Bir mekân olarak camiyi ele alırken -sıklıkla yapıldığı gibi- sadece mimari özelliklerine odaklanmak yerine sosyolojik olanın değerlendirilmesi bu yazının temel amacıdır. Bu basitçe caminin fiziksel unsurları yerine topluma, toplumsal ilişkilere dair bir tartışma yürütüleceği anlamına gelmemektedir. Tartışmaya fiziksel unsurların, biçimin dahil edilmesi ise temel bir ihtilafın ortaya çıkmasına neden olmaktadır: Üslup ve fonksiyon. Aliya İzzetbegoviç üslup ve fonksiyon arasındaki tezatı şu şekilde ifade etmektedir:
“Uslûp şahsî, ferdî; fonksiyon ise, gayri şahsî, objektiftir. Uslûp yaratılır; fonksiyon ise tahlil edilir, incelenir, kurulur. Uslûp vakar dolu, anıtsal, süslü, samimî ve tecrübe edilmiş olabilir; fonksiyon ise, olsa olsa teknik bakımdan mükemmel olabilir. Uslûba ulaşılamaz ve izah edilemez; fonksiyon izah edilebilir… …Biri çeşitliliğe, ferdileşmeye; öbürü yeknesaklık ve tesviyeye meylediyor.” Üslup ve fonksiyonun birbirinden ayrılmasının “hayattan yoksun bir neticeye götürdüğünü” belirten İzzetbegoviç, bu ikisi arasındaki ilişkiyi en açık biçimde takip etmenin en doğal yolunun mimari olduğunu vurgulamaktadır:
“Sırf estetik biçimlendirme, fonksiyonla ilgisi olmada şekil geliştirme, pek çabuk dejenere bir dekor olur ve sun’î ve boş olduğu tesirini bırakan bir bina vücuda getirir. Öbür tarafta sırf fonksiyonu göz önünde tutan teknik tekemmülün neticesi, tesviye ve yeknesaklığa temayülü bulunan soğuk ve karaktersiz objelerdir. Fonksiyonalizm taraftarlarından biri olan Mies van der Rohe ‘Eğer doğru dürüst inşa etmek istiyorsak kilise, fabrikadan farklı olmamalıdır’ diyor.”
Fonksiyon tartışmasındaki önemli bir kavram ise “ihtiyaç”tır. İhtiyaç kavramının ancak mekân politikası bağlamında tartışabileceğini gösteren Emin Selçuk Taşar (2016, s. 85), Çamlıca Cami örneğinde ihtiyaç meselesinin sadece fonksiyonla ilişkilendirildiğini ortaya koymaktadır. Ancak ihtiyaç eksenli değerlendirmeler kantitatif açıdan yaklaşarak meselenin hakikat alanına çekilmesinin önüne geçmektedir. Bunun yerine “ihtiyaç kavramının kendisini tartışmak” ve “mimarlık açısından tartışma güzergahını mekân politikası” ekseninde yürütmek yeni güzergahların açılmasını sağlayacaktır. “Zira mimarlık işlev gibi bir ihtiyacın yanı sıra sayılamayacak kadar çok ihtiyacın konusu olabilir.”
Üslup ve fonksiyon arasındaki tezadın sınırlarını aşmak için mekânın sosyolojisinden yararlanmak yerinde olacaktır. Zira sadece mekânın fiziksel ve işlevsel unsurlarına odaklanmak, mekân üretiminin farklı boyutlarını değerlendirmek insan-mekân-zaman etkileşimini göz ardı edebilmektedir.
