Türkiye ile Güney Asya, yani Pakistan, Hindistan ve Bangladeş arasındaki siyasi ilişkilerin kurulmasından yüzyıllarca önce, bölgeye Türk göçü başlamıştır. Türkler, bazen fatih, bazen devlet adamı, bazen tüccar ve bazen de kısmetini bölgenin geniş topraklarında arayan macera avcıları olarak bölgeye gelmişlerdir. Kuşan Hanedanı ile başlayıp Gazneli Mahmud’un akınları ile devam eden bu göçler sırasında bölgede çeşitli Türk devletleri kurulmuştur.
Türkler, bölgede emperyalist bir güç şeklinde egemenlik kurmamış, bilakis kendileri de bölgeye adapte olarak bölgenin ayrılmaz parçası hâline gelmişlerdir. Bu nedenle Şah Cihan’ın yaptırdığı Tac Mahal’den tutun da ismini Türkçe “ordu” kelimesinden alan Urdu dili ve bu dilin Türk asıllı ünlü şairi Mirzâ Ededullah Han Galib’e kadar Türkler ile bağıntılı tüm değerler aynı zamanda bölgenin de öz mirasıdır.
Halifeliğin Osmanlı İmparatorluğu’na geçmesiyle birlikte Müslüman olan Hint halkı ile Osmanlı arasında manevi bir bağ oluşmuş ve iki toplum arasındaki münasebetler giderek artış göstermiştir. Özellikle İngilizlerin HintAlt kıtasında hüküm sürmeye başlamalarından sonra bölge Müslümanları kendilerine manevi olarak dayanak olacak bir unsur olarak Halife’yi görmüşler bu sebeple Osmanlı İmparatorluğu’na ve Halife’ye olan bağlılıklarını arttırmışlardır. Osmanlı İmparatorluğu’nun son dönemlerinde düştüğü durumu kaygıyla takip etmişler ve Osmanlı’ya yardım edebilmek için her türlü yolu denemişlerdir. Trablusgarp, Balkan Savaşları ve I. Dünya savaşı esnasında yaşanan gelişmeleri Müslüman Hint Basını aracılığıyla yakından takip eden Hint halkı, Osmanlı İmparatorluğu’na maddi olarak yardımda bulunmak için ülke çapında bağış kampanyaları düzenlemişlerdir.
Bilindiği üzere Hindistan Müslümanları –ki o dönemlerde buna Pakistan ve Bangladeş topraklarında yaşayan Müslümanlar da dâhildir- Osmanlı hilâfeti ile Türk din kardeşlerine kalpten bir bağlılık ve sempati beslemekteydiler. Hindistan’ın İngilizlerin eline geçmesiyle iktidar ve devlet hizmetlerindeki görevlerinden dışlanarak sosyal ve siyasî açıdan geri bırakılan Hindistan Müslümanları, varlıklarını devam ettirme mücadelelerinde bir destek aramışlar ve gözlerini bu desteği bulabileceklerini düşündükleri Osmanlı hilâfetine çevirmişler, ancak destek umdukları bu merci zamanla güç duruma düşmüştür. 1853’te Kırım Savaşı patlak verdiğinde Hint Müslümanları Osmanlılar için endişe duymuş, bazı bölgelerde yardım için para toplanmıştı. 1875’e gelindiğin- de Hersek’te ayaklanma başlamış, 1876’da Bulgarlar, aynı yılın Haziran ayında ise Sırplar ve Karadağlılar ayaklanmıştır.
