Her şehrin kıvılcımları vardır hatırladıkça hafızalara düşen, Kudüs’ün yüzlerce yıldır sönmeyen yangını. Öyle bir beldedir ki burası gören de yanar, görmeyen de. Lut gölüne 24, Akdeniz’e 52 kilometre uzakta gösterir haritalar oysa kalbimizin dibindedir. Deniz seviyesinden 747 metre yüksekteymiş, ah kimseler bilmez asıl yüksekliğini. Kudüs üzerinde bir Kudüs daha olduğuna inanılır, kim bilir kaç Kudüs var Kudüs içinde. Ad değiştirerek yaşasa da binlerce yıldır kimliğinden haberdardır âlem. Urusalim de diyen olmuştur ona Yeruşalem de; bizim mukaddes Kudüs’ümüzdür o. Hristiyanlar ve Yahudiler için de kutsaldır gerçi; “adalet yurdu”, “inananlar şehri”, “barış şehri”, “doğruluk şehri”, “Allah’ın şehri” diye sıfatlar eklerler önüne. Fakat zalimdir insan, nur şehrinin ardında karanlıklar biriktirir.
Kur’ân’da bir şehir ismi olarak geçmez Kudüs. Bir şehirden daha fazla bir şeydir o. Kâh “el-Mescidü’l-Aksâ”dır adı geçen (İsrâ, 1) kâh “mübevvee sıdk” (Yûnus, 93) ve “el-arzü’l-mukaddese” (Mâide, 21). Fahreddin er-Râzî’ye sorarsanız şehrin de içinde olduğu Filistin toprakları kastedilmiştir bu tabirlerle. Kim bilir belki de Kudüs büyüyen bir varlıktır sınırlarının çizilemediği. Ne kadar iman o kadar Kudüs. Kimi âlimler Kudüs’ün sınırlarını “Gözün ulaştığı yer”e dayandırmışlardır, kimileri “Şam sınırı”na. “Fırat suyuna kadar”dır hududu diyenler de olmuştur, “İçinde lâ ilâhe illallah Muhammedür Resûlullah, denilen topraklara dek,” diyenler de. İşte bu son tanımdır kalbimi coşkun ırmakların yatağı yapan. Dünyanın neresinde bir Müslüman varsa, Kudüs’ün sınırları oraya uzanır.
Tarihçiler Bronz Çağı’na dek süredursun izlerini, onun paha biçilmez madeninden ehl-i kalp haberdardır yalnız. Kıble olmuşsa bir şehir daha ne olsun, gökyüzündendir cevheri. Hz. Ali (ra), “Yeryüzünün ulusu Kabe’den sonra Beytü’l-Makdis’tir. Taşların ulusu Hacerü’l-Esved’den sonra Sahra taşıdır,” dediğini nakleder Hz. Peygamber’in (sav); Ebu Hureyre (ra) “Hakk Teâlâ Kur’ân’da dört dağa and içer: Tîn’e ve Zeytûn’a andolsun. Sinâ Dağı’na andolsun, bu güvenli şehre (Mekke’ye) andolsun ki, biz gerçekten insanı en güzel bir biçimde yarattık” (Tîn, 1) dediğini.
Tîn, Şam Dağı’dır; Zeytûn, Zeytâ Dağı Kudüs’te. Tur Dağı’dır, Tûr-u Sînîn. Güvenli şehir Mekke de dağlardan ibaret. Dağ var dağ var! İnsanın en güzel biçimde yaratıldığını söylerken üzerine yemin edilen dağlar kim bilir nasıl dağlardır. Layık olsaydık konuşurlardı bizimle. Anlatırlardı hikâyelerini. Ne diyordu görk- lü Mevlana: “Layık olana taş ve kerpiç konuşur.” O hâlde sürelim bineğimizi binek sürülecek üç kutsal yerden Kudüs’e. Mahşer ve menşer yerine. O ki kıyamet günü insanlar toplanacak orada, biz şimdiden toplanalım. O ki terazi orada kurulacak, biz hesabımızı yapalım şimdiden. Sayısız günahımız var madem, iki rekât namaz kılalım. Yetmiş bin meleğin duasına karışsın