Hint Alt Kıtasının İslâm ile ilişkisi Hz. Peygamber (s.a.) döneminde başlamış ise de Hz. Ömer’in (r.a.) Hilafeti yıllarında bu ilişki artmış ve İslâm farklı kanallardan Hindistan’a ulaşmıştır. Muhammed b. Kâsım es-Sakafî (ö. 98/717) on yedi yaşında Sind Valisi tayin edilip bölgenin fethiyle görevlendirilince 92/710 yılında fethe başlamış ve dört yıl içinde bugünkü Pakistan sınırlarının çoğu ile şu anda Hindistan sınırları içerisinde bulunan geniş bir alan Emevî İslâm Devleti sınırlarına dâhil edilmiştir. Gazneliler ile başlayan Türk-İslam hâkimiyeti ise Delhi Sultanları ve Bâbürlüler ile devam etmiş ve nihayet ülke 1847 yılında İngilizlerin eline geçerek sömürgeleştirilmiştir.
Hint Alt Kıtasında, İngilizler egemen oluncaya kadar ağırlıklı olarak Orta Asya Türklerinin dini anlayışı hâkim olmuştur. Bu anlayışın temelinde ise inanç olarak Maturîdî/Eş’arî anlayış, ibadât ve muamelât fıkhı olarak Hanefîlik, yaşantı biçimi ve anlayış olarak da tasavvuf yer almıştır.
Pek tabii olarak tasavvufun o dönemdeki tüm ana akımları ve kolları burada da bulunmakta idi. Bu çerçevede Nahşibendilik, Kâdirilik, Sühreverdilik anlayışına ek olarak bu bölgeye has Çiştîlik ve Şattarilik de doğmuş ve gelişmiştir. Özellikle Çiştilik Hint alt kıtasının İslamlaşmasında çok büyük bir etkiye ve öneme sahip olmuştur. Müteşerri bir yapıya sahip olan bu tarikat bölgenin eski dinlerine mensup yerli halkının Müslüman olabilmesi için çok ciddi bir özendirme ve kolaylaştırma çabası içine girmiştir. Hindistanlıların Müslüman olması ile bu bölgeye has bir İslâm anlayışı da gelişmiştir. 1800’lü yıllara kadar bölgede daha çok tarikat ve tasavvuf merkezli bazı farklı anlayışlar ve gruplanmalar olmuş ise de farklı kolları ile Caferî ve İsmâilî Şiilik dışında büyük ayrışmalar ve cemaatleşmeler görülmemiştir. Tasavvufi yapılar da birbirine tahammül içinde varlığını sürdürmüştür.
BATI İLE İLK İLİŞKİLER VE TEPKİLER
Ekber Şah ve Şah Cihangir zamanında yaşayan İmam Rabbânî’nin Nakşî-Müceddidî çizgisi önemli bir çıkış yaparak Müslümanları uyanıklığa çağırmış, tasavvuf ile birlikte İslâmî ilimlerin yayılmasını teşvik etmiştir. Şah Veliyyullah Dihlevî’nin (1703-1762) Rahîmiye Medresesi merkezli eğitim-öğretim çabaları da bir bakıma Kur’ân ve sünnet merkezli bir ihya hareketidir. Bu dönemde İngilizler ve diğer Batılı unsurlar Hint Alt Kıtasında etkili olmaya başlamışlardı ama bu daha başlangıç düzeyindeydi. Şah Veliyyullah’ın dinî-siyasî düşüncesi büyük oğlu Şah Abdülaziz Dihlevî tarafından siyasetle daha fazla buluşturularak ortaya konulmuş ve Abdülaziz, Bâbürlü devleti toprağı olmasına rağmen fiilen büyük oranda İngiliz yönetimine giren bazı bölgeleri Dârü’l-harb ilan etmiştir. Bu çağrının önemli bir Müslüman kitle tarafından dikkate alındığına şahit olmaktayız. İngilizlerin iyice güçlenip Hindistan’ın iç yapısını tahrip etmeye başladığı dönemde bu defa daha radikal bir çıkış olmuş ve bazı Hintli Müslümanlar Seyyid Ahmed Şehîd Birelvî (1786-1831) ve Şah İsmâil Şehîd Dihlevî’nin (1779-1831) etrafında toplanarak Tarîkat-ı Muhammediyye adıyla örgütlenmişlerdir. Fikrî olarak 1810’larda kurulan bu yapı 1822’den sonra hem ideolojik hem de maddi olarak bir hayli güçlenmiş ve başlattığı silahlı eğitim sonucunda 1826 yılından itibaren çeşitli çarpışmalara girmiştir. Asıl amaçları İngilizleri ülkeden uzaklaştırmak olsa da Sihlerle daha fazla uğraşmak zorunda kalmışlardır. Nihayet Sihlere karşı 80.000 kişilik bir ordu ile yapılan Balakot savaşında bazı Müslüman grupların ihaneti sebebiyle her iki lider de şehit olmuş (6 Mayıs 1831) ve hareket büyük bir yara almıştır. 1857 yılında İngilizler’e karşı yapılan Bağımsızlık Savaşı’nda da bu yapının kalıntılarının etkin olduğunu görmekteyiz. Yapı varlığını farklı şekillerde ve bazı bölünmeler ile 1947 yılına kadar sürdürmüştür. Bu hareketin en önemli iki kitabı Seyyid Ahmed Şehîd’in Sırât-ı Müstakîm’i ve Şah İsmâil Şehîd’in Takviyetü’lîmân’ıdır.