24 Nisan 1877’de Rusya, Balkanlar’daki durumun kendi güvenliğini tehdit ettiği gerekçesiyle Osmanlılar’a karşı savaş açmış, bir yıl kadar süren savaşta Osmanlı ordusu bozguna uğrayarak 3 Mart 1878’de Yeşilköy Anlaşması, ardından da Avrupalı devletlerin müdahalesiyle Temmuz 1878’de Berlin Anlaşması imzalanmıştır. Türklerin aldıkları bu üst üste yenilgiler Hint Müslümanları arasında büyük infial yaratmıştır. Hindistan’ın her yerinde Osmanlıları desteklemek için toplantılar yapılmış ve Türk kardeşlerine ulaştırılmak üzere nakdî ve aynî yardımlar toplanmıştır. Dönemin etkili Urduca gazetelerinden Urdu Ahbâr’da yayınlanan 17 Ağustos 1876 tarihli bir makalede, Türkiye’yi içinde bulunduğu zor durumdan kurtarmak için Müslümanların yapabilecekleri her şeyi yapmalarının farz olduğu belirtilerek, onların, Hindistan’da veya başka bir yerde taşıdıkları şeref ve haysiyetin büyük Türk İmparatorluğu’nun varlığıyla bağlantısına vurgu yapılmış ve eğer bu imparatorluk yok olursa Müslümanların önemlerini yitirecekleri ve kimsenin onları dikkate almayacağı ifade edilmiştir. Sözkonusu makale, artık Hint Müslümanlarının kendi kimliklerinin devamını, Osmanlı Devleti’nin varlığıyla özdeşleştirmeye başladıklarının göstergesi olarak değerlendirilebilir.
1879 Yunan Savaşı ile 1881’de Fransızların Tunus’u, 1882’de İngilizlerin Mısır’ı ilhâkı, 1894-1895 Ermeni olaylarında Avrupa’nın Osmanlılar’a tepkisi ve baskısı, Hint Müslümanlarının Osmanlılara karşı bağlılık duygularını harekete geçirmiştir. 1911’de İtalyanların Trablusgarb’a saldırısı ile 8 Ekim 1912’de başlayan Balkan Savaşları, Hindistan’da büyük infiâle sebep olmuştur.
I. Dünya savaşı öncesi Hindistan’da Osmanlı ilişkileri açısından en önemli çalışmalar o dönemde kurulan Encümen-i Hüddâm-ı Kâbe adlı cemiyet tarafından yapılmıştır.
Bu encümenin kurucuları Osmanlı Devletinin hâlihazırda birçok sıkıntıyla uğraştığını ve bu yüzden de gittikçe zayıfladığını düşünmekteydiler. Böyle bir durumda ise mukaddes toprakların güvenliği tehlikeye düşmekteydi. Olası bir tehlikeyi önlemek ve mukaddes toprakları koruyabilmek için bir donanma oluşturmak ve savaş teçhizatı sağlamak istiyordu. Ancak daha sonraları eğitim faaliyetlerine de el atan encümen, Osmanlı Devleti yararına misyoner faaliyetleri yürütmeye başladı. Hindistan’da yaygın olarak toplantılar düzenleyen encümenin faaliyetlerine halkın birçok kesiminden insanlar katıldı. Encümenin Delhi’de verdiği mitinge katılan Ebû’l Kelâm Âzâd halka şöyle hitap etmişti: “Bu günlerde Allah’ın hükümeti ile insanların hükümeti arasında bir savaş sürüyor… Şeytanın krallıkları Allah’ın hükümetini ortadan kaldırmaya çalışıyor… Bu mücadele dünyanın her tarafında devam ederken ey gerçek iman sahipleri! Hangi tarafla beraber olacaksınız; deccallar ve şeytanlarla mı? Yoksa Allah’la mı?”