dualarımız. Her sevabımız elli binle çarpılsın. Ah, kaç kere ateşe verilmişti Kudüs, kaç kere taş taş üstünde kalmamıştı. İsrail krallarının putperestliği, halkın hazperestliği neler getirmişti şehrin başına. İşte Babil kralı Nebukadnezar şehri kuşatıyor. Aç kalıyor Kudüs, sonra ateşe veriliyor. Mabetler ve duvarlar yerle yeksan. Elli yıl harabe hâlinde kalıyor Kudüs. Fakat yine herkesin gözü onda; önce Persler ardından Makedonyalı Büyük İskender, sonra Mısırlı Ptolemaioslar, ardından Selevkoslar… Yunanlılar ilahlarının heykelleriyle dolduruyorlar Kudüs mabetlerini. Makkabi isyanları çıkıyor bu yüzden ve Helenistik dönem bitiyor. Bu kez de Pompeus işgal ediyor Kudüs’ü ve şehrin duvarlarını yıktırıyor. Hayır, bitmiyor çilesi şehrin. Crassus var sırada mabedi yağmalayan. Sonraki işgalciler Partlar. Nihayet bunca tahripten sonra Herod şehri alıp imar ediyor ve yeniden yapıyor mabedi. Romalılar geri mi kalsın, onlar da İmparator Hadrien zamanında harabeleri üzerinde putperest bir şehir kuruyorlar Kudüs’ün. Asırlarca yaşıyor Colonia Aelia Capitolina adını verdikleri bu şehir. Hz. Süleyman’ın yapıp sonrasında birkaç kez yeniden inşa edilen mabetlerin yerine Jüpiter Capitolina’ya adadıkları bir tapınak yapıyor ve yasaklıyorlar Yahudilere şehri. Ta ki Konstantinos’un devri gelinceye kadar. Hz. İsa’nın ölüm fermanını veren İmparator ve annesi bu kez Hristiyan olup Zeytin Dağı’nda ve Hz. İsa’nın çarmıha gerildiğine inandıkları mevkide kilise inşa ediyorlar. Ancak Süleyman Mabedi’ni inşaya yanaşmıyorlar bir türlü. Mabet Müslümanların Kudüs’ü fethine kadar harabe hâlinde kalıyor.
Her yer harabedir fetihten önce. Mamur gibi görünse de harabedir. Müslümanlar bir şehri yıkmak için değil, imar etmek için kuşatırlar çünkü. Bu kez komutanları Ebu Ubeyde b. Cerrah, Kudüs’ü aslına döndürmek için orada, aslına tevhide yani. Yıl 638. Kırk bin Müslüman fetih için işaret bekliyor. Kudüslüler teslim olmayı kabul ediyor ancak halifenin gelmesini şart koşuyorlar anlaşma yapmak için. Ve Hz. Ömer geliyor Kudüs’e Hz. Peygamber’in fetih müjdesini gerçekleştirmeye. Patrik Sophronios şehri Ömer’e teslim ediyor. Ne kadar bekledi Kudüs bu ana tanık olabilsin diye. Hayır, yağmalanmıyor şehir; yakılıp yıkılmıyor. Canına kastedilmiyor kimsenin. Aksine canlanıyor Kudüs din ve ibadet hürriyetiyle nefes alıyor yeniden.
Bir cami inşa edilmesini emrediyor Ömer Kudüs’te, kadı olarak tayin ettiği Ubâde b. Sâmit’ten halka İslam’ı öğretmesini. Sonra nöbeti Hz. Osman devralıyor. Silvan bahçelerinin gelirlerini vakfediyor şehrin yoksul halkına. Sahabiler ve onları izleyen Müslümanlar akın akın ziyarete geliyor Kudüs’ü. Orada yaşıyor ve toprağına karışıyorlar sonunda. Emevîlerin vakti geliyor sonra. Abdülmelik ve oğlu Velîd, Kubbetü’s-Sahra ve Mescid-i Aksa’yı inşa ederek gönlünü alıyor Kudüs’ün. İslâm mimarisinin en güzel eserlerinden oluyor.