Büyük bir ayaklanma planlamışlarsa da İngilizlerin daha atak davranması sonucunda 1857 Bağımsızlık savaşını kaybedip ülkeyi bütünüyle Büyük Britanya Krallığına terk etmek zorunda kalan Müslümanlar yaşadıkları sarsıntıyı atlatmak için yeni bir örgütlenme içine girmişlerdir. Bu örgütlenmelerde Müslümanlar “İngiliz yönetimi yanlısı”, “İngiliz yönetimi karşıtı”, “İngiliz yönetimi yanlısı olmamakla birlikte ona karşıt da olmayanlar”, “İngiliz karşıtı olmadığı halde ona uzak duranlar”, “İngiliz karşıtı olmadığı halde ona yakın duranlar”, “bütünüyle İngiliz güdümünde olan hatta İngiliz’e hizmet için kurulduğu anlaşılanlar” şeklinde çeşitli gruplara ayrılmışlardır. Bunlara kısaca temas etmekte fayda vardır.
BRİTANYA KRALLIĞININ İŞİNİ KOLAYLAŞTIRAN YAPILAR
Batı Yanlısı Sir Seyyid Ahmed Han ve Arkadaşları: Bâbürlü sarayına yakın üst düzey bir aileden gelen Seyyid Ahmed Han’ın (1817-1898) Babürlü imparatorluğunun çöküşünü an be an yaşayanlardan ve izleyenlerden biri olduğu bilinmektedir. Adliye teşkilatında çalışıp Hâkim olarak emekli olan Seyyid Ahmed Han ilk başta klasik bir İslâm âlimi gibi bir çizgi ortaya koyarken 1850’den sonra İngilizler ile Müslümanların arasını bulmaya çalışmıştır. 1860’dan sonra İngilizlere iyice yaklaşan Ahmed Han 1870-1898 arasında tam bir Batı ve İngiliz sistemi savunucusu olmuştur. Bunu göstermek istercesine “Hindistan’ın Sadık Müslümanları (Loyal Muhammadans of India, 1860)” adıyla bir yapı da oluşturmuştur. Onun ortaya koyduğu Kur’ân merkezli anlayış kurulu İslâm anlayışını bütünü ile reddedip sadece Kur’ân’ı merkeze alan bir yapı arz ettiği için çok ciddi bir mukavemet ile karşılaşmış ancak İngiliz yönetimine dayanması sebebiyle ona kimse diş geçirememiştir. 1875 yılında Aligarh’ta kurduğu Mohammadan Anglo-Oriental High School (8 Ocak 1877’de Mohammadan Anglo-Oriental College -Medresetü’l-ulûm adını aldı) bölgede modernizmin ve Batı tarzı İslâm anlayışının merkezi olmuştur. Hatta bu yönüyle zamanla İslâm dünyasının diğer bölgesindeki İslâm anlayışlarına da etki yapmıştır. 1905 yılında Abdullah Çekrâlevî’nin fiilen kurduğu Cemaat-i Ehl-i Zikr ve Kur’ân büyük oranda Sir Seyyid Ahmed Han’ın düşünceleri üzerine oturmaktadır. Bu fikri temsil edenler günümüze kadar farklı isimlerde ama Ehl-i Kur’ân (Kur’âniyyûn/Kur’ancılar) şemsiye kavramı altında varlığını sürdürmektedir. En fazla etkili oldukları kişiler ve çevreler Batı ile irtibatlı eğitimli kesimdir. Kur’ancıların temel fikirleri sadece Kur’ân’a dayalı bir İslâm anlayışı ve İslâmî yaşantı tesis etmektir. Bu sebeple hadisleri, itikâdî ve amelî mezhepleri, tasavvufi yapıları ve tarikatları reddederler.
Hindistan Ehl-i Hadis Ekolü: Batı dünyası ile hiçbir problemi olmadığı izlenimi veren ama sonuç itibari ile sömürge yönetiminin işine yarayan ikinci hareket ve akım Hindistan Ehl-i Hadis Ekolü’dür. Şah Veliyyullah’ın (1703-1762) hadise verdiği değeri kendilerine bir hareket noktası kabul eden ama o dönemdeki yeni selefilik-Vehhâbilik anlayışından etkilenen yapı Seyyid Nezir Hüseyin Dihlevî’nin (18051902) eğitim, Sıddık Hasan Han Kannûcî’nin (1832-1890) yayın faaliyetleri ile kısa zaman içinde kendisine bir zemin bulmuş ve Hindistan’da yayılmıştır. Bunlar kaynak olarak Kur’ân ve Sünneti/Hadisleri kabul etmekle birlikte diğer konuların tamamında Ehl-i Kur’ân gibidir. Bu yönüyle Ehl-i Hadis Ekolü’nü modern dönemin ürünü modern bir hareket görmek yerinde olur. Bunlar bid’at ve hurâfeye karşı sert tavır aldıkları gibi günün tasavvuf anlayışını da kıyasıya eleştirirler.
Nezir Hüseyin ve arkadaşları kendilerine Vehhâbî ya da başka bir şey denilmesini önlemek için cemâatlerinin adını İngiliz hükümeti nezdinde “Ehl-i Hadis” olarak tescil ettirdiler. Ekolün önde gelen âlimerinden Sıddık Hasan Han kendilerinin devlete sadık olduğunu göstermek için Tercümân-ı Vehhâbiyet adlı bir eser kaleme almıştır.