Aynı zamanda Osmanlı topraklarında basılan Cihân-ı İslâm adlı gazete de bu faaliyetler için çaba sarf etmiştir. Türkçe, Arapça ve Urduca olarak basılan bu gazete düzenli olarak Hint basın yayın kuruluşlarına ulaştırılıyor ve böylelikle kamuoyu oluşturulmaya çalışılıyordu. Çok geçmeden bu çabayı fark eden İngiliz hükümeti Cihân-ı İslâm’ın Hindistan’a sokulmasını yasakladı. Osmanlı ile savaşa gireceğini sezen İngiltere yabancı basından haber sızmasını engellemek için ülkeye bazı haber kaynaklarının girmesini yasaklamıştı. Haberleri resmi kanallardan yaydıkları için genelde haberler İngilizleri över nitelikte oluyordu. Hindistan genelinde başlatılan yoğun propagandalar ile Hint halkını Osmanlı ile olası bir savaşa hazırlıyorlardı. Osmanlı Devleti’nin Almanya yanında yer alarak savaşa gireceği kesinleşince Hindistan Müslümanlarının istemediği bir olay gerçekleşmiş oldu. Ancak kendilerini arada kalmış, Hindistan Müslümanlarının olası bir isyanını engellemek için İngiltere’nin önceden başlattığı propagandalar sonuç vermiş görünüyordu. Bu propagandalarda bu savaşın dini bir içerik taşımadığı, İngiltere’nin birlikte savaşa girdiği Rusya ve İtalya’dan da mukaddes topraklara saldırı olmayacağına dair teminatlar aldığıyla ilgili haberler halka yayılmıştı. Bunun neticesinde Hint Müslümanları bir nebze olsun rahatlamışlardı. Basına getirilen sansür yüzünden Osmanlı Şeyhülislam’ının ve Halife’nin yaptığı Cihâd-ı Ekber ve Cihâd-ı Mukaddes çağrıları da halka yeterince ulaşamamış ve etkisiz kalmıştı. Yine de bazı gelişmeler yaşanmıştı örneğin, Mekke’de bulunan yaklaşık 700 Hintli savaşta Osmanlıya destek olmak için Osmanlı birliklerine katılmıştı. Lahor ve Peşaver’den bir grup öğrenci Türkiye’ye gitmişti. Diyobandi cemiyetinden bir grup ulema Hindistan’da ayaklanma çıkarmak için faaliyetlerde bulunmuştu. Bu hareketler içerisinde en kayda değer olanı ise Hint halkının gizlice para toplayarak Osmanlı’ya yardımda bulunmalarıydı.
1914’te patlak veren Birinci Dünya Savaşı’na Osmanlılar’ın katılışı, Hint Müslümanlarını büyük bir ikilem içine düşürmüştü. Mânen bağlı bulundukları Osmanlı hilâfeti ve Türk din kardeşlerine karşı, yöneticileri olmaları hasebiyle itaat etmek zorunda bulundukları İngiliz hükümetinin girişeceği bir savaş onları son derece tedirgin etmekteydi. Osmanlılar’ın savaşa girişlerini takiben cihad ilan etmeleri, durumu İngiliz hükümeti için daha da zor bir merhaleye sokmuştu. Cihad ilanının Müslümanlar üzerindeki etkisini izâle etmek için İngiliz hükümetinin yayınladığı bildiride, “Hindistanlı Müslümanların, bizim ve müttefiklerimizin, kendilerinin dinî duygu ve düşüncelerine zararı dokunacak bir girişimde bulunmayacaklarından emin olmaları gerekir. İslâm’ın mukaddes makamlarına saygısızlık edilmeyecek, bunlara saygı ve hürmet gösterilmesi için tüm önlemler alınacaktır. İslâm’ın kutsal başkentine karşı hiçbir saldırıda bulunulmayacaktır. Biz, sadece Almanya’nın tesiri altındaki Türk bakanlarıyla savaşıyoruz, Müslümanların halifesiyle değil. Britanya Hükümeti sırf kendi adına değil, tüm müttefikleri adına da bu sözlerin sorumluluğunu üstlenmektedir” biçiminde güvence verilmesine ve aynı zamanda 13 Ocak 1915’te Hindistan Genel Valisi Lord Hardinge’in (1858-1944) bu yolda bir açıklama yapmasına rağmen Hint Müslümanları arasında cihada katılmak için yola çıkanlar olmuş, maddî ve manevî destek sağlama girişimleri gerçekleştirilmiştir.
Kasım 1918’de savaşın sona ermesiyle İngiliz hükümeti, savaş boyunca Hint Müslümanlarını kendi saflarına çekmek için hilâfet ve kutsal makamlara dokunulmayacağı yolunda verdikleri sözlerin tümünü bir kenara bırakarak 30 Ekim 1918’de imzalanan Mondros Mütarekesi’ne dayanarak Türk vatanını parçalamaya girişmiştir. Mayıs 1919’da Yunanlıların İzmir’e çıkarak Anadolu içlerine ilerlemeleri ve Müslümanlara yaptıkları katliamların haberleri Hindistan’a ulaştıkça Hint Müslümanları arasında üzüntü ve huzursuzluk dalgası yayılmıştır. İstanbul’un İtilaf devletlerinin denetimine geçmesi ise durumun vahâmetini daha da artırmıştır. Hint Müslümanları bu işgallere tepkilerini göstermekte gecikmemiş ve 1919 yılının Ocak, Mayıs ve Haziran aylarında İngiltere’de yaşayan Hintli Müs
lümanlar hükümete Türklere âdil davranılması isteğiyle dilekçeler vermişlerdir.
