SÖZ MECLİSİ
Bir Peygamber (as) aşığı ve Sünnet-i Seniyye ihyacısı Prof. Dr. Raşit Küçük… Hadis ve İslam Ahlakı alanlarında öğretim üyeliği görevinde yüzlerce lisans öğrencisi, onlarca yüksek lisans ve doktora öğrencisi yetiştiren bir medeniyet inşacısı… Raşit Küçük, yaşadığı dönemin büyük âlimlerine yetişmiş ve saygın hocalardan istifade etmiş bir alim.
İnsanın hayatta kendisine düstur edinmesi gereken esasların Kur’an ve sünnet olduğunu her fırsatta nasihat eden Raşit Hoca, Kur’an ve sünnetin bütünlüğünün önemini de davaya dönüştürmüş bir öncü.
Pek çok ilim adamı yetiştirdiği için ‘hocaların hocası’ olarak bilinen ve hayatını ilme ve sünnet-i seniyyeye adayan Prof. Dr. Raşit Küçük Hoca’yı bu sayıda Söz Meclisimize konuk ettik.
Kendisiyle dünü, bugünü, yarını konuştuk. Ünsiyeti olan şehirleri, siyaseti, kültürü sorduk. Raşit hocamızla bu güzel söyleşiyi Üsküdar’da İSAM Genel Merkezinde yaptık. Sohbet o kadar hoş, latif ve samimi idi ki, Söz Meclisi ekibi olarak çok etkilendik, çok faydalandık. Raşit Küçük hocamıza bu vesile ile teşekkür ediyor, kendisine Rabbimizden sağlık ve hizmetlerinin devamını diliyoruz.
EROL ERDOĞAN: Hocam, Antalya’da doğdunuz, çocukluğunuz ve eğitim döneminizin bir kısmı köyde ve Akseki’de geçti. İslam Enstitüsünü Konya’da okudunuz. Erzurum’da öğretmenlik ve öğretim görevliliği yaptınız. Sonra İstanbul… 1980’lerden itibaren de İstanbul’dasınız. Bazı işler için zaman zaman Ankara havasını da teneffüs ettiniz. Antalya, Konya, Erzurum,Ankara ve İstanbul… Beş şehir için ne diyeceksiniz?
RAŞİT KÜÇÜK: Bismillhirrahmaânirrahîm. Elhamdülillah vessalâtü vesselâmü alâ rasûlillah. Akseki ilçesinin Menteşbey köyünde doğmuşum, ilkokulu köyümde, ortaokul ve liseyi Antalya İmam-Hatip Okulu’nda okudum. Böylece hayatımın sadece on dokuz yılı kendi ilimde geçti. Köyüm tarihi çok eski bir köy, ilçem de aynı şekilde; Antalya zaten biliniyor. Sorduğunuz illerin her biri kadım bir tarihe sahip; fakat ben her birinden çok kısa bahsetmek isterim. Antalya, benim okuduğum yıllarda, yani 1959-1966 yıllarını kastediyorum; nüfusu 60 binler civarında olan bir şehirdi. Tarihi mekânları, sur içine açılan kapıların kalıntıları, camileri, çok güzel ahşap evleri, parkları, bahçeleri, denizi ile tüm güzellikleri barındıran bir şehir. Ayrıca bugün bilinen algısının aksine ciddi biçimde dindar bir şehir. Şehrin sakinleri yazın çoğunlukla yayla kesimleri olan Korkuteli, Elmalı, Akseki, Isparta gibi yerlerde zamanlarını geçirir, sair zamanlar Antalya’da olurlardı. Ramazan aylarında teravih namazlarını her akşam ayrı bir camide kılmak halk arasında genel bir âdet halinde idi.
Türkiye’de açılan ilk 16 İmam-Hatip Okulu’ndan biri Antalya’da bulunmakta idi. Komşular arası ilişkilerin insani boyutu her zaman hatırlanacak cinstendi. Vakıf binaların, dükkânların, arazilerin, zeytinliklerin, portakal ve limon bahçelerinin bol olduğu ve Türkiye’nin en zengin vakıf varlığının bulunduğu şehirlerden biriydi.