Kubbetü’s-Sahra ve Mescid-i Aksa. İki kapı daha açılıyor surlardan şehre. Yeniden yapılıyor yollar. Dahası bir darphane kuruluyor Kudüs’te. Abbasiler mi? Başkentleri Bağdat olsa da Kudüs’ü ziyaret etmekten geri durmadılar. Her ziyaretlerinde imar ettiler mabetleri, özellikle de Mescid-i Aksa’yı. Halife Hârûnürreşîd Kral Charlemagne’ın şehre bir kütüphane kurmasına ve ziyaretçiler için misafirhaneler yaptırmasına izin verdi. Halife Memun Harem-i Şerif’e yeni kapılar yaptırdı. Halife Muktedir-Billah’ın annesi de bu hayrı dört yeni kapıyla bereketlendirdi. Kapılar çoğalsa da asıl kapıları âlimleriydi şehrin. On birinci yüzyıl ilim ocaklarının art arda tutuştuğu bir zaman dilimi armağan etti Kudüs’e. Süfyân es- Sevrî, Leys b. Sa‘d, Evzâî, İmam eş- Şâfiî, Râbia el-Adeviyye, Bişr el-Hâfî ve Serî es-Sakatî ilimleriyle şehrayine çevirdiler Kudüs semalarını. Fâtımîler’in bir asırlık hakimiyetlerinde Kudüs sınavını verdikleri söylenemez. Tıp alanındaki gelişmeleri saymazsak bu dönemden ne Müslümanlar hoşnut oldu ne de diğer dinlerin mensupları. Bedevi kavgalarının nüksettiği, maddi ve manevi depremlerin yaşandığı hastalıklı bir zaman parçasıydı bu. 1016’daki depremde Kubbetü’s-Sahra, 1033’teki depremde Mescid-i Aksa zarar gördü ve Halife Zâhir el-Fâtımî tarafından yenilendi. Dönemin hanesine yazılacak müspet işlerden biri de şehrin surları ve kalelerinin elden geçirilip tamir edilmesiydi.
Sonunda Türkler tanıştı Kudüs’le ve yirmi beş yıl onlardan soruldu bu kutsal belde. Selçukluların efsanevî komutanlarından Atsız Uvak 1071 yılında Kudüs’ün hâkimi olmuş ve Abbasi halifesinin yanı sıra Sultan Alparslan adına hutbe okutmuştu. Atsız’dan sonra Kudüs’ü idare eden Artuk b. Eksük, 1079 yılında Kudüs’e yeni bir cami yaptırmış, ölümünden sonra sırasıyla oğulları Sökmen ve İlgazi yönetimi devralmışlardı.
Kudüs’e Türklerin hâkim olduğu bu dönem ilmin de kök saldığı mübarek bir mevsimdi. Şafiî, Hanefî ve Hanbelî medreseleri kurulmuş, İslam dünyasının dört bir yanından âlimler akın etmeye başlamıştı Kudüs’e. İçlerinde Endülüs’ten gelen İbn Ebû Rendeka et-Turtûşî, Tus’tan gelen Ebû Hâmid el-Gazzâlî ve İşbîliye’den gelip şehri üç yıl ilmiyle bereketlendiren Ebû Bekir İbnü’l-Arabî de vardı. Ancak ehl-i sünnetin bu ilim ırmağının önüne set çekilmekte gecikilmedi. Halep Selçuklu Meliki Rıdvan b. Tutuş’la, Şam Selçuklu Meliki birbirine düşünce Fâtımîler Kudüs’ü yeniden ele geçirdiler. Bu, bir yıl sonra şehrin Haçlılara teslim olacağı anlamına geliyordu.
Müslümanlar ne zaman kardeş olduklarını unutsalar büyük belalar çalardı kapılarını. 7 Haziran 1099 öyle bir gündü işte. Aynı kıbleye yönelenler birbirlerini düşman bellerken asıl düşman üç yıllık bir yürüyüşten sonra ulaştığı Kudüs’ü seyrediyordu en yüksek tepesinden. Montjoie / Sevinç Tepesi adını verdiler bu tepeye ne hazin! Ordugâhlarını surların dibinde kurdular ne acı! I. Haçlı Seferi’nin amacına ulaşabileceği hiçbir Müslümanın aklına gelmiyordu oysa. Surlar sağlamdı ve vali İftiharuddevle, kuşatmaya karşı bütün tedbirleri almıştı. Fakat Yafa Limanı’na dört İngiliz, iki Cenova gemisinin yanaşmasını engellemeye yetmedi bu hazırlıklar. Haçlılar’ın ihtiyacı olan bütün savaş gereçleri yığılmıştı kıyıya. Hücum kuleleri ve merdivenler dayanmıştı surlara 13-14 Temmuz gecesi. Öğle saatlerinde Çiçek Kapısı’nı soldurdu Haçlı ordusu ve surları aştı. Şehre girenler Sütunlar Kapısı’nı Haçlı askerlerine açınca beş hafta direnen Kudüs düştü. (23 Şâban 492 / 15 Temmuz 1099) Müslümanlar, en güvenli yer olarak gördükleri Kubbetü’s-Sahra ve Mescid-i Aksa’ya sığındılarsa da düşman komutan Tankred’in saldırısı sonucu teslim olmaktan başka çareleri kalmadı. İşgalcilerin bayrağının Kubbetü’s-Sahra’ya çekilişi huzur ve güven günlerinin sona erdiğini gösteriyordu. Malları yağmalanırken canlarını kurtarabileceklerini düşünen Müslümanlar, güney mahallelerine kaçtıysa da hazin son yeniden karşılarına çıktı. Bu seferki celladın adı Toulouse Kontu Raimond de Saint Gilles’di. Vali İftiharuddevle’yi Dâvûd Kalesi’nde kuşatan Kont, kule karşılığında canlarını bağışlayacağını söyleyince direniş çözüldü. Vali ve yanındaki Müslümanlar, Kudüs’ü terk eden tek Müslüman grup olarak tarihe geçti.