HİNDİSTAN HİLAFET HAREKETİ
İngiltere, I. Dünya Savaşı esnasında Müslümanların tepkisini yumuşatmak üzere Osmanlı Devleti, halife ve mukaddes toprakların durumlarında bir değişiklik olmayacağı yönünde verdiği sözleri tutmayınca Müslümanlar, Hindulardan da gelen destekle İngiliz hükümetine baskı yapmak ve Osmanlı Halifesini korumak adına Aralık 1918’de Hindistan Hilafet Hareketi başlattılar. İngilizlerin Halifeliği ve mukaddes toprakları korumayacağı ortaya çıktığında Hint Müslüman aydınlar Halifeyi korumak ve halifeliğin devamını sağlamak amacıyla Mevlana Muhammed Ali Cevher tarafından 14 Kasım 1919 yılında Hindistan Hilafet Komitesini kurduğunu açıkladı. Hemen akabinde Muhammed Ali’nin kardeşi Şevket Ali, Ebû’l Kelâm Âzâd, Sêth Çotânî, Şeyh Şevket Ali Sıddıki, Dr. Muhtar Ahmed Ensari, Hasret Mohani ve Dr. Hekim Ecmel Han gibi dönemin ünlü simaları da harekete katıldılar. Komite, Lukhnov’da tesis edildi ve başkanlığına Sêth Çotânî getirildi. Müslümanlar arasında siyasi birlik sağlayarak halifeyi koruma kararı alındı. 1920 yılında Hilafet Manifestosu yayınlanarak İngilizler’den Halife’nin güvenliği sağlamaları istendi. Bu manifestoyla İstanbul’un Türklere bırakılmasının, yapılacak barış konferanslarına Hindistan delegelerinin de katılmasının ve hilafetin dini-siyasi haklarının mahfuz tutulmasının zorunlu olduğu vurgulandı. Aynı zamanda Müslüman halka da İngilizlerin bu güvenliği sağlamakla mesul olduğu anlatıldı. Hindistan kamuoyunun sesini dünyaya duyurabilmek için Muhammed Ali başkanlığında bir heyetin Londra’ya gönderilmesi kararlaştırıldı. Hilafet Hareketi Hindistan’da büyük bir halk hareketi haline geldi. Gandi’nin de desteğiyle ülke genelinde muazzam gösteriler düzenlendi. Londra’ya giden heyet burada hâlihazırda başlamış olan barış anlaşmalarına katıldı. Ancak burada ortaya çıkan tablo İstanbul’un Türklerin elinden alınması yönündeydi. Bunu fark eden Hint Müslümanları, İngiltere’nin bu konuda kendilerine yardımcı olmayacağı gerçeğiyle karşılaştılar. 1920 yılında Hilafet Komitesiyle o dönemdeki en büyük milli oluşum olan Gandi’nin liderliğindeki Hindistan Milli Kongre Partisi işbirliği yapma kararı aldılar. Bu işbirliği sayesinde Hindularla Müslümanlar arasında yakınlaşma meydana geldi. Gandi’nin başlattığı İngilizlerle işbirliği yapmama hareketi büyük ivme kazandı. Bu arada toplumsal çatışmalar tekrar şiddetlendi. 1924 yılında Türkiye’de hilafetin kaldırılması hem Hindistan Hilafet Hareketi’nin çökmesine, hem de daha geniş özgürlük için faaliyet gösteren Hindu-Müslüman iş birliğinin sona ermesine yol açtı ve böylece bağımsızlık temayüllerin yoğunlaştığı yeni bir döneme girildi. Muhammed Ali Cinnah ve Mevlana Muhammed Ali gibi önderler, Müslümanlar arasında müstakil bir vatan arayışını dile getiren kişiler olarak anayasal çerçeve hazırlığını başlattılar.
HİNDİSTAN HİCRET HAREKETİ
Birinci Dünya Savaşı’nın sonunda İslam halifeliğini elinde bulunduran Osmanlı Devleti’nin yenilmesi, İngiliz himayesinde bulunan Hindistan Müslümanlarınca üzüntüyle ve endişeyle karşılanmıştı.