Nezîr Hüseyin ve takipçilerinin İngiliz idaresine ciddi manada bir muhâlefetinin olmamasından olacak ona İngilizler tarafından 1898 yılında “Şemsü’l-ulemâ” ünvanı verildi. Makâlât-ı Sir Seyyid’in mürettibi ve nâşiri Muhammed İsmâil Pânîpatî’ye göre bu unvan ona Britanya hükümetine karşı olan yumuşak tutumu sebebiyle verilmiştir. Hindistan Ehl-i Hadis Ekolü günümüzde pek çok kolu ve binlerce eğitim kurumu ve medresesi ile hem Hindistan’da hem Pakistan’da hem de diğer bölge ülkelerinde bir hayli etkindir.
Birelvî Ekolü (Cemaat-i Ehl-i Sünnet): Şii bir kökten gelen Kandehar asıllı Peştun Ahmed Rıza Han Birelvî’nin (1856-1921) önderliğinde oluşan cemaat, her ne kadar Hanefîliği ve köklü tasavvufî geleneği kendisine temel alıyor gibi gözükse de asıl olarak bunların Ahmed Rızâ Han tarafından yapılan yorumu ve uygulanışı üzerine oturur. Bu ise cemaati sınıflandırmakta bir güçlük meydana getirmektedir. İngiliz yönetimi zamanında doğup yetişen Ahmed Rızâ Han küçük yaşta eğitimini tamamlamış ve erken dönemde eser telifine başlamıştır. Çok sıkıntılı bir dönemde yetişmesinin onun kişiliği üzerinde menfi bir tesir bırakmış olması muhtemeldir. Gençlik yıllarında Müslümanlar tarafından Diyobend ve Aligarh’ta eğitim müesseseleri kurulmuş, Ehl-i Hadis ekolü oluşumunu tamamlamıştı.
Orta yolu temsil etmek ve ilim adamlarını bir araya getirmek için kuruluşu düşünülen âlimler cemiyetine (Nedvetü’l-Ulemâ) katkı vermesi istenmiş ise de o, kuruluşunda (1892) yer aldığı Nedve’ye bir süre sonra (1897) muhalefet etmiş hatta bu oluşumda yer alanların küfrüne fetva vermiştir.
Ahmed Rıza Han’ın cemâatlere karşı olan olumsuz tutumu Nedve ile sınırlı kalmamış taklide, bid‘at ve hurâfelere karşı olan Ehl-i Hadis’e ve kendileri gibi Hanefî ve sûfî meşrep olan Diyobendîler’e de şiddetle karşı çıkmıştır. Bu ise bölgeyi yöneten İngilizler için bulunmaz bir fırsat olmuştur.
Ahmed Rızâ Han Birelvî zamanında İngilizler kendilerini destekleyici dini görüşler elde etmek ve durumlarını meşrulaştırmak için kendilerine ılımlı bakan kişilerden yararlanma yoluna gitmiştir. Ahmed Rıza Han işte böylesi bir zamanda kendisine yöneltilen bir soru üzerine “Hanefî fıkhına göre Hindistan hiç şüphesiz dâru’l-İslâm’dır” şeklinde bir fetvâ vermiştir. Hilâfet konusuna gelince, Ahmed Rızâ Han halîfelerin Kureyş’ten olmasıyla ilgili hadisi dile getirerek Osmanlı Türklerinin İslâm Hilâfetini temsil etmediğini ve bu sebeple Hindistanlı Müslümanların Hilâfeti kurtarmak maksadıyla onları desteklemek için girişimde bulunmalarını yanlış saymıştır. Bu konuda verdiği (1920) ve sonradan “Devâmu’l-ayş fi’l-eimmeti min Kureyş” ismiyle kitaplaşan fetvâsı tartışmalara sebep olmuştur. Rızâ Han Hintli Müslümanlar tarafından oluşturulan İngiliz karşıtı yapılarda da yer almamıştır. Günümüzde çok geniş bir halk kitlesi tarafından temsil edilen hareket Pakistan’ın Fetosu denilen Tâhirü’l-Kâdirî’nin (d. 1951) de mensup olduğu bir cemaattir. Cemaatin mensuplarına baktığımızda ilmi olarak ve s osyal statü bakımından orta ve alt kesimi temsil ettikleri söylenebilir. Bugün sözü dinlenecek büyük ilim ve fikir adamları ve nitelikli ilmî eserleri çok çok azdır.
Birelvîler Resûlullâh’ın (s.a.) gelip kendilerini izlediğine inandıkları Mevlid gecelerine çok önem verirler ve o günlerde câmileri rengârenk süslerler. Mezheben Hanefî, meşreben Kâdirî ve Çiştî olmakla birlikte diğer tasavvuf silsilelerine de karşı değillerdir. Bütün hadis külliyâtına büyük bir inançla sahip çıkarlar. İhtiyatsız yaklaşımları onları hadis otoritelerince zayıf ve uydurma olarak adlandırılan hadisleri imanî konularda delil olarak kullanmaya kadar götürmüştür. Kabirlerin inşâ ve ihyâsıyla kabir ziyâretlerine büyük önem verirler. Ahmed Rızâ Han’ı XX. yüzyılın müceddidi olarak görürler. Günümüzde binlerce medresesi ve eğitim kurumu olan yapı kuruluşundaki sert tekfirci tavrını sürdürmektedir. Hz. Peygamber’in zatı ve fiilleri ile ilgili çok aşırı fikirleri de bulunmaktadır. Buna göre Hz. Muhammed Allâh’ın nûrundan bir nurdur ve gölgesi yoktur. Onun beşeriyeti ise insanlarınkinden farklıdır. O, geçmiş ve gelecekle ilgili gaybı bilir, her yerde hâzır ve nâzırdır; ölmüş olsa bile dünya hayatı gibi bir hayatı vardır; muhtâr-ı küldür. Hz. Muhammed’de bulunan bu özellikler evliyâullâhta da bulunabilir. Hz. Muhammed hakkında yanlış kanâat besledikleri iddiası ile (!) tekfir edilen Diyobendî ulemânın kâfirliğine inanmayan da kâfir olur. Ahmed Rızâ Han’ın vefatından iki saat önce yazdırdığı “… ve benim kitaplarımda ortaya koyduğum din ve mezhebime sapasağlam yapışmak her farzdan daha evlâ bir farzdır.” vasiyetine göre onun irşâdatına uymak her şeyden önce gelir.
