyı okuduğunuz zaman bir Müslüman olarak tepki göstermemeniz mümkün müdür? Yani şu anlamda diyorum. Coğrafya sizin coğrafyanız. Konunun geçtiği coğrafya. Endülüs, Fas vs. İnsanlar sizin insanlarınız. Hikâye bambaşka bir hikâye. Endülüslü çoban kilisede bir rüya görüyor. O rüyanın peşine düşüyor. Fas’a gidiyor. Tabiri caizse bir âlime geliyor. Soru soruyor. Bu arada işte Müslümanların kasabalarından geçiyor, yurtlarından geçiyor. Kuleler var. Kulelerde şarkı söyleniyor. Şarkıyı duyan insanlar kadın erkek dansa başlıyor. Kule dediği minare, şarkı dediği ezan dans dediği namaz. Gidiyor işte o şeyhin ya da âlimin kızıyla Fatima’yla gayrimeşru ilişki yaşıyor. O da ona sorusunun cevabını veriyor, simyacı. Böyle bir kurgu böyle bir şey o kadar çok satıyor ki her yerde dünyada ve bizde. Ama sizin çocuklarınız Müslüman çocuklar. Hiç kimse itiraz etmiyor. Şimdi, bir çalışma daha var o günlerde popüler olan. Onun üzerine bu Esrarname geliyor. Bir tepki olarak değil ama bir ihtiyaç olarak bunun yazılması lazımdı. Yazan arkadaşlara diyoruz. Kimse kalem oynatmıyor. Bu masadaki arkadaşlarımız da kalem oynatmadılar. TRT 1’de Herkül diye bir dizi yayınlanıyor. Yabancı dizi. Herkes ağzı açık seyrediyor. Yine TRT’de çocuklar için de bir çizgifilm yayınlanıyor. He-man diye bir çizgifilm. Bütün çocuklar ağzı açık izliyor. He-man’in bir başlangıç nârâ’sı ki besmeledir o literatürümüzde. Ona karşı gölgelerin gücü adına. Eylemine böyle başlar, savaşına böyle başlar kahraman. Ya hani biz eylemimize Allah’ın esirgeyen ve bağışlayan adıyla başlıyorduk. Herkül dizisinde o Yunan Mitolojisinin bütün şeyleri var. Ya bunlar bizim anlatılarımızda var. Sadece bu gün oturup anlatmıyoruz. Sahipkıran’ı onun üzerine yazdım. İki sene biri şunun romanını yazsın dedim. Hamzaname okumalarını da yapmışım, elimin altında. Herkese söylüyorum kim yaparsa elimde notlar duruyor. İki sene sonra dediler ki “Ya onu sen yaparsın ya.” Sonra anladım ki kısmeti olan yapabiliyormuş. Şimdi peşinden Bin Hüseyin’i de yazmış oldum. Bu çalışmalardan Keloğlan Masalları, Esrarname, Sahipkıran, Bin Hüseyin sinemacı gruplarla atölye çalışması olarak yapıldı, değerlendirildi yıllarca. Senaryo çalışmaları yapanlar, deneyenler oldu. İki yıl oluyor mu bilmiyorum ama iki yıla yakın bir zamandır da bir grup genç sinemacı arkadaşla biz Cumartesi’leri Keloğlan Masalları’nı, Esrarname’yi ve Sahipkıran okumasını yaptık. Sahipkıran’la ilgili son bir oturumumuz kaldı. Peşinden Bin Hüseyin var. Başka kimler neler yapıyor bilmiyorum. İslam’ın birikimi sinema diliyle anlatılmalı. Üstelik onu Yücel abiye de söylemiştim. Hollywood’la Dünya Sineması hikâye anlatmayı bitirdi. Başka bir hikâye kurmaya, başka bir hikâye anlatmaya uğraşıyor. Oysa bizim hikâyât geleneğimiz var, kıssa geleneğimiz var, menâkıb geleneğimiz var. Bu insanlık camiası içinde bize ait bir gelenek, Müslümanlara ait bir gelenek son derece bakir. Bunların bu gün çağın muteber gülleriyle yeniden üretilip anlatılması gerekiyor.