Hicret Hareketi Hindistan Hilafet Hareketinin bir sonucu olarak ortaya çıkmıştır. İslam halifeliğini elinde bulunduran Osmanlı İmparatorluğu’nun İngilizlerle savaşa girmesi dini inançları gereği İslam Halifesine bağlı olan ancak aynı zamanda İngiliz yönetimi altında bulunan Hint Müslümanlarını oldukça sıkıntıya düşürmüştür. Hindistan’ın önde gelen dini ve siyasi liderlerinden Mevlana Abdul Bari ve Mevlana Abul Kelam Azad Türklerle barışa yanaşmayan İngilizlerin yönettiği Hindistan’ın artık “Dar-ul Harb” yani Müslümanların dini vecibelerini yerine getirebilecekleri bir yer olmaktan çıktığını dolayısıyla bu vecibeleri rahatça yaşayabilecekleri “Dar-ul İslam” sayılabilecek başka yerlere göç etmeleri gerektiği fikrini ortaya atmışlardır. Bu hususta Abdul Bari ve Kelam Azad birer fetva da yayınlamışlardır. Hindistan’da bu gelişmeler yaşanırken babasının Afganistan lideri Emir Amanullah Han cenaze töreninde yaptığı bir konuşmada Hint Müslümanlarının yaşadığı durumu gördüğünü onları hicret etmeleri durumunda Afganistan’a kabul edeceğini bildirmiştir.
Bu çağrıya yanıt gelmesi geç sürmedi. Pencap’tan Sind’ten ve çoğunluğu Kuzey Batı Sınır eyaletinden olmak üzere binlerce insan Afganistan’a göç etme kararı aldılar. Bu vesileyle Nisan 1920’de, Delhi’de Huddam-ul Muhacirin isimli Hicret komisyonu kuruldu. 26 Nisan 1920’de bu Hicret komisyonu tarafından İngiliz Valisine gönderilen bir telgraf Afganistan’a göç etme arzusunun ne kadar derin olduğunu gösteriyordu:
“Dini inanışlarımızı yaşama imkanı kalmadığından İngiliz hakimiyeti altında barış içinde hayatlarımızı sürdüremeyeceğimiz açıktır. Üzüntü duysak da bu ülkeyi barış adına terk etme kararı aldık. Umarız hükümetiniz bu kararımıza karşı koymaz ve sorunsuz bir şekilde Afganistan’a göç etmemize izin verir.”
Hindistan Müslümanlarının hicret etmek istediği bölge olan Afganistan bir çok bakımdan uygun görünüyordu. Ülkelerine komşu olması, aynı kültürü paylaşmaları ve sadece İslam kanunları altında yaşamaları Afganistan’ı cazip hale getirmişti.
Mayıs ayının başlarında Lahor’da bir meyve satıcısı olan Abdul Kerim Peşaver’de Hicret hareketiyle ilgili broşürler dağıtırken yakalandı. Hindistan Savunma Kanunları gereği yetkililerce eyalet dışına sürüldü. Bu gelişme üzerine 14 Mayıs 1920 tarihinde bir cuma günü Kasım Ali Şah Camiisinde namaz için toplanıldığında ünlü Hint milliyetçilerinden olan Gulam Muhammed Aziz halka hitaben yaptığı konuşmasında Hicret için toplama ve eyleme geçme çağrısında bulundu. Daha sonra Gulam Muhammed Aziz Hicret hareketini yönlendirmek ve organize etmek adına Peşaver’e gelip burada Hicret Komitesini kurdu. Bu komitenin amacı yola çıkacak göçmenlere destek sağlamak, yönlendirmek ve yardımda bulunmaktı.
Hicret Komitesinin kuruluşu aşağı yukarı Hilafet Komitesinin kuruluşuyla aynı döneme denk gelmektedir. Hicret Komitesinin yönetimi Hace Can Muhammed tarafından üstlenildi.