Kâdiyânîlik: Mirza Gulâm Ahmed Kâdiyânî’nin (1839-1908) düşünceleri üzerine ortaya çıkmış heretik bir harekettir. Bu gruba mensup kimseler kendilerini Ahmediye olarak adlandırsalar da Müslümanlar bu adlandırmaya karşı çıkarlar. Gulâm Ahmed, Pencap eyaleti Kâdiyân kasabasında doğmuş, eğitim merhalesinden sonra inzivaya çekilmiş (1868) ardından bazı yazılar ve kitaplar kaleme almıştır. Vahyin kesilmediği ve kesilmemesi gerektiği, Hz. Peygamber’e tam anlamıyla uyan bir kişinin peygambere verilen zâhirî ve bâtınî bilgilerle donatılacağı gibi konularda önemli iddialar dillendirmiştir. Bu dönemde İngiliz hükümetini öven Gulâm Ahmed İngilizler’e karşı silâhla cihad fikrine de karşı çıkmıştır.
Büyük iddialar dillendirmeye başlayan Gulâm Ahmed 1885-1904 arasında kendisini sırasıyla mesîhmehdî, nebî, rasûl, krişna-avatar ilan etmiştir.
Kendisinin “yeni bir kitap getiren kişi” anlamında bir peygamber olmadığını, nübüvvetinin “Allah’ın has ve seçilmiş bir kulu” mânasında değerlendirilmesi gerektiğini, bu noktada nebîliğinin velâyet nuruna sahip bulunması sebebiyle mecâzî anlamda zıllî (gölge) ve burûzî (yeniden belirme) biçiminde anlaşılabileceğini ifade etmiştir. Kendisinden sonra sırasıyla Hakîm Nûreddin (1908-1914), Mirza Beşîrüddin Mahmud Ahmed (1914-1965), Mirza Nâsır Ahmed (1965-1982); Mirza Tâhir Ahmed (1982-2003), Mirza Mesrûr Ahmed (2003-) halife olmuştur. Bugün Kâdiyânilik elindeki maddi imkânlar ve bazı devletlerin desteği ve göz yumması neticesinde dünyanın her tarafına yayılmıştır. Mevlânâ Muhammed Ali’nin önderliğinde Lahor’a yerleşerek Ahmediyye Encümen-i İşâât-ı İslâm adı altında başkanlık statüsü çerçevesinde organize olmuş olan yapıya Lahor Ahmedîleri denir. Sayıları diğer Kâdiyânîler kadar olmamakla birlikte çok faaldirler. Kâdiyânîler, Pakistan’ın kuruluşuyla birlikte yönetim kademelerinde önemli yerlere geldiler.
Özellikle Kâdiyân kolunun nübüvvet iddiası, küfür telakkisi, kılıçla cihadı reddetmesi ve Gulâm Ahmed’e inanmayanların kâfir sayılması gibi aşırılıkları Pakistan’daki Müslüman halkı galeyana sevk etmiş ve 1953 yılı başlarında patlak veren ayaklanmalar askerî tedbirlerle bastırılarak iş mahkemeye intikal ettirilmiştir. Sonuçta Kâdiyânîliğin her iki kolu da Pakistan Parlamentosu’nun 7 Eylül 1974 tarihinde aldığı kararla “İslâm dışı azınlık” olarak kabul edilmiş ve Pakistan anayasasının 260. maddesine eklenen bir fıkra ile “Hz. Muhammed’in nübüvvetinin mutlak sonluğuna inanmayan, Muhammed’den sonra peygamberliğini iddia eden veya böyle bir iddiada bulunanı peygamber ya da dinî bir müceddid olarak tanıyan kişi anayasanın ve hukukun hedeflerine göre Müslüman değildir” hükmü getirilerek Pakistan’da yaşayan Kâdiyânîler faaliyetleri açısından ciddi biçimde kısıtlanmıştır. Günümüzde Pakistan Kâdiyânileri Rabwa adını verdikleri bir şehirde yaşamaktadır. Buraya yaptığımız seyahatte ve liderleriyle yaptığımız görüşmede aslında dar bir alana sıkışmış kapalı bir hayat yaşadıkları görülmektedir. Kendilerini gizleyenler devletin üst kademelerine kadar yükselebilmektedirler. Nobel Fizik Ödülü alan meşhur atom fizikçisi Abdüsselam da Kâdiyânî’dir.
