SENARYO YAZMAK MATEMATİK GEREKTİRİYOR
Eda Tezcan, İzmir’de doğumlu genç senarist ve yazar. Tv dünyasının göz kamaştıran, büyülü ekranında her akşam evlerimize yazdıklarıyla misafir oluyor. Bugün herkesin aşina olduğu birçok dizide karakterlere can veriyor. Son on yıldır birçok dizide senaristlik yaptı. Halen Yalaza ve Kalp Atışları dizilerinin senaryolarını Makbule Kosif ile yazıyor. Tezcan aynı zamanda İzdiham Dergisi’nde hikayeler yazmakta. Dergah Yayınları’ndan çıkan Masumiyet Daima ve Kız Kulesi’nden Galata’ya Mektuplar adlı iki hikaye kitabı var.
Fikri Cumhur: Nasıl başladınız senaristliğe?
Eda Tezcan: Aslında başlamak değil de sürüklenmek diyelim buna. Zaten hikâyeler yazıyordum. İdealim de iyi bir hikâyeci olmaktı. Bir taraftan yazma çapım ne diye meraktayım da. Çeşitli yazın türleri deniyordum. Şiir, tiyatro oyunu, çizgi film senaryoları gibi… 2006 yılında on bölümlük bir arkası yarın yazdım. Bu oyun TRT’den ödül aldı ve yayınlandı. TRT İzmir Radyosundaki yapımcım “bunu senaryolaştırmalısın, güzel bir TV dizisi çıkabilir” dedi. Beni bir merak aldı. “Yapabilir miyim?” Sonrası upuzun ve zorlu bir yolculuk.. Ama sanırım başardım.
F.C.: Senaryo yazmanın zor tarafları neler?
E.T.: Senaryo yazmak oldukça teknik bir iş. Yetenek, duygu, sabır ve matematik gerektiriyor. Bir hikâyeyi yüzlerce parçaya bölüp lime lime ediyoruz ve sonra onları birleştirip anlamı, bütünlüğü ve izleği olan bölümler çıkarıyoruz. Aslında ancak pratikte ve uzun yıllar sonunda öğrenilebilen bir tür senaryo. Bu yüzden zor. Çünkü senaryo yazımında değişen izleyici paneli, kanal tercihleri, reytingler gibi bir çok faktör sürekli değişkenlik gösteriyor. Dolayısıyla öğrenme durumu hiç bitmiyor.
F.C.: Alanınızda örnek aldığınız ve severek takip ettiğiniz isimler var mı? Kimler? Neden?
E.T.: Senaryo yazarlarından idolüm rahmetli Meral Okay’dı. Her şeyden önce iyi bir öykücüydü ve drama ustasıydı. Mahinur Ergun’un kalemini çok severim. Bir de Makbule Kosif’i severdim. Yenilikçi ve farklı bir kafası vardı. Bir gün yolumuz kesişti ve çalışma arkadaşım oldu. Sevdiğim üç isimden biriyle çalışma şansı yakaladığım için kendimi şanslı hissediyorum.
F.C.: Yapmaktan en keyif aldığınız iş hangisiydi? Neden?
E.T.: Yazmaktan en keyif aldığım dizi Yamak Ahmet’tir. Diğer Yarım da benim kendi hikâyem olması açısından ilk göz ağrım. Ama genel olarak yazdığım işlerin çoğundan büyük keyif aldım. Sevmediğimiz ya da onaylamadığımız bir işi yazamayız zaten. Bu çok ticari bir duruş olur ve duyguyu yok eder.
F.C.: Oluşturduğunuz kahramanlardan sizden bir parça da görür müyüz ?
E.T.: Her zaman. Bunu pek çok yerde anlatıyorum. Dizilerde kendime benzeyen biri olur. Bazen başkarakter, bazen yan rollerde. Onlar söyleyemediklerimi söyler, yaptıklarımı ya da yapamadıklarımı yapar. Onu içselleştiririm. Açıkçası bir hikâyenin içinden geçmeyi seviyorum. Yazdığım işin ete kemiğe bürünmüş bir parçası olmayı da.
F.C.: Senaryo yazmak için olmazsa olmaz dediğiniz neler var ? Nelere önem verirsiniz ?
E.T.: Ahlaken bana ters düşen ya da “Topluma bunu neden anlatıyoruz?” dediğim diziler olmaz. Hikayeyi sevmem lazım. Olmazsa olmaz. Yanına bir de Türk Kahvesi olmazsa olmaz. İkisi varsa şartlar olgunlaşmış demektir. Yazarım.
F.C.: Yazmak isteyip de henüz yazmadığınız bir senaryo ya da hikaye var mı ?
E.T.: Şu an yazmak istediğim ama henüz yazamadığım tek bir konu var. 15 Temmuz. Görsel sanatların gelecek nesle aktarımda büyük rol oynadığına inanıyorum. Biz 15 Temmuz’u yaşadık ve onurlu bir halk olduğumuzu gösterdik. Fakat en acısı bizi içimizden vurdular. Biz mücadelemizi içimizdeki hainlerle yaptık ve yapıyoruz. Kitaplarca anlatamayacağımız gerçekleri bir filmle anlatabiliriz. 25 yıl sonra çocuklarımızın açıp izleyeceği ve bu ülkede bunlar yaşanmış diyeceği bir film yazmak isterim. İnşallah nasip olur.