E.E.: Türkiye’deki dindarların, İslamcıların, imam hatip neslinin kültür ve sanat alanında eksik kaldığı, insan yetiştiremediği sıklıkla söyleniyor şu an. Bununla ilgili tedbirler de alınmaya çalışılıyor. Birtakım yeni projeler, bütçeler oluşturulmaya çalışılıyor. Siz dindarların Türkiye’deki kültür, sanat, edebiyat serüvenine ne diyorsunuz? Daha keskin önerileriniz var mı?
H.A.: Yok. Keskin, zayıf ben işin o tarafında değilim de, kimseye de bir şey söylemiyorum. Ama şunu diyorum. Kim adam yetiştirmekten falan bahsediyorsa, onlar kendileri yetiştirilmiş adamlar değildir bir kere. Bizi kimse yetiştirmedi. Yani “Gel ben seni yetiştireyim” falan bunlar çok inanca şey… Bunlar teşvik edilecek, bu gayretlerse ödüllendirilecek, önü açılacak. Ama yaparsa o kendisi yapacak. O insanları şey yapacaklar. Şimdi nasıl imam hatip, başka okul, ilkokul falan filan ya ben şunu derim bir bakana ya da öğretmene ayırmadan “Sen öğretmen misin kardeşim? 25 yıl bu mesleği yapıyor musun? İdealist misin? O zaman bir yeteneği keşfetmeye bak.” Öğretmen değiller. Sen keşfetmiyorsun, sizin keşfetmediklerinizi başkaları, egemenler keşfediyorlar. Dünyaya egemen olanlar o çarkı alıyor onları, sana karşı şey yapıyor. Bütün mesele bu. Önünü açın, imkân sağlayın. O insanlar kendisi olsun. Şimdi, sen beni yetiştireceksin. Benim yeteneğim, istidadım bu. Bir; sen öncelikle bu yeteneğin bu istidadın adamı değilsin. Sen beni nasıl yetiştireceksin? İki; hadi bu istidadın adamısın, üstadısın. O zaman sen beni nasıl yetiştireceksin? Kendin gibi yetiştireceksen, kendi kalıplarını mümkün dayatacaksan sen tam tersine beni hapsedeceksin. Kendinin devamı olarak beni şey yapacaksın. Ki doğrusu odur. Sen bendeki yeteneğe bak, kendi tecrübelerinden istifade etmeme müsaade et, önümü aç. Bu yöntemi bulmak gerekiyor. Şimdi bunu bir kuruma, bir bilmem neye falan pas edip sürekli… Yani ben bir yerde hoca olsam, güzel sanatlarda şurada, burada… Emek veriyor isem o genç insanlara, onların her birine, kendi tecrübelerimi bir kalıba dökerek sunacağım ve onların bu kalıpların içerisine girmelerini isteyeceğim. Onlar da kendileri olarak kesinlikle buraya sığamayacaklar. Şimdi benim istediğim biri olarak oraya dökülecekler, ne kadar şey olursa orada o kadar onları başarılı bulacağım. Ama bu başarı mıdır? Benzer bir cevap vermiştim. O da orada bir anekdot anlattı. “Abi, dedi. Hayattayken Fazıl Hüsnü’ye röportaja gitmiştim. O da benzer bir şey anlattı bana, dedi. Olay şu, Fazıl Hüsnü’nün bir yeğeni var, öğrenci. Bir gün hoca bir ödev veriyor. Fazıl Hüsnü’nün şiirini yorumlamalarını istiyor. Tahlil etmelerini istiyor, öğrencilerden. Ev ödevi olarak. Yeğen, çok seviniyor bu işe. Dayısının şiirini yorumlayacak diye. Dayısından aldığını yazacak, en yüksek puanı alacak. Bunun hesabını yapıyor. Geliyor, dayısından yardım istiyor. Adam da yapıyor ama en düşük puanı alıyor. Yani, bu başka bir şey. Öğretmen, ya sen yeteneği keşfet, onu doldurmaya kalkma. Önünü aç. Biz istiyoruz ki, bizim çocuklarımız, bizden sonraki nesiller bizi geçsin. Ya Ebrar niye senin sınırlarına gelip, dayansın, aşmasın? Geçsin ki Müslümanlar ilerlesin. Torunların seni on kat geçsin, geçmeli. Bizim çocuklarımız bizden daha güzel Müslüman olsunlar.