Mekânın sosyolojisi belirli bir birey ve toplum tahayyülüne dayanmadan “insan-mekân, toplum-mekân ve çevre-mekân ilişkilerinin bütünsel analizine” imkân tanımaktadır. Ayrıca tarihsel ve toplumsal tecrübeyi dikkate alarak bir mekânsal okumanın mümkün olduğunu ileri sürmektedir. Mekânın sosyolojisi, “farklı toplumsal etkileşimlerle oluşan mekâna, toplumsal mekânsallığa odaklanmaktadır” (Şentürk, s.124-5)
Günümüzde hem bir mekân olarak kentin hem de kentteki farklı mekânsal pratiklerin sosyolojisini yapmak için modernite ile birlikte yaşanan değişimlere değinmek gereklidir. Moderniteyle birlikte kent nüfuslarının dramatik bir biçimde arttığı, iş bölümünün farklılaştığı ve uzmanlaşmanın yaşandığı, mekanik dayanışmadan organik dayanışmaya geçişin yaşandığı, zamanın hızla aktığı ve insanın çevreyle ilişkisinin neredeyse tamamen koptuğu görülmektedir. Bu yeni kentsel mekân, değişik topluluklardan oluşan mekânsal bir formu değil, farklı toplumsal sınıflardan oluşan bir toplumsal ve mekânsal tasavvurun ürünü olarak inşa edildi. Bu temelde cemaat /topluluk ve cemiyet/toplum arasındaki arkı işaret etmektedir. Buna göre bireylerin çıkar esasına dayanan toplum ile kişilerin beraberlik hissi ile birbirine bağlı oldukları topluluk arasında farklılık vardır: “Toplum maddî ihtiyaca, menfaate, topluluk ise manevî ihtiyaca, meyle isnad eder. Toplum içinde insanlar menfaat vasıtasıyla birbirine bağlı yahut birbirinden ayrılmış adsız üyelerdir. Toplulukta ise, insanlar müşterek fikir, karşılıklı itimat veya bir oldukları hissiyle birbirlerine bağlı kardeşlerdir.” (İzzetbegoviç, s. 197). Topluluktan topluma doğru geçiş birbirine muhtaç olan ama aynı zamanda birbirinden özgür olan bireyin var olması anlamına gelmektedir. İnsanın ihtiyaçları olması ve bu ihtiyaçları ancak aklı ile tatmin edebileceğine yönelik görüş ütopyacı bakışın temel dayanaklarıdır. Buna göre önce ihtiyaçlar ekseninde bir çatışma yaşanacak sonrasında insan aklıyla bu mücadelenin üstesinden gelerek savaşın sona erdiği bir ideal toplum oluşacaktır. İnsanın sınırsız ihtiyaçlarının karşılanabildiği mekân ise modern kent olacaktır. Bu durum kentlerin büyümesine ve giderek ilişkilerin maddi temelde gerçekleşmesine yol açacaktır. Kentin büyümesinin ise en önemli sonuçlarından birisi ise dindarlıkla ilgilidir:
“Dindarlık şehrin büyümesiyle azalır; daha doğrusu, bu azalma insana yadırgatıcı bir tarzda tesir eden şehircilik unsurlarının birikmesiyle beraber meydana gelir. Çünkü şehir ne kadar büyürse, üzerindeki gök de o kadar ufalır. Tabiat, çiçek ve aydınlık o kadar az; duman, beton, teknik ise o kadar çok olur. Biz de o kadar az şahsiyet, o kadar da çok kitle oluruz. Şehir ne kadar büyürse, cinayetler de o nispette artar. Dindarlık şehrin büyüklüğüne ters, cinayetler ise doğru bir nispette bulunur. Bu iki fenomenin sebebi aynıdır.” (İzzetbegoviç, s. 202)
Bu değişimler ekseninde bir mekân olarak camilere bakıldığında hem mimari özelliklerinin ve biçimlerinin hem de topluluk açısından anlamının farklılaştığı görülmektedir. Giderek büyüyen ve zamanın hızla aktığı kentlerde sadece ibadet işlevini üstlenen bir mekâna dönüşen camilerin topluluğun gündelik hayat pratikleri açısından anlamı bir daralma yaşamaktadır.
