MEVSİM
Kanatları yoktur ki göçmen kuşlar gibi sıcak beldelere uçarak kurtulsun donmaktan. Kanatları vardır rüyaların; gelip yorgun omzuna konarlar, savruk saçlarına, sıcak boynuna; kar taneleridir onlar milyon kıyafetli yoksullar. Bir giydiğini bir daha giymeyen bu gök ehlinin hangi diyardan göç ettiğini kimseler bilmez. Cennette kar var mıdır?Ateş ehli cennetten bir kar topu sekip cehenneme düşsün diye mi bekler? Cayır cayır yanmak için ölmek gerekmez; cayır cayır yaşayan insanlar var. Kış rüyalarına ellerini uzatıp soluk alan bu varlıklar, bir kardanadamla susmayı bir tendenadamla konuşmaya tercih ederler. Sessizlik ve kar uzaktan akrabadır, birbirlerini yakından tanırlar. Kartvizitlerini değil, ellerini uzatırlar birbirlerine. “Sesin nerde kaldı, her günkü sesin,” derler Dranas’ın diliyle; “Sesin nerde kaldı? Kar içindesin!”
Kar içinde olanları bir tas sıcak çorba bekler kapısını çalmadıkları evlerde; Tanrı misafiri olsunlar tek. Bu mevlevilerin öptükleri kaşıtır daldığı yerden inciler devşirir. Sapsarı bir limon gezinir üstünde güneşidir kâselerin. Çorbadan kanı olan ne yoksullar bilirim mükellef sofralarda olmayan lezzetleri tadan. Ağzından buhar çıkarak at kendini dışarıya, yandığını bilelim. Uzan karlara boydan boya, büyüdüğünü. Kışın ağaçlar durdurur büyümelerini, çocuk kal. Karanlıkta çık evden ki gecikmeyesin aydınlık okuluna. Botlarının gıcırtısını duyayım geceye kar tanesi gibi düştün madem.
Yürüyen insana bakmak gözlere kuvvet verir. Yürüyen insan ya da A. A adımdır; nedir diye soranlar kalksınlar oturdukları yerden. Buğulanmış camlara burunlarını yaslayıp herkesten önce kara izini bırakan kedileri seyretsinler. Bacaların neşesine katılsınlar sonra; tütmek için özge bir vakit seçen; hey duman yükselirken alçalan kara bak! Sıcakla soğuğun karşılaşmasına. Yer yüzüyle gökyüzünün yüzleşmesine. Bir köpek balığı olsaydım okyanusun derinliklerine çöküp aylarca hareket etmeden ve bir lokma koymadan ağzıma yaşayacaktım, çalışmıyormuş gibi atan kalbimle; bir kaplumbağa olsaydım kabuğumu beşik yapıp sallayacaktım o büyük uykudan payımı almak için. Bir yılan olsaydım toprağın derinlerinde bekleyecektim güneşin altın paralarını cömertçe saçacağı mevsimi. Bir kutup ayısı olsaydım yedi ay kendi bedenimi yiyip minnet etmeyecektim kurda kuşa kalkana kadar karların içinden dipdiri. Böcekler bile kış uykusuna yatıyorsa benim eksiğim ne. Katılmalıyım dinginliğin şölenine fakat nasıl!
Ben bir kardanadam olarak yatmak isterim kış uykusuna. Yatmak sözün gelişi ayakta uyumak ağaçlar gibi taze karla tazelenerek. Havuçtan burnumu tavşanlar kemirmiş ne çıkar. Ben de tavşan yahnisine kaşık sallarım. Uyandığımda toprağa karışacakmışım ne gam! Bir ağacın damarlarından yapraklarına yürürüm o vakit. Göğe dokunan yapraklarına; geceleri yıldızların cevizler gibi kırıldığı üstünde.