Bu komiteye Peşaver‘in önde gelen şehirlilerinden birçok kişi katıldı. Komitenin önde gelen üyelerinden bazıları şunlardır: Aga Seyid Makbul Şah, Mevlana Abdul Kerim, Mevlevi Abdul Gafur, Mirza Muhammed Selim Han, Munşi Abdul Kerim, Yusuf Ali Han, Hekim Kutub Şah, Ali Gul Han, Aga Lal Badşah. (2) Bu komitenin ilk icraatı Hicret hareketini duyurmak için yardım toplama çalışmaları başlatmak oldu. Bu esnada bazı göçmenler yola koyulmaya başladılar. Pencap eyaletinden gelen ilk kafile 17 Mayıs’ta Kabil’e gitmek üzere Peşaver’e ulaştı. Burada, Hicret komitesinin başkanı Hace Can Muhammed açtığı bir ofiste göçmenlerin Afganistan’a gidebilmesi için pasaport işlemlerini yürütüyordu.
Bu esnada insanlar arasında İngiliz askerlerinin Mekke ve Medine gibi Müslümanlar için kutsal olan yerleri işgal ettiği, Hükümetin insanların mallarının yarısına el koyacağı ve köylerdeki kadınlara zulüm edeceği hatta bir İngiliz askerinin bir kadını kaçırdığının görüldüğü gibi dedikodular dolaşmaya başladı. Bu insanların öfkesinin artmasına sebep oldu. Bu esnada ülke genelinde dini liderlerin çoğu Hicret etmenin zorunluluğundan bahsediyordu. Artık Hicret hareketi tepkisel bir başkaldırıya dönüşmüştü.
Birkaç ay gibi çok kısa bir sürede kalabalık muhâcir grupları hiçbir hazırlıkları olmaksızın Afganistan’a doğru yola çıktılar. Ellerinde avuçlarında ne varsa yarı fiyatına hatta daha da azına satarak göç etmeye başladılar. Bazı kaynaklara göre 500 bin ila 2 milyon arasında muhacirin Afganistan’a göç ettiklerinden bahsedilmektedir.
Ancak durum düşünüldüğü gibi toz pembe değildi. Afganistan, gelen muhacirlerin sayısının arttığını görünce ekonomik nedenlerden dolayı sınırlarını kapattı ve halihazırda kabul ettiği muhacirlere ise düzgün şartlarda barınma sağlayamadı. Çoğu muhacir Afganistan sınır bölgelerinde sefalet içinde yaşamaktansa Hindistan’a geri dönmeyi tercih etti. İslâm dini ve Türk din kardeşleri için dâru’l-harb diye niteledikleri Hindistan’dan dâru’l-İslâm olarak kabul ettikleri Afganistan’a gelen Hint Müslümanları için bu yolculukları tam anlamıyla bir fecaat olmuştu. Yaşlı, kadın ve çocuk, gerekli hiçbir şeyleri yanlarında bulunmadan, memleketlerinde ev, bark, tarla neleri varsa satarak yola çıkanlardan bir kısmı yollarda telef oldular. Afganistan’da son derece kötü koşullarda geçirdikleri günlerden sonra büyük bir hayal kırıklığı içerisine memleketlerine geri dönmek zorunda kalmışlardı. Ancak geri döndüklerinde ne evleri kendi evleri, ne de tarlaları kendi tarlalarıydı.
Dolayısıyla Hicret hareketi dini duygularla ve özünde Türk kardeşlerine yardım etme arzusuyla başlayan ancak iyi planlanmadığı için bir çok aileye sıkıntı getiren bir hareket olarak tarih sayfalarındaki yerini almıştır.
Neticede Hilafet hareketi Osmanlı hilafetini korumakta başarılı olamamıştı. Ancak bir kaç kuvvetli etkileri olmuştur:
Örneğin:
*Hindistan’da Müslümanların birlik olma ve harekete geçme gücü ispatlandı.
*Hint Müslümanları için dini değerleri ve özgürlüklerinin önemli olduğu mesajı İngilizler tarafından anlaşıldı.
*Bu hareket bir müddet sonra başlayacak olan Hindistan özgürlük hareketine ilham verdi ve İngilizler’i Hindistan’ı terk etmeye zorlayacak bir bir bilincin oluşmasına sebep oldu.
Doç.Dr.Zekai Kardaş / İÜ Edebiyat Fakültesi Urdu Dili ve Edebiyatı Anabilim Dalı
Tohum Sayı 160 / Kış 2018