Sadece şehrin merkezi değil, ilçelerinin birçoğu da tarihi nitelikte yerleşim yerleridir. Aldığı büyük göçler sonucu bugün Türkiye’nin en kalabalık şehirlerinden biri haline gelmiş bulunmaktadır. Yine de bütün güzelliklere sahip olduğunu ifade etmem gerekir. Şu da bir gerçektir ki, bütün şehirlerimizde olduğu gibi sosyal doku ve hayat tarzı orada da büyük değişime uğramıştır.
Benim ikinci şehrim Konya’dır. Konya Yüksek İslam Enstitüsü’nde 4 yıl süreyle yüksek tahsilime devam ettim. O yıllarda sadece iki tane Yüksek İslam Enstitüsü vardı; ilki İstanbul’da açılandır. Konya’da dört yıllık yüksekokul olarak bizim enstitümüz, bir de eğitim enstitüsü bulunmakta idi. Üniversiteler daha sonra kuruldu. İlçem Akseki Konya ile Antalya’nın tam ortasında yer alır. Zaten bir zamanlar Konya’ya bağlı imiş, daha sonraları Antalya’ya bağlanmış. Konya Antalya ile kıyas edildiğinde daha büyük ve daha gelişmiş bir şehir idi. Her iki şehrin müşterek yanlarından biri, ikisinin de Selçuklu Devleti eserlerine sahip olmasıdır; fakat Konya bu yönden çok daha zengin bir şehirdir ve tarih sizi her yerden adeta kuşatır. Alaaddin Camii, Sahip Ata Camii, Sultan Selim Camii, Kapu Camii, Aziziye camii ve benzeri birçok cami; İnce Minareli, Karatay, Sırçalı ve diğer medreseler; Mevlana, Sadrettin Konevî, Şems-i Tebrîzî türbeleri Konya’ya değer katan önemli varlıklardır. Bu tarihi varlıkların şehirde yaşayanlar üzerinde meydana getirdiği manevi etki her cihetten gözlenebilir durumda idi. Yine Antalya’dan farklı olarak çok dikkatimi çeken ve takdirle anılması gereken önemli bir yönü, Ramazan aylarında sanki Konya’da yaşayan tüm insanlar, erkeğiyle kadınıyla, büyüğüyle küçüğüyle oruç tutuyor hissini yaşatması, hatta her türlü canlı ve cansız unsuruyla oruçlu bir şehir intibaı uyandırmasıydı. Dost insanları, bitmez tükenmez ikramları, misafirperverlikleri, cemaatle dolup taşan camileri ile Konya hafızamda ve hayalimde daima canlılığını koruyan, özlemini hissettiğim bir şehir olmuştur. Bizler Yüksek İslam Enstitüsünde okurken geleceğe yönelik mesleğimizle ilgili hedeflerimiz, gayelerimiz ve aşklarımız vardı. Erzurum büyük idealler ve heyecanlarla öğretmen olarak gittiğim şehir. Esasen bir arkadaşımın hatırı için o günkü Din Öğretimi Genel Müdürünün ricası ile iki yıllığına diye gittim, fakat on bir yıl kaldım. Dört yılı İmam-Hatip Lisesi, yedi yılı da Yüksek İslam Enstitüsünde öğretmenlik ve idarecilikle geçti.
Hem İmam-Hatip’te hem Enstitüde değerli öğretmen arkadaşlar ve çok güzel vefalı talebelerim oldu. Her kesimden pek çok dostlar edindim. Aslen Maraşlı olan eşimle orada evlendim. Birçok insan beni Erzurumlu bilir. Erzurum ülkemizin doğusunda âdeta kale ve kilit vazifesi gören her semti tarih kokan bir şehir.
Konya gibi orası da Selçuklu ve Osmanlı dönemi eserleriyle öne çıkan bir şehir. Ulucami, Lala Paşa Camii, Murat Paşa, Caferiye, Kurşunlu camileri ilk akla gelen camiler. Çifte Minareli, Yakutiye, Ahmediye, Kurşunlu, Şeyhler çok şöhretli medreseler. Erzurum evleri, Taşhan, Aziziye Tabyası gibi tarihi mekanlar Erzurum’un sıralı tarihi mühürleri. Erzurum’un büyük âlimlerine yetişmiş saygın hocalarından istifade ettim. Özellikle müftü Osman Bektaş, Halis Emek, Mazhar Taşkesenlioğlu, Horasan müftüsü diye maruf Sıddık Belet, Ali Küçük, Ömer Karakuş, Mehmet Tavlaşoğlu gibi aklıma ilk gelen hoca efendilerin bir kısmından ders okudum, bir kısmına da talebelerimi derse gönderdim. Üniversitesindeki değerli öğretim üyelerinin pek çoğunu hem tanıdım, hem kendilerinden yararlandıklarım oldu. Doktorama orada başlayıp İstanbul’da bitirdim. Erzurum benim mesleğimde çok önemli bir yere sahiptir; ilmî birikimimin büyük bölümünü orada edindim. Mert ve cömert insanlarını hep saygıyla andığım bir şehir; dostluklarım hala eksilmeden devam ediyor.