D.T.: Benim de aslında tam bu öğrenci yetiştirmeyle ilgiliydi sorum. Çünkü gençlerle bazen sohbetlerimiz oluyor. “Ben de çizmek istiyorum, Hasan Aycın’la tanışmak istiyorum, ders veriyor mu?” gibi sorular oluyor. Onlara cevap olsun diye, “Hasan Aycın Atölyesi” diye bir atölye çalışması olacak mı? Gençlere böyle bir müjde var mı gelecekte? Gençleri çizgi alanında teşvik etmeyi düşünüyor musunuz?
H.A.: Yok, yani böyle hazır klişeler yok. Hiç kimseyi teşvik etmiyorum. Fakat yetenekli olanlar varsa, bu işte sabit karar olacaklarsa, onlarla ben kendi bilgimi ve tecrübelerimi paylaşmayı şey yapıyorum. Şimdi masada Ebrar var, Veysel var. Veysel bu konuda benden yardım istese “Hani bakayım ne var? Ne yaptın?” falan derim. Bundan sonra yapacağım, kusura bakma. Ebrar derse, Ebrar’a ya ben beni bırakın. Evet, yani yetenek ondaysa onda. Ama ben ona da şöyle yap, böyle yap demem. Onu ben yapıyorum, benim yaptığım gibi yap demem, dememek zorundayım. O kendi ne yapacaksa onu göstersin, ortaya koysun, onunla paylaşırız. Şimdi bu yöntemi yapıyoruz. Bazı genç arkadaşlarla, hatta daha gençlerle, yaşlısıyla vs. ama zorlu bir yol sürdürmekte zorlanıyorlar. Onları şöyle yapıyoruz; ben etrafımdakilere diyorum, “O insanlara ilk elemelerinizi yapın, sen aslıyla irtibat kurabilirsin” diyeceğim. O benimle irtibat kursun ya da sen burada biri var de, biz onunla irtibatlaşırız. Görürüz, bakarız. Ondan sonra ne yapmış o güne kadar, ne yapmak istiyor, onu dinlerim ben. Sonra, şu anda bir şey var, mümkün olduğunca çalışmalardan bir tanesini alıyoruz. Bak işte bunda böyle var, şunu şöyle yapsaydın daha iyi olurdu gibi falan bunu yeniden çalış diyorum. Çalışıyor, geliyor. Bu defa o çalıştığının üzerinde konuşuyoruz. Bazen bu bıktırıcı olabiliyor, ama hep o çalışma üzerinden gidiyoruz. Ben ona diyorum ki “Sakın bu şeylerini atma, eskizlerin hiçbirini atma, nereden nereye geldiğini kendin görürsün.” Bir kere bunu yaptıktan sonra en sonunda “Evet, bunu yayınlayabilirsin, istersen dergilerden biriyle ben konuşayım.” Gidiyorum, bunu açık açık yapıyorum. Nazımızın geçtiği yerlerde. Ama ondan sonrasında o insan artık kendisi götürebilecek bir seviyeye geliyor. Benim en büyük korkumsa şu; bir insanın yetişmesi değil, yetişememesi. Emeği verirsin, o insan yarın yanlış bir şey yaparsa, benim asıl korkum odur. Bu yüzden çok rahat değilim. İşte biz, öyle bir yöntemle götürüyoruz. Ebrar üzerinden konuşuyoruz çünkü Ebrar’la biz geçen konuştuk, onun çalışmalarına bakacağız. Tabi, babana da söyle falan dedik. O yüzden seni burada masaya yatırdık, senin üzerinden konuşuyoruz.