Şehirden ayrılan bu mahzun insanlar, bir gerçeğin de kanıtıydı. Halife Ömer’in merhametli ve adil tavrına karşın, Hristiyanların vahşeti. Bu öyle bir vahşetti ki alevleri sadece Müslümanları değil, onlarla aynı acıyı paylaşan Yahudileri de sardı. Uçsuz bucaksız bir kan gölü daha Müslüman haritasına çizildi. Bir Haçlı olsa da tarihçi olduğunu unutmayan Fulcherius, Arapların yuttukları altınlara sahip olmak isteyen Haçlıların dünya hırsıyla onları delik deşik ettiğini ifşa etti. Altının parıltısıyla başları ve gözleri dönen Haçlılar, girilmedik sokak, uğranmadık ev, öldürmedik Müslüman bırakmadılar.
Bir metafor değil, gerçek bir kızıl ırmak aktı Kudüs sokaklarında. Haçlıların ayakları kanla boyanırken mabetler de nasibini aldı bu yağmacılıktan. Camiler yıkılıp yerlerine kiliseler yapıldı. Fakat hiçbir zaman kilise sayısını yeterli bulmadı vandallar. Yağma haberleriyle tahtlarında ağızları sulanan Avrupa kralları daha fazlasını istiyordu çünkü. Daha çok kilise, daha çok haç, daha çok Hristiyan damgası olmalıydı kutsal topraklarda; daha önce başka bir dine ev sahipliği yapmamış gibi arındırılmalıydı İslam’dan belde.
Haçlı denince akla gelen ilk şey elbette şövalye tarikatlarıdır. En azılı Müslüman düşmanı olarak bilinen bu birlikler, Kudüs’ü elden geçirerek ona yeni –ve tabii ki Hristiyan- bir çehre kazandırdı hızla. Kubbetü’s-Sahra’nın zirvesine bir haç dikildi; Miraç’ın olağanüstü kanıtı olan kayanın üstüne bir mihrap çakıldı. Fakat tehlike bitmiş miydi? Kudüs’ü ele geçirince Haçlıların susuzluğu bitmiş miydi? Elbette hayır. Haçın gölgesi bir kez düşmesin yeryüzüne, bir leke gibi gitgide yayılacak, sıra tabii ki en yakın “kâfir” topraklara gelecekti. Bunu çok iyi bilen Müslümanlar, zilletten bir an önce kurtulabilmek için atağa kalkmakta gecikmedi. İmâdüddin Zengî, Hristiyanlar için kutsal bir gün olan Noel arifesi yani 24 Aralık 1144’te Urfa’yı fethedince bölgedeki Haçlı Kontluğu’nun ölüm fermanını imzaladı. Büyük hayallerle kurulan ilk Haçlı devleti tarihe gömüldü böylece. Hristiyan dünyası büyük bir telaş ve korkuyla harekete geçti. Almanya ve Fransa kralları birlikler gönderip Şam’ı kuşattırmaya çalıştılarsa da sonları hezimet oldu.
Haçlılar için en tehlikeli isim Suriye’nin hâkimi Nureddin Zengî’ydi ve Mısır’ı ele geçirdiği takdirde Kudüs’te dengelerin değişmesi kaçınılmaz olacaktı. Nitekim korktukları başlarına geldi Haçlıların. Mısır, Nureddin Zengî’nin hükmüne girince ne yapacaklarını bilemediler. Şam’a giden bir kervanın yolunu kesmeye kalkınca bir ismin sabrını taşırdılar: Selahaddin Eyyubî. Öfkelenen sultan, Kudüs krallık ordusunun kâbusu oldu bir anda. Görkemli bir hücumla onları perişan etmekle kalmadı, Eyyubî Taberiye, Akkâ, Nablus, Yafa, Sayda, Beyrut, Cübeyl, Askalân, Gazze kalelerini hızla zaptederek Müslümanların yüzünü güldürdü yeniden. Kısa sürede elli iki şehir fethedilmiş, sıra Kudüs’e gelmişti. Selahaddin Eyyubî’nin 20 Eylül 1187’de Kudüs önünde kurduğu karargâh, bölgede yeniden ezan sesi işitilene kadar kaldırılmadı. Şehir kısa sürede ele geçirilince yeni bir insanlık dersi verildi Avrupa’ya. Halkın, cüzi miktarda fidye ödemesi karşılığında şehri güven içinde terk etmesine izin veriliyordu. Bu fidye erkekler için 10, kadınlar için 5, çocuklar için 2 dinar olarak belirlenmiş, parası olmayan binlerce kişi hiçbir şey talep edilmeden serbest bırakılmıştı.