İstanbul şimdilik son durağım. Otuz altı senedir İstanbulluyum. Tabii bu şehri size anlatacak değilim.
Bütün şehirler belki anlatılabilir ama İstanbul anlatılmaz, yaşanır. Asırların ve medeniyetlerin birikimini taşıyan şehir. Sultanların, halifelerin, âlimlerin, şairlerin, mimarların, sanatkârların şehri. Sadece Türkiye’nin değil dünyanın şehri.
Ne yazık ki hiç olmazsa kadim şehri bile hakkıyla koruyamayıp hoyratça yok olmasına göz yumulan şehir. Bütün güzelliklerin, dostlukların, arkadaşlıkların, ilmin, irfanın, aklınıza gelebilecek her türlü güzelliğin ve aynı şekilde her türlü çirkinliğin bünyesinde barındığı bir şehir. Kim ne ararsa onu bulduğu ve bulabileceği, insanı bırakmayan ve insanın bırakamadığı şehir.
Ben İstanbul’da yaşamakta iken bir teşehhüt miktarı, sadece 28 ay Ankara’da Diyanet İşleri Başkanlığı Din İşleri Yüksek Kurulu Başkanı olarak görev yaptım. Esasen Ankara talebelik yıllarımdan beri tanıdığım bir şehir. Üç kıtaya hükmeden devlet-i âliyeden Anadolu’ya sığınmış halimizi, yok olmadığımızı ve hayatta kalacağımızı simgeleyen şehir. En eski ile en yeniyi bir arada barındıran, kimselere benzemeyen modernliğimizin gelişim ve değişiminin izlerini takip edebileceğimiz bir şehir. Değişim ve gelişimini özellikle son çeyrek asırda müspet yönde geliştiren ve gözle görülür ölçüde güzellikler sergileyen Başkentimiz. Bürokratları gibi yolları, sokakları ve binaları da insana ciddiyet gösteren bir yüze sahip. Zengine, orta halliye, memura, fakir ve yoksula yaşama şansı veren yanıyla sevimli bir şehir
VEYSEL BAŞAR: Zaman zaman siyasete yakın oldunuz, siyasilere rehberlik-hocalık yaptınız, danışma kurullarında görev aldınız. Hocam, siz siyasetçilerin saygı duyduğu, hürmet ettiği bir isimsiniz. Sizin hayatınızda siyasetin anlamı ve anlamsızlığı nedir?
R.K: Ben, insan topluluklarını eğitme, yönetme ve idare etme anlamında siyasetin hayatın bir parçası ve vazgeçilmezi olduğuna inanan biriyim. Çünkü bütün insan topluluklarında bir şekilde yönetim vardır. Her bir fert bu anlamda siyasete mutlaka bir katkı sunar. Bu katkı demokrasiyi benimsemiş sistemlerde partiler kanalıyla olmaktadır. Başka sistemlerin kendine göre katkı yöntemleri bulunmaktadır. Benim siyasetin içinde yer almam politika anlamında bir yer alış olmadı; hiçbir zaman politikacı olmayı da arzu etmedim. Bu sebeple aktif siyasi hayat denilebilecek bir aktivite, yani milletvekilliği, herhangi bir meclis üyeliği vs. görevlere talip olmadım. Bunların önemine ve onlar olmaksızın siyasetin olamayacağına inanırım ama ben Hadis İlmi ve İslam Ahlakı öğretim üyeliği gibi bir görev yapmakta idim. Yüzlerce lisans öğrencisi, onlarca yüksek lisans ve doktora öğrencisi ve bunun yanında yurt içi ve yurt dışında alanımla ilgili çok sayıda bilimsel toplantılara katıldım, konferanslar ve seminerler verdim, sayısı çok olmasa da kitaplar ve makaleler yazdım. Siyesetin de daima teorik yanında, yani düşüncesi, felsefesi, ahlâkı gibi kanaatimce olmazsa olmazı olan ilmî ve sosyolojik denilebilecek boyutlarında kalmaya özen gösterdim.