E.E.: Köyde bir hayatınız var, burada ağaçların, çamurun, toprağın, bitkilerin, sebzelerin arasındasınız. Bir de İstanbul’da bir yaşantınız var. Bu yılın iki farklı yaşam şekli, iki farklı ortamı, sizin için ne anlama geliyor?
H.A.:Yapay şeylerden hep uzak kaldım. Sanıyorum o çocukluğumdaki çok keskin çocukluk günlerimin izlerinden mütevellit böyle oluyor. Ben ne köylüyüm, ne şehirliyim. Ne İstanbulluyum, ne Balıkesirliyim. İstanbul’a geldiğim zaman yeryüzüne ilişkin bir algı kırılması oldu bende. O zamana kadar İstanbul gidebileceğim bir yer, rahat edebileceğim bir yer. İstanbul’a geldiğim zamansa arkasında yer bırakmayan bir şehre geldiğimi, artık dünyada gideceğim, geleceğim, göreceğim bir yer olmadığını falan düşündüm. Şimdi yani orada da hayatımız az çok biliyorsun bir köylü gibi yaşıyorum falan. Burada da bir şehirli gibi yaşıyorum. Bu ayrımlara girmiyorum, çok şey yapmıyorum. Bu yanıyla beni çok etkilemiyor ama bir de fiziki şartlar var tabi. Burası köydür hakikaten, orası da şehirdir. Efendim burada imkânlar uzaktır, orada çok yakındır falan. Orası çok gürültülüdür, burası çok tenhadır vs. bunların benim ritmimi etkilememesi lazım. Etkilememesi için çaba sarf ediyorum.
D.T.: Hangisi daha çok tetikliyor ama?
H.A.: Şu var, Yahya Kemal’e sorarlar ya “Ankara’nın nesini seversin? ” hikâyesi. Aslında Balıkesir’e gelse, Balıkesir’in nesini seviyorsun deseler de aynı cevabı verirdim. Yani, “İstanbul’a dönüşü güzel” derim. Çok güzeldir hem de. İstanbul kendini hep özleten bir yerdir. İstanbul dediğin zaman benim İstanbul’um yalnız şeydir, altını çizerek söylüyorum; Cağaloğlu, Beyazıt, Eyüp Sultan, Üsküdar’dır. Efendim Kadıköy değil midir, efendim Bakırköy değil, efendim yok hayır ya, benim için buralardır. Buraların olmadığı bir İstanbul benim İstanbul’um değildir.
D.T.: Gençliğinizden izler olduğu için mi?
H.A.: O yürüyemediğim zamanlarda beni dünyaya bağlayan, bu geniş, büyük dünyaya bağlayan benim olduğum yere tam da bana özel olarak getirilen haberlerdir. Özellikle de Hacca gidenlerin döndüklerinde anlattıkları şeyler. O zaman karayoluyla gidiliyordu tabi. Yani Bursa, İstanbul, Urfa, Konya, Bağdat, Necef, Kerbela, Şam, Kudüs, Mekke, Medine. Benim yeryüzüm böyle bir yeryüzü. Çocukluğumdan şeyim buydu ve hatta Mustafa Kutlu’nun sorusuna cevap verirken bunlar benim çocukluk günlerimde cennetin yolu üzerine kurulmuş şehirlerdi falan. Ayşe Hanım’ın çok hoşuna gitmişti. Allah rahmet eylesin. “Ya Hasan bunu film yapalım” demişti. Şimdi büyüdüm, bu yaşa geldim. Artık torunlarım var o yaşlarda. Onlar hatta “Bana geçmişi anlat dede.” falan diyorlar. Ben yine aynı bakıyorum. Yine benim için, benim medeniyetimin başlangıcı olan şehirler, bizim cennetimizin yolunun üzerindeki şehirlerdir.