583 yılının bir cuma günü Selahaddin Eyyubî Kudüs’e girdiğinde, Miraç kandiliydi. Yükselişin yeni bir şekliydi fetih. Seksen sekiz yıl süren Hristiyan hâkimiyeti sonlandırılırken mihraba gömülen taşın intikamı da onunla özdeşleşen Miraç kandilinde alınmış oluyordu. Mescid-i Aksa yeniden camiye çevrildi yani aslına. Kudüs, Hristiyan yönetimine ilk geçişinden 145 yıl sonra yeniden Türklere teslim edildi. Bunun anlamı huzur ve imarıydı şehrin.
Kudüs için dönüm noktalarından biri de 1516 yılıydı. Yavuz Sultan Selim, Mercidabık Savaşı’nın ardından Kudüs’ü devletinin sınırlarına kattı ve Osmanlı tam dört asır onu can parçası bilip üzerine titredi. Her Osmanlı sultanı, tahta geçer geçmez yapacağı imar faaliyetleri içine bu kutsal beldeyi alıyordu. Yalnız mabetleri değil su şebekelerini, çeşmeleri, vakıf ve imaretleri kapsıyordu bu imar.
Avrupa’ya gelince, hiçbir zaman umudunu kesmedi Kudüs’ten. 1798 yılında Mısır’ı işgal eden Napolyon, bir an için Avrupa’nın kalbini sevinçle çarptırmış fakat tehlike Müslümanlar tarafından savuşturularak kursaklarında bırakılmıştı sevinç.
Ne yazık ki yapılan anlaşmalar gereği, Hristiyanlar hâlâ söz sahibiydi bu topraklar üzerinde. Kudüs’ü gözden çıkarmamıştı Batı. Askeri güçle olmuyorsa diplomatik yolla varlıklarını sürdürmeliydiler bölgede. Nitekim İngiltere 1838 yılında ilk konsolosluğunu açtı Kudüs’te. Diğer ülkeler geri kalamazdı bu siyasetten. Prusya, Avusturya, Rusya ve Fransa’nın kervana katılmasıyla misyonerlik faaliyetleri de alevlenmeye başladı kutsal beldede. O tarihe kadar İstanbul’da bulunan Grek-Ortodoks patriği de şehre taşınmakta gecikmedi.
Bu tarihten sonra Kudüs, Avrupa’nın satranç tahtasına döndü. Osmanlı’ya kin ve intikamla bakan Avrupa devletleri Kudüs’ü İslam hâkimiyetinden çıkartmak için yarışmaya başladılar. Bu yarışın başını çeken İngiltere yepyeni ve sinsi bir planı yürürlüğe koydu bu sefer: Bölgeye Yahudiler yerleştirilecekti.
Bundan sonra gayriresmi olarak kaybedildi Kudüs. Yahudiler, yavaş yavaş dalgalar hâlinde bölgeye yerleştirilirken yerli halkla yeni gelenler arasında çatışmalar kaçınılmaz oldu. 11 Aralık 1917’de İngiliz askerleri Kudüs’e girince 1200 yıllık Müslüman hâkimiyeti sona erdi. II. Abdülhamit’in gayretlerine rağmen Siyonizm ve Yahudi göçü önlenemedi. Durdurulamayan bu gelişmeler sonunda İsrail Devleti resmen Filistin topraklarında kuruldu. (1948)
Kudüs’te kılınacak iki rekât namaza neden bu kadar büyük bir değer biçildiğini anlayabilmek için, tarihin izini sürmek gerekir. Mekke’ye çevrilinceye kadar kıblegâh olan topraklarda kıyama dururken taşı hatırlamalı; niyetlenirken sürgün edilen halkı hatırlamalı; eller kaldırılırken Selahaddin Eyyubî’nin merhametini hatırlamalı; tekbir getirilirken Resulullah’ın (sav) Miraç gecesi imamlığını hatırlamalı; secdeye kapanırken bir gün yeniden “Allahuekber” denileceğini hatırlamalı.
A.Ali Ural / Yazar, Şair
Sayı 159 / Sonbahar 2017