SÖMÜRGE YÖNETİMİNE KARŞI OLUŞUYLA BİLİNEN YAPILAR
Diyobendî Ekolü: Hint Alt Kıtası’nda Şah Veliyyullah Dihlevî, Seyyid Ahmed Şehid ve İmdâdullah Tânevî çizgisini takip eden Diyobendî Ekolü, Muhammed Kâsım Nânevtevî’nin (1832-1880) öncülüğünde 30 Mayıs 1866 tarihinde Delhi’ye 90 mil uzaklıktaki Diyobend’de kurulmuş medreseye dayanır. Medresenin ilk kurucu heyeti M. Kâsım Nânevtevî, Reşîd Ahmed Gangôhî (1825-1905), Zülfikar Ali (ö. 1904), Muhammed Ya‘kub Nânevtevî (ö. 1884), Mevlânâ Fazlurrahmân (ö. 1907), Hacı Muhammed Âbid ve Mevlânâ Refîuddin’den oluşmaktaydı. Bunların yaş ortalamasının 45 olması o dönemde ileri yaştaki ilim ve fikir adamlarının ya bağımsızlık savaşında öldürülmesi ya da Hindistan’dan hicret etmesi sebebiyledir.
Medrese’nin o dönemde İngiliz yönetiminin kontrolünden uzak kalarak bir başarı göstermesinde, kurulurken Nânevtevî tarafından konulan sekiz maddelik temel prensibin büyük payı vardır. Bu sayede hem mensupları arasındaki bağlılık ve samimiyet sürdürülmüş hem de devletten ve onun kontrolünden uzak durulmuştur.
Nânevtevî’nin medresenin kuruluşu esnasında söylediği “Bizim eğitimden maksadımız, aslı itibariyle Hindistanlı, kalp ve aklıyla Müslüman olan bir gençlik yetiştirmektir. Bu gencin içinde İslâm medeniyetini oluşturma heyecanı bulunmalı, siyâsî açıdan da canlı bir İslâmî şuura sahip olmalıdır…” şeklindeki sözler dini-siyasi duruşlarına da ışık tutmaktadır:
Sonraki yıllarda Dârülulûm-i Diyobend adını alan kurumun başına geçen Mahmud Hasan Diyobendî’nin (1851-1920) İngiliz yönetimi aleyhine 1914 yılında başlattığı siyâsî hareket çok önemlidir. Ubeydullah Sindî (ö. 1944) üzerinden Afganistan’da Osmanlı Devleti, Almanlar, Japonlar ve Ruslar ile birlikte İngiliz yönetimi aleyhinde başlatılan hareket çok meşhurdur. Buradaki faaliyetler sebebiyle İngilizler ciddi manada sıkıntıya sokulmuştur. Mahmud Hasan Diyobendî’nin ve talebesi Ubeydullah Sindî’nin Osmanlı devleti ile olan etkin ilişkileri ve Osmanlı Devletine Kurtuluş Savaşında bunlar aracılığı ve teşviki ile yapılan yardımlar çok önemlidir. Siyaset ile uğraşmayı İngilizlerin Hindistan’dan çıkarılması için elzem gören Mahmud Hasan Diyobendî 1920 yılında Diyobend Medresesinin kuruluş maksadını şöyle ifade etmiştir: “Bu medrese sadece ilim yapmak için kurulmadı. Medreseyi kuranlara en yakın olanlardan biri benim. Bu medrese 1857 bağımsızlık hareketindeki kayıplarımız göz önünde tutularak kurulmuştur. Hocamın (Nânevtevî) yapmayı arzuladığı şeyleri yapmaktan geri durmayacağım.”
Yüzbinlerce medrese mezunu ve taraftarının oluşturduğu Diyebendî Cemaati’nin günümüzde tüm dünyada yirmi bini aşkın medresesi bulunmaktadır. Bu kuruma Sultan II. Abdülhamid kitap göndermiş, Reşid Rıza ise ziyaretinden sonra Dârülulûm-i Diyobend’i “Doğunun Ezheri” sıfatıyla anmıştır. Günümüz Pakistan’ında bulunan tüm medreselerin %70’i Diyobendîlere aittir ve onların sistemine göre dini eğitim vermektedir. Ayrıca Pakistan’daki cami ve mescitlerin neredeyse yarısı yine bu ekole bağlı imamların kontrolündedir.
Hanefî fıkhına büyük önem veren cemaat içerisinde aşırı gelenekçiden mezhep konusunda daha orta yolcu düşünene kadar farklı anlayışlar ve yaklaşımlar vardır. Ama genel olarak Diyobendî ekolü mensupları kendilerini amelen Ehl-i sünnet Hanefî, itikaden Eş‘arî ve Mâturîdî, meşreben sûfî (ağırlıklı olarak Çiştî), fikren Veliyyullâhî ve usûlen Kâsımî olarak takdim etmiştir. Diyobendîler prensip olarak Kitap, sünnet, icmâ ve kıyas dörtlüsünü kabul etmekle birlikte içlerinden bazıları Hanefî mezhebini taklîtte çok aşırı gitmiş ve taklide karşı olanları şiddetli bir şekilde eleştirmiştir. Tasavvufun bütün kural ve kaideleri bu ekol mensupları tarafından uygulanır. Çoğunlukla Çiştî olmakla birlikte diğer tarîkatlerle de irtibatları vardır. Diyobendîlerin tarîkattaki en büyük lideri 1857 bağımsızlık savaşına katılan ve daha sonra Hicâz’a göçeden Hacı İmdâdullah Tânevî’dir (1817-1899). İmdâdullah Tânevî, Çiştî Sâbirî, Nakşibendî Müceddidî, Kâdirî ve Sühreverdî tarîkatlarında tarîkat dersi ve vazifesi vermekteydi. Ondan Diyobendî ekolünün üç önemli ismi olan Reşîd Ahmed Gangôhî, Mahmud Hasan Diyobendî ve Eşref Ali Tânevî hilâfet almış bulunuyordu.