M.C.: 2018’de sizden yeni bir eser var mı?
H.A.: O tür şeyleri konuşmak son zamanlarda sıkıntı vermeye başladı. Ama ben her defasında bu tuzağa düşüyorum. Onu da itiraf edeyim. Bitmeyen bir roman var, inşallah o biter ve yayınlanır. Ve inşallah bir de albüm var.
V.B.: Bir çizgi çizmenin zaman değeri nedir? Bir çizgi çizeceğimiz zaman konuyu belirleyip oturup bir defada çiziyor musunuz, yoksa çizgiye başladıktan sonra bitmiyor başka bir zaman devam ediyor musunuz? Yoksa bazen oturup benim çizgi çizmem lazım deyip, kendiliğinden çıkıyor mu?
H.A.: Benim notlarım vardır, ajandamda falan. Şimdi seri çizgi üretimimiz varsa ayda ortalama yirmi çizgi çiziyorsam diyelim, şimdi mesela burada otururken de benim kafamda bazı çizgiler oluşmuş olabilir. Ben onları unutmamışsam not alırım. Sonra sen bir telefon edersin, “Biz yarın baskıya giriyoruz, dosya konumuz şu.” Yani böyle bir tempo içerisinde çizgi çizmem lazım benim. Düzenli olarak ve o dergiler, gazete hiçbiri benim yüzümden aksamaması lazım. O zaman ben ona bakarım, çizerim atarım çarpıyı ben bunu çizdim diye. O çizilmiş bir çizgi olur. Bu son zamanlarda böyledir. Önceden böyle miydi? Böyle değildi. Aklıma geleni çizmeye çalışıyor idim. Kendi çizgi süzgecimden geçirerek. Çizmem lazım dediğim bir şey varsa, onun yayınlanacağı bir dergi, bir gazete yoksa da onu çizerdim yani. O bir saatte de çizilebilir. 10 günde, 15 günde tamamlanmış çizgiler de olabilir. Yani çok sürmüş çizgiler de vardır. Çünkü geçen yıllar içerisinde ben sadece çizgi çizen biri deyimi de kazanmak zorundaydım. İşlerim falan da vardı. Onların içerisinde işlerinizi de aksatmadan yapmanız gereken bir şeydir. Bir de işin başka bir boyutu var. Senin soruna gelince, işin bir de görülmeyen tarafı var. Konular gelir, takılır, dayanır böyle. Yakanı bırakmaz. Günlerce, aylarca, yıllarca bazı konular seninle birlikte gezer, dolaşır. En sonunda bir gün çizersin de rahatlarsın. Bir de işin bu tarafı var. Yani o da işte bir saatte de çizilebilir, bir haftada da çizilebilir. Nitekim benim baktığınızda, “Hasan abi bunu bir saatte çizmiştir ya” diyeceğiniz çizimlerim de vardır, “Hakikatten bunu bir haftada çizmiş” diyebileceğiniz çizimlerim de vardır.
E.E.: Ama herhalde en zoru size bir konu verip bu konuyla ilgili çizim istenmesi.
H.A.: Mümkün olduğunca onları en başta kabul etmemeye çalışıyorum. Hatta şunu yapıyorum. Bakın, tamam, saygım var. Dosya konusu, özel sayılar vs. bana bildirin, önceden bir bileyim. Ama yetiştiremezsem serbest çizgi veririm kabul ediyorsanız.
D.T.: Demek ki şiire daha yakın o zaman. Herhangi bir konuda makale isteyebilirsiniz, bir metin isteyebilirsiniz ama şiir siparişi veremezsiniz.
H.A.: Herhalde, şiir yazmadığım için bilemiyorum.
Söyleşi: Demet Tezcan, Erol Erdoğan, Mustafa Canbey, Veysel Başar
Sayı 159 / Sonbahar 2017