Kış demek, ocakta kaynayan süt demektir. Bir bardağı ömre değer fokur fokur süt. Sürüler geçer yaylalardan, başımıza diktikçe bardakları. Çobanların sırtına yağan kar yünlüdür üşütmez. Ağaçların tepesinde birikmiş karlar düşer rüzgârla. Kar toz olur, toz şeker, sütümüzü tatlandıran. Sıcağımızla erir eşiklerin önündeki buz. Haydi gidiyoruz, bütün vagonlarını kapattık trenin. Dağ taş uyuyor bir tek trenimiz, kışın geldiğinden bihaber. Pencerelerinde perdeleri var kardan; demirden bir hayvan yolunu yiyerek ilerleyen. İstasyonlarda şenlik halay çekiyor yolcular bavulları ellerinde. Bir kış trenine bineceklerse, türküleriyle zılgıtlarıyla binecekler. Soğuğu olmayanın sıcakla ne işi var.
Bir de parmaksız eldivenleri var kışın; elin yarısını sıcak yarısını soğuk tutuyor. Bilerek yapıyor bunu unutturmamak için güneşi. Bir yandan üşüyeceksin bir parça sıcaklığın varsa eğer. Bir yandan ısınacaksın buzdan tuşlarda gezinirken parmak uçların. Kaşkolları unutmayalım; değdikleri yerin ıtrını taşıyan kaşkolları. Yalnız kışın masumdur boyunlarımızda; her mevsim kaşkol takan yazarlarla işimiz ne! Hoca nasıl çıkardıysa kavuğu çekip çıkarırız boynumuzdan, yazın bakalım. Bırakırız vadiyi oyun oynayanlara; kar içinde ateş yakamayan yazmasın.
Sakın kış bembeyaz bir iyilik penceresi olmasın kilerimizdeki buğdaylardan serpelim diye. Göçemeyen kuşlardır serçeler; küçük kanatlarıyla kıpır kıpır kaynayan. Ne ceviz kırarlar kargalar gibi ne martılar gibi balık tutarlar. Bir avuç buğdayla bir ay doyarlar; ruhunuza kıpırtılar serperek.
Tilkilerin adı çıkmış, karda yürüyüp izini belli etmeyenlerden korkmalı asıl. İzini belli edip karda yürümeyenlerden. “Karda zordur yürümek,” dediğine bakma Adamo’nun; karda yürümenin bin türlü şarkısı var. Sende müzik kulağı var mı, mesele bu. Kar musikisine kulak verirsen Yahya Kemal gibi duyarsın. “Bin yıldan uzun bir gecenin bestesidir bu. / Bin yıl sürecek zannedilen kar sesidir bu.”
Sobamız olsaydı portakal kokumuz da olacaktı elma kokumuz da. Kaloriferin üzerinde kestane pişmiyor hem. Soba baş köşeye kurulurdu; şimdi her yer baş köşe. Soba toplardı aileyi, kalorifer dağıtıyor. Soba borusunda çamaşırlar kururdu dalgalanarak hafifçe. Kaloriferde ölgün gömlekler.
Ya şöminenin sahtekârlığına ne demeli! Ateşinden külünden sıyrılıp ekranı boydan boya kaplamasına! Kafede oturanlar resme bakarak ısınıyorlar. Ne dumanı is bırakıyor tavanda ne alevleri uzanıyor tenlere. Çatırtısız bir şömine bu, sessizliği ikrardan suçunu. Köpükten kar da yağdırsalardı keşke. Sahte karı seyrederken sahte alevlerde elleri buz. Hayır, hayır, her kar tanesinin bir taç olduğunu yalnız çocuklar bilir. Büyüteçleri yoksa da bilirler; çocuk gözü her şeyi bin misli büyütür. Ne zaman kar yağmaya başlasa her şey bir kızağa döner bu yüzden. Evden sokağı seyretmek zorunda bırakmayın sakın onları. Üşümelerinden değil, kar topu yapamamalarından korkun. Kar topu oynayan çocuklarla güzelleşecek dünya.
A.Ali Ural / Şair, Yazar
Tohum Sayı 160 / Kış 2018