Hiçbir zaman ve hiçbir şekilde siyaseti menfaat sağlamanın, makam ve mevki elde etmenin bir yolu olarak görmedim, hiçbir Allah kulundan dünyalık bir talepte bulunmadım. Benim içinde bulunduğum siyaset bu boyutlarda bir siyasettir ve bunun aksini iddia edecek herhangi bir arkadaşım, bir dostum ve bir talebem olacağı kanaatini taşımam.
Ama milletin ve ümmetin hayrına olacağına inandığım birtakım talepleri siyasette yer alan, özellikle etkin görevlerde olan ilgililere arz ettiğim olmuştur. Bunu hem millî ve ictimaî hem vicdânî bir sorumluluk saydım.
TUBA KARAÇORLU: Kıymetli hocam, birçok eseriniz ve kitabınız var. Bunların içinde “Sevgi Medeniyeti” çok popüler oldu. Bunun nedeni üzerinde düşündünüz mü? “Sevgi Medeniyeti”kitabının popülerliğinin psikolojik, sosyolojik veya dönemsel bir açıklaması var mı?
R.K: Aslında çok fazla eser yazabilmiş biri değilim. Sevgi Medeniyeti kitabı benim doktora tezi olarak çalıştığım alanın sadece bir bölümüdür. Tamamlanabilmiş bir yapı olduğunu da söyleyemem; fakat kendi içinde bir bütünlüğü ifade ediyor. Bilebildiğim kadarıyla “sevgi medeniyeti” tanımlaması ilk defa kullanılmış bir isimlendirmedir. Kur’an ve Sünnette sevgi ile alakalı temel referansları görüp bunların boyutlarının ne kadar derinlikli ve ne kadar önemli olduğunu, çeşitli ilim alanlarında söz sahibi ve yetkin ulemamızın konuyu kadim zamanlardan bu yana ehemmiyetle ele alıp yorumladığını ve özellikle vakıflar gibi müşahhas eserleri görünce, İslâm’ın gerçekten insanlığa bir sevgi medeniyeti sunduğu kanaatimi bu sözle ifade etmiştim; bu ifade kitaba isim yapıldı. Kitabın esas adı ve tez olarak sunduğum şekli isminin altında da yazıldığı gibi “Kur’an ve Sünnette Sevgi Kavramı Özellikle Allah Sevgisi”’dir. Bu kitap, ele alınan her başlığının bir tez konusu yapılabileceği şekilde tasavvur olunabilir. İslam’ı bir korku dininden ibaret göstermeye çalışan batı zihnine karşı bir söylem oluşu ve sevginin sıcaklığı zannedersem ilgi görmesini sağladı. Ömrüm olur, fırsat bulursam yeniden elden geçirmeyi istediğim bir kitaptır. Şimdiye kadar iki ayrı yayınevi tarafından birkaç baskısı yapıldı. Şimdi bu düşüncemi gerçekleştirebilmek ümidiyle yeniden basılmak istenilmesini istemedim. Sorunuzda geçtiği gibi sevginin hem psikolojik hem sosyolojik hem de popüler bir yanı bulunduğu çok açık. Fakat ben bu alanlarla ilgili kendi alanımı aşan yorumlamalar yapmaksızın, Kur’an ve Sünnette geçen ve çalışmamın başlıklarıyla doğrudan ilişkisi bulunan ayet ve hadislere işaret edip çok kısa açıklamalarla yetindim. Daha ötesi konunun uzmanlarına bırakılmıştır.
T.K: Sizin ilgi alanınız ve akademik çalışma sahanız hadis. Son yıllarda “hadis” yoğun tartışma alanlarından biri oldu. Hadisle ilgili popüler tartışma sorularının dışında bir sorumuz olacak. Müslümanlar, günümüzü aydınlatacak biçimde Kur’an’ı ne kadar biliyor, hadisi ne kadar biliyor diye sorsak hocam?