Diyobendî ekolüne mensup âlimler bazı küçük ve mevzî aşırılıkları bir tarafa bırakılırsa Hind alt kıtasında itidali temsil etmişler ve dînî ilimler, tasavvuf, siyâset, eğitim ve basın sahalarında çok başarılı hizmetler vermişlerdir.
Seyyid Ahmed Han’ın dini görüşlerine iştirak etmedikleri halde fikri plandaki bu zıtlığı ameli platforma taşımamışlar ve aralarındaki ipleri koparmamışlardır. Pakistan kültür tarihçisi Muhammed İkrâm bunu Diyobend ulemasının olgunluğuna yormaktadır. Birelvî ekolüne mensup ulemânın kendilerine çok ağır itham ve hakâretlerde bulunmuş olmasına rağmen onlara verdikleri cevaplarda itidali ve ilmî üslûbu elden bırakmamışlardır.
Cemâat-i İslâmî: Hind alt kıtasındaki İngiliz hâkimiyetinin bitmeye yüz tuttuğu 1941 yılında Ebü’l-A‘lâ Mevdûdî’nin (19031979) önderliğinde kurulan Cemâat-i İslâmî gerek prensipleri, gerekse faaliyetleri bakımından bölgedeki diğer ekollerden oldukça farklı bir görüntü arzetmektedir. Mevdûdî 1941 yılında Lahor’da çok sayıda arkadaşı ile Cemâat-i İslâmî’yi kurdu. Pakistan’ın kurulmasını müteakip bütünüyle Pakistan’a geçen Mevdûdî bugün Mansûra denen Lahor’un İçra mevkiini kendisine merkez edindi. Mevdûdî’nin on sekiz yaşında başlayan yazarlık hayatı vefatına kadar devam etti ve bu zaman zarfında dinî, ictimâî ve siyâsî içerikli yetmişten fazla eser neşretti. Bu eserlerinin büyük bir kısmı çeşitli dünya dillerine çevrildi. Mevdûdî Pakistan kurulmadan önce İngiliz yönetimi ve anlayışı aleyhinde çalışmış pakistan kurulduktan sonra da İngiliz kalıntısı Batıcı zihniyet ile mücadele etmiştir. Zaman zaman başarılı olan Cemaat-i İslâmî halka yeteri kadar inememesi ve entelektüel bir yapı arz etmesi sebebiyle siyasette büyük başarılar elde edememiştir. Ancak cemaate bağlı etkili bir entelektüel yapı bugün Pakistan bürokrasisinde ve siyasetinde etkindir. Cemâat-i İslâmî ile resmî bir bağı olmayıp da cemâat üyeleri tarafından kurulan ve cemâatin genel prensipleri doğrultusunda faâliyet gösteren kurumlar içinde İslâmâbâd’daki Siyâsâl Araştırmalar Enstitüsü’nün (Institute of Policy Studies, IPS) ayrı bir yeri vardır. İngiltere’de ise İslamî Vakıf (Islamic Foundation) ve Birleşik Krallık İslâm Misyonu (U.K. Islamic Mission) Cemâat-i İslâmî mensuplarınca kurulmuş ve o doğrultuda faâliyet gösteren kuruluşlardandır. Cemaate bağlı medreseler, eğitim kurumları ve birkaç özel üniversite bulunmaktadır. Günümüzde Cemaat-i İslâmî’nin Hindistan ve Bengladeş kolu da siyasi parti olarak varlığını sürdürmektedir.
SİYASETTEN VE SİYASİ DURUŞTAN BÜYÜK ORANDA UZAK OLAN YAPILAR
Nedvetü’l-Ulemâ: Âlimler cemiyeti olarak 1892 yılında Kanpûr’da kurulan daha sonra merkezi Leknev şehrine taşınan (1898) yapıda Şiblî Nu’mânî (Mevlânâ Şiblî, 1857-1914) bir süre çok etkili bir kişi olmuştur. Seyyid Süleyman Nedvî’nin (1884-1953) de etkin olduğu yapıda sonraki zamanlarda Ebü’lHasan Ali Nedvî (1914-1999) uzun yıllar etkin bir hizmet vermiştir.
Bu yapı hiçbir zaman doğrudan siyaset ile ilgilenmemiş daha çok Müslüman ilim ve fikir adamlarını orta yolda buluşturma çabası içinde olmuştur. Ayrıca Nedve’nin eğitim anlayışları doğrultusunda 1898 yılında kurulan Dârülulûm-i Nedvetü’l-ulemâ eğitim-öğretim faaliyeti içinde bulunmuştur.