F.C.: Büyük bir çocuk hayran kitleniz var. Bize dizilerinizin çocuklarla olan ilişkisine dair neler söylemek istersiniz?
E.T.: Dizilerin izleyici kitlesinin büyük çoğunluğunu zaten kadınlar ve çocuklar oluşturuyor. Ailelerin çocuklarına izlettikleri dizileri bir süzgeçten geçirmeleri gerektiğini düşünüyorum ama maalesef aileler bu konuda çocukların takibine fazla önem Bu duyarlılık dizi senaristleri ve kanal yönetimlerinden bekleniyor. Beklenebilir itirazım yok ama bir şeyi düzeltmede önce kendinizden başlamalısınız. Çocuklar bu dizileri izlemeyi ebeveynlerinden öğreniyor. Özellikle sosyal medyanın aktif kullanım yaşının da neredeyse 8-10 yaşa kadar düştüğü bu ortamda çocuklar için dizi fanı olma hali kendilerini bir sosyal çevreye dahil hissetme durumu yaratıyor. Bu durum ilköğretim çağında neredeyse bir trend halini almış durumda. Popüler bir dizinin izleyici olmak onlar için bir kitleye, zümreye ya da sosyal gruba girmeye hak kazanmak gibi bir şey. Dizinin konusu ya da hikâyesinden çok popülaritesi izlenme nedeni olabiliyor. Takma isimlerle açılan twitter hesaplarında akıl almaz istekler, hakarete varan yorumlara şahit oluyoruz. Linç kültürünün bir parçası olmak için yanıp tutuşan ve bunu bir farklılık, bir kendini ifade ediş şekli olarak gören devasa bir çocuk kitle var. Çoğu zaman kızdığımız yorumların sahiplerini biraz araştırınca 13-14 yaşında çocuklar olduklarını görüyor ve aileleri bu yazdıklarını okumuyor mu acaba diye düşünmeden edemiyoruz. Yani internetle birlikte kopan aile bağı ve bizimkine benzemeyen bir ebeveyn çocuk ilişkisi diziler üzerinden kendine bir yol bularak ana sayfalarımıza moral bozan bir şekilde çoğalarak akıyor ne yazık ki.
F.C.: Senaryoların toplumlar üzerindeki etkisine dair neler söylemek istersiniz?
E.T.: Senaryo yazmaya başladığım zaman bir şey fark etmiştim. Bir gün yazdığım bir bölümü izlerken bir yandan da twitterı takip ediyorum. Kıssa anlattığımız bir sahneye inanılmaz bir reaksiyon geldi. Neredeyse her kesimden her yaştan birileri inanılmaz güzel şeyler yazıyordu ve biz o günlük diziyle o gün tt listesine girmiştik. Birden şunu idrak ettim. Ben herkesin evine girip çıkabiliyorum. Benim kurduğum cümleler herkesin oturma odasında. Sevdikleri karakterle özdeşlik kuruyorlar. İyi bir şeyler de söyleyebilirim. İstersem onlara dünyanın en kötü işini sevdikleri bir karaktere yaptırarak normalleştiredebilirim de. Yani, doksanlı yıllarda dizilerin hayatımızın büyük parçası olmaya başlamasından bu güne toplumda değişen pek çok ahlaki ve kültürel koda bakarsak dizilerin toplum üzerinde atom bombası etkisi yaptığını görebiliriz. Çünkü televizyon bu ülkede 80 milyonun tamamına ulaşabilecek tek iletişim kanalıdır. Ve sistemli bir şekilde toplumu değiştirmeye azmederseniz bunu onları gülümseterek, ağlatarak, sevdikleri karakterlerin üzerinden ilmek ilmek dokuyarak başarabilirsiniz.
F.C.:Tarihi en iyi kuşaklara aktarma yolunun sinemadan geçtiğini görüyoruz. Bu konuda Türkiye’de yapılması gerekenler nelerdir? Biz sanırım kendimizi ifade etmeyi henüz Batı kadar iyi beceremiyoruz.
E.T.: Türkiye’de sinema filmi çekmek başlı başına çok zor. Bir sinema filmi oldukça maliyetli olabiliyor. Dizi gibi reklam geliri olmadığından ve gişe gelirine ihtiyacı olduğundan aslında daha çok sinemaya gönül vermiş, idealist insanların kendini ifade ettiği bohem bir sanat dalına dönüşmeye başladı. Gişe yapan komedi filmlerini ayrı tutuyorum ama derdi olan bir film yapmak için bir insanın ciddi bir borç yükü altına girmesi ya da varını yoğunu ortaya koyması gerekiyor. Kültür Bakanlığı uzun zamandır sinema filmlerine destekler sağlıyor. Ancak ben bunu da yetersiz buluyorum. Bu filmler nitelik ya da kültürel aktarıma destek anlamında geleceğe ne veriyor? Bakanlık desteğinin biraz daha bu amaca uygun olması gerekiyor sanırım. Elbette nitelikli ve çok kaliteli filmler de ortaya çıkıyor. Fakat gişede eriyip gidiyor. Yani dağıtım ve gösterim konusunda da devletin bu işe bir el koyması gerekiyor. Sinema konusunda ciddi sıkıntılar var. Alanım olmadığı için biraz daha dışarıdan bakarak görebildiklerim bunlar ancak sinemacılar ve yetkin isimlerle neler yapılacağının tartışılmasının büyük ihtiyaç olduğunu düşünüyorum.
Söyleşi: Fikri Cumhur
Sayı 159 / Sonbahar 2017