R.K: Bu tür sorular beni hep yaralayan sorular olmuştur. Genel anlamda önce şunu ifade etmek isterim, Müslümanların Kur’an sevgisi, Sünnet sevgisi ve bunlara saygısına söz söyleyemem; fakat her iki alandaki bilgileri, özellikle günümüzü aydınlatacak ölçüde bilgileri ne yazık ki son derece sınırlı, yetersiz ve maalesef sathidir. Çünkü Müslümanlar okumamaktadır. Hala özellikle din konusunda büyük ölçüde şifahî kültürle idare etmektedirler. Üstelik bu şifahi kültürün de hem temsilcileri hem dinleyenleri azalmıştır. İlmin, bilginin, kitabın, yazının, medyanın bu derece yoğun olduğu bir zamanda bu bilgisizlik, yetersizlik şaşılacak bir durumdur. Türkiye özelinde ifade etmem gerekirse, İslâmî ilimlerin her alanında, geçmiş seksen yüz seneye kıyasla yetişkin ilim ehli ve bunların ortaya koydukları eserler vardır. Bunların her biri eşit değerde olmasa da çok açıktır ki bize bir seçme imkânı sunmaktadır. Diyanet İşleri Başkanlığı, İlahiyat Fakülteleri, kalitesi yüksek yayınevleri pek çok telif ve tercüme eserler yayınlamaktadır. Kanaatimce bilgi eksikliği değil, ilgi eksikliği esas problemi oluşturmaktadır. Daha üzüntü verici olan, dini insanlara anlatması gerekenlerin az sayılmayacak bir bölümünde görülen bilgi noksanlığı, güncelden uzak kalış, vurdumduymazlık, manevi zevkten yoksunluk, sorumluluk duygusu hissetmeme gibi problemlerimizdir.
V.B: Üstadım, ilahiyatçıların, günümüzde İslam’ı temsil, tebliğ, beyan noktasında daha iyi olabilmeleri için nasıl bir eğitim alması gerekir, nasıl yetişmeleri gerekir? İlahiyat müfredatı, İlahiyatçı algısı gibi hususlarda neler söylemek istersiniz?
R.K: Benim kanaatim şu yöndedir: Tedrisat veya meslek olarak İlahiyat yani din alanını seçen kimse erkek olsun kadın olsun peygamber mirasına talip olmuş demektir. Böyle olunca onu en iyi şekilde temsil edebilmenin ve görevini layıkıyla yerine getirebilmenin yol ve yöntemleri nelerdir herkesin düşünmesi gerekir. Türkiye’de verilen dini öğretimin eksiksiz, fevkalade olduğunu iddia edecek halimiz yok. Fakat başka İslam ülkeleriyle mukayese ettiğimizde günümüz şartlarına en uygun sistemlerden biri olduğunu, ama daima geliştirilmesi yönünde çaba sarf etmemiz gerektiğini söylemek mümkün. Esasen bu birbirini tamamlayan silsileler halinde olmalı; ilkokul, ortaokul, lise, yüksek okul birbirini tamamlayıcı nitelik taşımalı. Bir taraftan ilim geleneğini yaşatmaya çalışırken, diğer yandan çağın geliştirdiği imkânları en iyi şekilde değerlendirebilmeli, çağın -hatta çağların desem daha uygun olur-, problemlerine çözümler üretebilmeli ve geçmişin muhteşem birikimini en güzel ve en doğru şekilde yorumlayabilmeliyiz. Bu kadim âlimlerimiz tarafından daima gerçekleştirilmiştir. Hayatın durağan bir seyri olmadığı gibi tarihin ve toplumun da durağanlığı söz konusu değildir. Geçmişin şekilciliğini kutsamayı değil, değerlerini yaşatmayı hedeflememiz gerekir; çünkü değerler eskimez.
Bilgi ile birlikte hikmeti, edep ve ahlâkı vazgeçilmezlerimizin ilk sırasına geçirmeliyiz. Bireysel çabamız son derece önem taşıyor. Her şey bizden yani bireyden başlıyor. Unutmayalım ki bütün peygamberler öncelikle bireyleri yetiştirmeyi hedeflemişlerdir.
En iyi sınıfta, en iyi okulda da olsanız o işin bir cihetidir ve elbette önemlidir; ama bireyin iradesi, gayreti, azmi her şeyden önemli. İslâm’ı şahsında temsil etme izanı ve irfanı ondan da önemli. Bütün bunlar bir sorumluluk ruhu ile başarılabilecek hususlar.