Ne var ki kurum 10-15 yıl içinde irtifa kaybetmiş 1910’lara gelindiğinde amacından uzaklaşmaya başlamıştır. Bu sebeple Şiblî Nu’mânî kurumdan ayrılarak müstakil hareket etmeye başlamıştır. Onun kurumdan ayrılması Nedve’ye bağlı eğitim kurumlarındaki öğrenciler tarafından hoş karşılanmamış ve eğitim üç ay boykot edilmiştir. Şiblî’nin ayrılmasında geleneksel İslâm düşüncesi ile asrın ihtiyaçlarını ve gereklerini dikkate alan İslâm anlayışının kendi arasındaki mücadelenin büyük etkisi bulunmaktadır. Kurum İngiliz yönetimi zamanında daha güçlü iken 1947’den sonra Hindistan devleti altında zamanla iyice etkisiz hale gelmiştir. Bütün bunlara rağmen kurum uzun yıllar içinde çok sayıda ilim ve fikir adamının yetişmesine vesile olmuştur. A’zamgarh şehrinin Saray-ı Mîr kasabasında Şiblî Nu’mânî ve Hamîdüddin Ferâhî Mevlânâ Muhammed Şefi’, Mevlânâ Abdülahad, Asgar Hüseyin Dihlevî tarafından 1908 yılında kurulan Medresetü’l-Islâh büyük oranda Nedve türü bir yapılanmadır. Bu medrese kuruluşundan itibaren Arap dilinin, İslâmî ilimlerin ve sosyal bilimlerin öğretilmesi üzerine odaklanmıştır. 1914 yılında A’zamgarh’ta kurulan Dârü’l-musannifîn Şiblî Akademi ile birlikte çalışan kurumda Hamidüddin Ferâhî’nin aktif olduğu 1925-1930 arası dönem çok verimli geçmiştir. Buradan mezun olanlar Islâhî nisbesi ile anılırlar. İyi bir eğitim sürecinden geçen bu medrese mezunları gerekli şartları yerine getirdikten sonra pek çok devlet ve özel sektör üniversitelerinde öğretim üyeliği yapmaktadırlar. Siyasetten bütünüyle uzak olmasalar da Cemaat-i İslâmî ve bazı diğer fikir ekolleri gibi çok aktif değillerdir. Daha çok toplumun ıslahı ve islami ilimlerin geliştirilmesi için çaba sarf ederler. Günümüzde aynı yerde faaliyet gösteren yapıya bağlı pek çok başka kurum ve kuruluş ta açılmıştır.
Hindistan Tebliğ Cemaati: Hindistan’ın siyasetten ve toplumsal faaliyetlerden en uzak yapısı Tebliğ Cemaati’dir. Bu cemaat Mevlânâ Muhammed İlyas Kandehlevî (ö. 1944) tarafından 1926 yılı civarında Delhi’nin güneybatısında yer alan Mevât’ta kurulmuştur. Daha sonra Delhi’nin eski kesimindeki Basti Nizâmeddin’e taşındı ve burası zamanla hareketin milletlerarası merkezi haline geldi. Mevlânâ İlyas aslında Dârülulûm-i Diyobend eğitimli bir ilim adamıdır. 1917 yılında babasının Delhi’deki medresesinin başına geçti, 1926’da ise bugün cemaat mensuplarının bütün dünyada uyguladıkları tebliğ yöntemlerini ortaya koydu. Onun vefatıyla yerine geçen oğlu Mevlânâ Yûsuf Kandehlevî, Cemâat-i Teblîğ’i yalnız Hind alt kıtasında değil bazı Arap ülkeleriyle Avrupa, ABD ve Japonya’da da yayarak dünyanın başlıca hareketlerinden biri haline getirdi. Yıllık toplantıların en büyüğü Lahor yakınlarındaki Rayvend’de 3 gün olarak Ekim ayında tertip edilir. Ayrıca Bengladeş’te, Hindistan’ın Bopal şehrinde, İngiltere Dewsbury’de ve ABD Chicago’da da yıllık toplantılar yapılır. Mevlânâ Yûsuf’un ölümünden sonra (1965) kayınbiraderi Mevlânâ İnâmül Hasan hareketin üçüncü emîri oldu. 3. emirin 1995 yılında ölümü ile emirlik yerine Şura prensibi kabul edildi ve elan Hindistan’da yönetimden Zübeyr el-Hasan Kandehlevî ve Muhammed Sa’d Kandehlevî sorumludur. Pakistan’da ise Hacı Abdülvehhâb sorumludur.
Günümüzde Cemâat-i Teblîğ, İslâm tarihinde siyaseti önemsiz, hatta gereksiz sayan ve dinden ayrılabileceğini öne süren ilk harekettir. Bu sebeple liderler iman tazelemeyi, tebliğ ruhu aşılamayı, İslâmî bilgi elde etmeyi ve yaymayı, iyiliği emredip kötülükten sakındırmayı ve karşılıklı sevgiyle birlikte çalışmayı vurgularken üyelerin tebliğ sırasında her türlü siyasetten uzak durmasını isterler.
Bu arada dikkat edilmesi istenen bir başka husus da şeriata tâbi olmak ve dinî konularda tartışmamaktır. Bu dar çerçevedeki din kavramının veya eksik boyutlu İslâmî anlayışın onlara zarar vermediği, hatta fayda getirdiği söylenebilir. Çünkü Cemâat-i Teblîğ’i bir grup olarak görmeyen Müslüman ve gayri Müslim hükümetler, faaliyetlerine müsaade ettikleri gibi çeşitli konularda yardımda da bulunmaktadırlar. Bu tutum ayrıca hareketin her tür Müslümanı şemsiyesi altında toplamasını sağlamıştır. Ancak Cemâat-i Teblîğ, ibadetlerin yanında siyasî etkinliği savunan Cemâat-i İslâmî’ye karşı prensipte ayrıldıkları için başından beri bir hoşnutsuzluk, hatta düşmanlık beslemiş ve bu hareketin lideri, Mevdûdî aleyhine fetva dahi çıkarmıştır.