Yeni inşa edilen camilerin ya da mevcut camilerin çevre ile ilişkileri kurulamamaktadır. Çoğunlukla teknolojinin verdiği imkânların büyüsü ile hareket eden inşa ediciler mekânın topografyayla, gökyüzüyle, bitkiyle, suyla olan ilişkisini göz ardı etmektedir. Diğer taraftan geçmişte olduğu gibi bir yapılar ve işlevler bütünü/kompleksi olarak inşa edilmeye çalışılan yeni camiler farklı toplumsal ihtiyaçları merkeze almaya çalışmaktadır. Ancak bu camiler, -19. ve erken 20. yüzyılda ibadethanelerin fonksiyon olarak fabrikalarla benzer inşa edilmesi gerektiğini savunan yaklaşımlar gibi,- günümüzde fonksiyon itibariyle alışveriş merkezlerini örnek alacak şekilde tasarlanmaktadırlar. Seminer, toplantı, sergi, düğün, kitapçı gibi farklı fonksiyonları üstlenen camiler bir sunum mekânlarına dönüşebilmektedir. Zira bu mekânlar dahil eden bir deneyim yerine insanı kullanıcı hâline getirmektedir. İnsan mimari/üslup karşısında seyirci, fonksiyon karşısında ise kullanıcı olmaktadır. Camiyi inşa edenler belirli bir topluluk olduğunda insanlar seyirci ve kullanıcı değil katılımcı olacaktır.
Camiler, gündelik hayatta zamanın akışını ritmik bir biçimde belirleyen mekânlar iken günümüzde belirli zaman dilimleri haricinde zamanın dışında bir mekân olarak konumlanabilmektedir. Bu yalnızca namaz vakitlerinde camideki insan sayısına ilişkin bir değerlendirme değildir. Modern kentlerin hız, hesaplanabilirlik, ölçülebilirlik (Simmel) üzerinden tanımlandığı dikkate alınırsa devinimin bu kadar yüksek olduğu kentlerde farklı bir zamansal pratik içinde olduğumuz bir gerçektir. Tam da bu noktada, durup tersinden baktığımızda, camilerin çağdaş uygarlığın (uygar barbarlığın) bu yıkıcı özelliğine bir karşı çıkış sağlama imkânına sahip olup olmadığını sorabiliriz. Lefebvre’ün içinde yaşadığımız toplumu, kentsel toplum olarak tanımladığı dikkate alınırsa modern kentlerde toplulukların camilerin farklı bir zamana kaynaklık etmelerini sağlamaları ne kadar mümkündür? Kentlerin nüfusları bu kadar kalabalık hâle gelmişken bu akışı farklılaştırmak nasıl sağlanabilir? “Müşterek fikir, karşılıklı itimat veya bir oldukları hissiyle birbirlerine bağlı” olan toplulukların imkânı var mı? Eğer böyle bir imkân varsa söz konusu topluluklar camilerle nasıl bir ilişki kurabilirler/kurmalıdırlar? Uzmanlaşmanın getirdiği iş bölümünün bir unsuru olarak profesyonel meslek sahibi olan din görevlileri bir mekân olarak camilerle nasıl ilişki kurmaktadır ve bu ilişki söz konusu mekânla insanların ilişkisini nasıl belirlemektedir? Elimizde cevaptan ziyade çok sayıda soru bulunmaktadır. Önce bu sorularla muhatap olmayı göze almamız ve tartışmaya ve araştırmaya imkân vermemiz gerekmektedir. Bunu yapmak yerine bir mekân olarak camileri gündelik hayatın dışına çıkaran –sonuçların böyle olması istenmese de– müdahalelerden ve uygulamalardan kaçınmak yapılacak ilk işlerden biridir. Yeni inşa edilecek ve mevcut camilerin tabiatla olan ilişkisinin kurulması, insanın seyirci ve kullanıcı olmaktan çıkarılması gerekmektedir. Bununla birlikte günün belirli vakitlerinde camilerin ıssızlaşmasına yol açan kentsel müdahaleler, özellikle tarihi kent merkezlerini önemli ölçüde etkilemektedir. Bu camiler, büyük ölçüde müze işlevi üstlenmektedir.