E.E:Muhterem hocam, Dünyadaki tüm İslam âlimleri, Müslüman entelektüeller, dindar siyasetçiler sizden bundan sonrası için üç cümlelik bir yol haritası isteselerdi, neler söylerdiniz?
R.K: *Geliniz, el birliğiyle sevgi, merhamet ve adaleti yerkürenin her zerresine yayalım.
*Geliniz, yerkürede yaşayan son insanoğulları bizler olmadığımızın idraki ile bizden sonra gelecek nesillerimize yaşanabilir bir yeryüzü emanet etmede söz ve el birliği edelim.
*Geliniz, Âdem (a.s.) ve Havvâ’nın çocukları olmamız cihetiyle bütün ırkların, bütün renklerin, bütün cinslerin insan olma açısından kardeşliğini hatırlayıp, üstünlüğün yarışılabilecek bir alan olan Allah saygısı, Allah korkusu ve Allah’a en layık kul olabilmede olduğunu bütün insanlara duyurma ve bunu bireyler olarak kendi şahsımızda temsil etme yarışına girelim.
V.B: Tüm dünyada ırkçılık, mülteci düşmanlığı ve İslam karşıtlığı yaygınlaşırken Ortadoğu’da da etnik ve mezhebi gerilimler artıyor. Bununla ilgili yorumunuz nedir?
R.K: Denize düşen ben ıslanmadım diyemez. Biz bu yeryüzünde yaşıyoruz ve onun bulaşıcı hastalıklarıyla malulüz. Dünya teknolojik gelişmelerle çok küçülmüş durumda. Ben hayatımda birkaç asır yaşamış sayılırım, çünkü benim şahit olduğum gelişmeler için geçmişte yüzyıllar gerekmiştir. Irkçılık, etnik ayrımcılık, göçmen düşmanlığı, din düşmanlığı gibi duygular ve davranışlar birer hastalıktır ve ilkel bir hastalıktır. Ne yazık ki bu gelişmiş çağda ilkele yöneliş de yaygınlaşmıştır. İnsanlık bunların her birini geçmişte de yaşamış ve büyük felaketlerle yüzleşmiştir. Bugünün geçmişten farkı bunların ülkeler, dinler ve mezhepler arası savaş enstrümanına dönüştürülmüş olmasıdır. Müslümanlar arasında olanların temelinde idraksizliğimiz, Allah’ın ve Resulünün emir ve yasaklarından uzaklaşmamız, tarihten ders almayışımız ve bitip tükenmek bilmeyen oyuna getirilme aymazlığımız var.
E.E: Şu anda İSAM’ın başındasınız. İSAM başta İslam Ansiklopedisi olmak üzere kütüphane ve araştırmacılık hizmetlerinde önemli işler başardı. TDV İslam Ansiklopedisi DİA başlı başına büyük bir hizmet ancak geleneksel bir ansiklopedi. DİA birikimi dijital mecraya aktarılacak mı?
R.K: İSAM, Türkiye Diyanet Vakfı’nın önemli bir kuruluşudur. İşlevselliği açısından ülkemizde bir başka benzeri bulunmamaktadır. Bildiğiniz gibi Sosyal Bilimler, özellikle İlahiyat alanında değerli bir kütüphaneye sahiptir ve bu kütüphaneden yararlanan günlük araştırmacı sayısı ortalama beş yüz kişidir. İSAM kuruluşundan bu yana Türkiye ilahiyatlarına çok ama çok önemli katkılar sağlamıştır. Gerek bünyesinde yetiştirdiği ve halen yetiştirmekte olduğu ilahiyat elemanları gerek DİA ve diğer yayınları ve kütüphane hizmetleri anılmayı hak ediyor. DİA sizinle konuştuğumuz bugün itibariyle elektronik yayına geçmiş bulunmaktadır. Bunun için 2 yılı aşkın ciddi bir çaba harcanmıştır. İleriki günlerde bu dijital yayın gelişerek sürdürülecek ve inşallah Ansiklopedinin ikinci versiyonuna da başlanacaktır. Bunun da bitmesinin uzun bir süre alacağı tabiidir.
V.B: Cumhurbaşkanımız Recep Tayyip Erdoğan, Türkiye olarak ve özelde de İslamcılar-Müslümanlar olarak “kültür” alanında yetersiz olduğumuzu bir özeleştiri olarak ortaya koydu. Müslüman zihnin, sadece Türkiye’de değil tüm dünyada son iki üç yüz yıldır sanat ve kültürde zayıf olduğunu söyleyenler de var. Hocam siz bu analizlere katılıyor musunuz? Neden? Öneriniz var mı bu konularda?