HİNT ALT KITASINDA ŞİÎ CEMAATLER VE GRUPLAR
Şia’nın Hint Alt Kıtasındaki tarihi bir hayli eskidir. Şia’nın Safevîler döneminde İran bölgesinde güçlenmesinden sonra yavaş yavaş Hindistan bölgesinde de yaygınlaştığı bilinmektedir. Özellikle Bâbürlüler devletinin ikinci hükümdarı Hümâyun zamanında devletin çöküşünü İran’da Şah İsmail ailesi engellediği için zamanla Hindistan’da ciddi bir güç elde etmişlerdir. Ekber Şah’ın en yakınında bulunan Şeyh Mübârek b. Hızır en-Nâgûrî ve iki oğlu Ebü’lFeyz Feyzî ve Ebü’l-Fazl Allâmî Şii idiler. Şiiler ilerleyen zamanda daha da güçlenmişler ve Leknev bölgesinde bir dönem bölgesel bir devlet bile kurmuşlardır. Pakistan’ın kuruluşu zamanında da Şiilerin aktif olduğu görülmektedir. Nitekim Pakistan’ın kurucusu kabul edilen Muhammed Ali Cinnah bir İsmâilî Şiîdir. Ayrıca ondan sonra Pakistan Genel Valisi sonra da Pakistan’ın ilk Cumhurbaşkanı olan General İskender Mirza (1956-1958) da Şii idi. Pakistan Devlet Başkanı General Eyüb Han onu 1958 yılında Londra’ya sürgüne gönderip de 1969 yılında orada ölünce cenazesi kabul edilmediği için İran Şahı Rıza Pehlevi onu özel bir uçakla Tahran’a getirtti ve Tahran’da törenle defnetti. Pakistan’ın kuruluşundan sonra da Şiiler etkin olmuştur. Ailelerin birbiri ile olan irtibatı sebebiyle Şiilerin birbirlerini destekledikleri görülmektedir. Pakistan Halk Partisi’nin lideri Başbakan Zülfikar Ali Butto ve eşi Nusret Butto Şiidirler. Böyle olunca Benazir Butto da Şii olmaktadır. Ayrıca yakın zamanda Cumhurbaşkanlığını bırakan Asif Ali Zerdârî de Şiî idi. Cumhurbaşkanlığı seçiminde onun karşısında yer alan Senatör Müşâhid Hüseyin Seyyid’in de Şii olması bunların ülke siyasetinde ne kadar etkin olduklarını göstermektedir. Karaçi bölgesinde etkin olan ve Muhacir hareketini kontrol eden Müttahide Kavmî Hareket (Muttahida Qawmi Movement, MQM) adlı partinin başkanı Eltâf Hüseyin de Şiî’dir. Günümüzde Şiîlerin Pakistan’da 25 kadar siyasi ve siyasi olmayan teşkilatı bulunmaktadır. Toplam %15 kadar bir nüfusu temsil eden Şiîlerin en büyük grubu Caferilerdir.
Özellikle İran Devrimi’nden sonra buradaki Şiîler çok güçlendiler ve İran destekli olarak Şiî anlayışı merkezli kültürel faaliyetlere ağırlık vermektedirler. Bu yapıların gücü sebebiyle yukarıda da ifade edildiği gibi Sünnî cemaat ve gruplar Şiîler aleyhine sürekli terör ve yıldırma faaliyetine girmektedirler.
Caferiler 1953 yılında İdâre-i Tahaffuz-ı Hukûk-ı Şia adıyla Şiîlerin haklarını korumak için yapılanmışlar ve ayrıca All Pakistan Shia Convention adıyla bir yapı oluşturmuşlardır. Bu yapı özellikle Butto hükümetleri zamanında çok aktif durumda idi. Tahrîk-i Ca’feriye adlı siyasi parti 1979 yılında kurulmuş olup Lahor merkezli olarak siyaset yapmaktadır. Tahrîk-i Nifâz-ı Fıkh-ı Ca’feriye adlı parti ise 1984 yılında Ravalpindi’de kurulmuştur. Bunların dışında Shia Political Party ve Hizbü’l-Cihâd adlı siyâsî yapılanmaları da vardır. İsmâilîlerin en büyük ve etkili grubu Aga Han’ın temsil ettiği Nizâri İsmâilîlerdir. Bunların dışında Müsta’lî Dâvudî Bohra ve Süleymânî Bohra diye de grupları vardır. Nizâri İsmâilîler ibadetlerini kendilerine ait toplantı yerinde yaparken diğer İsmâilîler ve Caferilerin camileri vardır. Bu sebeple bunların camileri zaman zaman fanatik sünniler tarafından bombalanmaktadır. Aga Han grubunun temsil ettiği İsmâilî Şiiler sayı olarak olmasa da mali olarak son derece güçlüdür. Karaçi bölgesindeki etkin faaliyetleri yanında son 15-20 yıldır ülkenin Kuzey ve Kuzeybatı bölgesinde çok ciddi çalışmalar yaptıkları hatta kendilerine yeni bir İsmâlî Şiî devleti kurmak için bu yeri özel olarak seçtikleri ifade edilmektedir. Aga Han’ın mali gücü ve Batılı devletlerle olan güçlü ilişkisinin ona bu noktada kolaylık sağladığını söyleyebiliriz.
Prof.Dr.Abdülhamit Birışık/ Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi
Tohum Sayı 160 / Kış 2018