Camilerin gündelik hayatın ritminin önemli bileşenlerinden biri olabilmesi için mahallelerde (kentsel idari bir birim olarak mahalle kastedilmemektedir, zira idari birimler büyük ölçeklerdir) toplulukların farklı amaçlarla bir araya gelmesini sağlayacak yapısal müdahalelere ihtiyaç vardır. Mekânı var eden sadece fiziksel ve işlevsel unsurlar değildir, ancak toplulukların mekânı deneyimlemeleri açısından önemlidir. İnsan sadece mekânla değil o mekânla var olan toplulukla ilişki kurmak için hareket eder. Mekândan bağımsız olmayan toplulukla, topluluktan bağımsız olmayan mekânla ilişki kurma aynı anda deneyimlenir. Bu durumda önemli şahsiyetlerden biri din görevlileri olmaktadır. Sadece namaz kılmak ve sohbet vermekle sınırlı bir alana kendini hapseden din görevlilerinin meslekleriyle ilişkileri, dine, topluluğa ve bir mekân olarak camiye bakışları önemli hâle gelmektedir. Sınırlı bir ilişki kuran din görevlilerinin bulundukları camiler sadece temel fonksiyonlarını yerine getirebilmektedirler. Lefebvre’ün mekânsal pratik, mekân temsilleri ve temsil mekânları kavramlarına başvurulduğunda camiler mekânsal pratik olarak değerlendirilebilir. Lefebvre’e göre “bir toplumun mekânsal pratiği kendi mekânını yaratır”, mekâna “hakim olarak ve ona sahip çıkarak yavaşça ve kesin olarak üretir.” Mekân temsilleri, yani tasarlanmış mekân, bir toplumun içindeki egemen mekândır. Bu mekânlar, bilginlerin, plancıların, şehircileri, “parçalayan” ve “düzenleyen” teknokratların, yaşananı ve algılananı tasarlananla özdeşleştiren, bilimselliğe yakın kimi sanatçıların mekânı olarak tanımlanmaktadır. Temsil mekânları ise “mekâna eşlik eden, imgeler ve semboller aracılığıyla yaşanan mekân”dır. Bunlara “algılanan, tasarlanan, yaşanan” karşılık gelmektedir. Bu üçlünün içinde diyalektik bir ilişki vardır. (2014, s. 67-68). Camilerin “yaşanan” bir mekân olarak temsili mekânlara dönüşememesinden bahsedilebilir. Zira temsil mekânı, “yaşanır, konuşur; duyumsal bir çekirdeği ya da merkezi vardır… Bu mekânlar, tutku ve eylem yerlerini kapsar, dolayısıyla zamanı doğrudan içerir.” (Lefebvre).
Camilerin yaşanan bir mekâna dönüşmesi için insanla-toplulukla-tabiatla ilişki kurması gerekmektedir. Ancak bunun olabilmesi için içinde yaşadığımız kentlerde duygunun var olması zaruridir. İzzetbegoviç’e göre insan duygu yüklü bir varlıktır. Ancak ideal toplum arayışı insanı duygularından arındırmaya çalışmaktadır. Bu, maddeleşme ve tüketim ile gerçekleşmektedir. İnsan tüketim ile bu dünyada yaşayacağı mutluluğa odaklanmakta ve sonrasını önemli ölçüde gündeminden çıkarmaktadır. Bu Baudrillard’ın “mutluluk ideolojisi” olarak tanımladığı bir durumdur. Bugün camilerin gündelik hayatın içerisinde yaşanan bir mekâna dönüşmesi için toplulukların ve duyguların var olduğu bir kentsel mekâna ihtiyaç olduğu açıktır.
Doç.Dr.Murat Şentürk / İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Sosyoloji Bölümü
Tohum Sayı 161 / Yaz 2018
Kaynakça
Baudrillard, J. (2016). Tüketim toplumu (çev. H. Deliçaylı ve F. Keskin). İstanbul: Ayrıntı Yayınları. İzzetbegoviç, A. (2003). Doğu Batı arasında İslam (çev. S. Şaban). İstanbul: Nehir Yayınları.
Lefebvre, H. (2013). Kentsel devrim. (S. Sezer). İstanbul: Sel Yayıncılık. Lefebvre, H. (2014). Mekânın üretimi. (çev. I. Ergüden). İstanbul: Sel Yayıncılık.
Simmel, G. (2003). Modern kültürde çatışma (T. Bora, N. Kalaycı, E. Gen). İstanbul: İletişim Yayınları.
Şentürk, M. (2016). “Mimarlığın ve sosyolojinin karşılaşma alanı olarak kamusal mekân” Sosyoloji Divanı, 4(7), 109-126.
Taşar, E. S. (2016). “İhtiyaç kavramının mekân politiği: Çamlıca Cami örneği” Sosyoloji Divanı, 4(7), 71-87.