R.K: Tabii bu söyledikleriniz inkâr edilemez bir gerçek olarak karşımızda durmaktadır. Özellikle kültür ve sanat dediğimiz kapsamlı ve değerli alan bir ülkenin, bir toplumun, bir medeniyetin, medeniyet perspektifiyle doğrudan ilişkilidir. Bizim halen tarihimizin geçmiş dönemlerinde ürettiklerimizle övünmemiz ve hep onları öne çıkarmaya çalışmamızın sebebi budur. Çünkü medeniyet ufkumuza adeta perde çekmişiz. Medeniyet ve kültür, bir toplumun ilim, inanç, gelenek, görenek, tarih bilinci, ahlakı, milli ve manevi değerlerinin toplamının muhassalasından ortaya çıkar. Bunlar sadece taklitle veya özümsenmemiş eğreti kabullerle elde edilemez. Neticede medeniyetin unsurları olarak bunların ortaya çıkışı güzel sanatlarda meşruiyet hudutları içinde her alanında; kültür ise gelişim ve değişimde, fert ve toplumun hayatında kendini gösterir. Kendimize geldiğimiz gün bunların hepsi gerçekleşir. Önemli olan durdurulmuş medeniyetimizi yeniden, gelişim ve değişim dediğimiz gerçekliğe uygun olarak inşa edebilmektir. Her seviyedeki yönetim erkine bu yönde büyük görevler düştüğü hakikatini göz ardı edemeyiz. Çünkü bunun için hem kültür insanlarının, sanatkârların yetişeceği ve yetiştirileceği ortam ve şartlara, hem onların ürettiklerini değerlendirecek yapılanmalara ihtiyaç vardır. “Müşterisiz metâ zâyidir” özdeyişini unutmayalım.
E.E:İslam Medeniyetinin,modernleşme süreciyle birlikte durağanlaştığı, durağan, durgun olduğu genel kabul görmüş bir yorum. İslam düşüncesi, İslam medeniyeti her alanda (kültür, sanat, mimari, edebiyat, eğitim vb.) yeniden nasıl aktif belirleyici, tanzim edici hale gelir. Bununla ilgili de sizden bir şeyler duymak isteriz kıymetli hocam.
R.K: Bir önceki sorunuzun cevabında bunu da ifade etmiş oldum. Şu kadarını ilave etmek isterim, sistem üretmeye müsait, özellikle hukuk sistemi üretebilen, yaşayan sürekliliği ifade eden sünneti bulunan bir din her zaman medeniyetler üretmeye müsaittir. Medeniyetler diyorum, çünkü her coğrafyada, her bölgede, her zaman ve zeminde farklılıkları dikkate almak zorundayız.
İslâm’ın ürettiği kültür ve medeniyetin her coğrafyada yetişen çiçekler topluluğu gibi olduğunu, bir tek cins çiçek olmadığını akıldan çıkarmamak gerekir. İnsanı eksene alan bir medeniyeti en mükemmel şekilde İslam’ın üretebileceğine inancımız tamdır; ancak bunu yeryüzünde inşa edip gösterme imkânı bulabilecek miyiz?
T.K: Elli yıl sonraya dair tasavvurunuz nedir hocam?Türkiye, Ortadoğu, İslam âlemi ve dünya için…
R.K: İnsanlık ailesi yaşadığımız şu an itibariyle mutluluktan çok uzak, mutlu olmanın yollarını aramaya ve yaratılışın sırrını yeniden düşünmeye başlayacağına inanmak istiyorum. Ama burada bize yani tüm Müslüman fertlere büyük görevler düştüğüne de kesin olarak inanmamız, sorumluluklarımızı idrak etmemiz gerekiyor. Müslümanlar kendine gelirse, insanlığın bu mutluluk arayışı onları mutlak hakikate ulaştırır diye düşünüyorum ve bunu temenni ediyorum. Mutlak hakikatin ne olduğu izahtan varestedir. Bizim niyetimiz, yönelişimiz ve gayretimiz bu yönde olmalıdır.
Söyleşi: Erol Erdoğan, Veysel Başar, Tuba Karaçorlu
Tohum Sayı 160 / Kış 2018