Her Müslümanın tahâret-i şer’iyye ve nezâfet-i insaniye ve medeniyyeyi ikmâlden sonra, ilk gideceği yer: Câmidir. İmanla içini, su ile dışını temizleyen mü’minin, kardeşleriyle buluşmağa me’mur olduğu mevki, mahal câmidir.
Câmi, asr-ı saadetten başlayarak 14 asır, bütün islâm diyarında Müslümanların ibâdet, ilim ve meşveret durağı olmuştur. İbâdet için toplanan cemaat, din ilmini de orada öğrenir, dünya işlerini de orada görüşür hallederdi. Dünya işleri çoğalıp dağıldıkça câmi, ancak ibadet ve ilim merkezi kalmış ve bu hâl yakın maziye kadar devam etmiştir. Dünyaya ait bilgiler genişleyip, ihtisasa doğru gittikçe medreseleri bu ilerlemeye lâkayıd bırakmışlar, devletçe yanlış alınan bir kararla fennî tedrisatı sağlamak için mektepler açılmıştır. Eğer bu ayrılık yapılmayıp fen dersleri medrese programlarına girmiş olsaydı Cumhuriyet devrinde Medreseler aleyhine yapılan tevhid-i tedrisat kanunu o zaman fiilen yürürlüğe girmiş olacak ve medreselerin din ve dünya işlerini bir arada öğretecek olan programları bugün te’mini istenen gayeye ulaşmış bulunacaktı. Eskilerin hüsniniyetle yaptıkları bu hata, tedrisatta ayrılığı mucip olmuştur. Merhum hoca Tahsin efendiler, hoca Kadri efendiler, hoca Hayret efendiler, hoca Mustafa Sabri ve Elmalılı Hamdi efendiler ve Fatih hocalar şahsî merak ve gayretleri sayesinde kazandıkları ilmî liyakat ve vüs’ati, medreselerde tamime muvaffak olmalarına, vaktiyle yapılacak devlet teşkilatı ile imkan hasıl olurdu. Tabii bu, umumi kültür için bahis konusu idi. Yoksa ihtisaslar yine yüksek mektepler ve üniversitelerle temin edilecekti.
Olan oldu. Bugün mescit camiasında amel-i salih nedir?
Bugün her türlü tedrisat câmi dışında yapılmakta olduğundan câmi ancak ibadet, va’z ve nasihat, mukabele ve mevlid gibi hususlara münhasır kalmıştır.
Meşverete gelince: O, her mevzu için her meslekten kurulan cemiyetlerin toplantı yerlerinde, konferans salonlarında teminine çalışılmaktadır. Dünya ahvâlinden haberdar olmak hususu ise, gazeteler, mecmualarla ve hemen her yerde irili ufaklı radyoların düğmelerini çevirmekle mümkün olmaktadır.
Acaba bunların dışında câminin bir te’siri kalmamış mıdır? Evet, bugün camilerde yapılmakta olan dini vecibelerin zamana göre bir disipline alınması zaruridir. Camide üç makam vardır: MİHRAB, MİNBER ve KÜRSİ. Bu makamların herkesçe bilinen umumi mahiyetteki değerlerini bugün için amel-i salih olarak ne suretle daha faziletli ve daha mükemmel hale getirebiliriz?
MİHRAB:
Beş vakitte kendisine uyulan bir zatın o makama geçmesi dolayısıyla önce mihrabı ele alalım. Bugün mihrabı işgal eden zata imam diyoruz. Artık bu kelime ona alem olmuştur. Hâlbuki din ıstılahında imam, devlet reisidir. Bu manada ilham alınarak ilmin ulularına, bir ilimde mütebahhir, muktedabih yani otorite olan zevata imam denilmiştir. İlm-i hadisde imam, Nahivde imam, Fıkıhda imam gibi… Hatt-ı zâtında câmide vazifeli imam olamaz. Bu güzel âdet camide cemaat arasında imam arasında imam olabilecek evsafa lâyık zevat azaldığı için zaruret sâikasıyla vücud bulmuştur. Eslâf yani muhterem ecdadımız câmi inşa ederlerken onun hakkı ile yaşaması için vakıflar vücude getirmişler ve camî vazifelilerinin başkasına muhtaç olmayacağı şekilde iaşe ve ibatelerini düşünmüşler, meşrutalar yapmışlar, îradlar bırakmışlardır. İşte huzur içinde dinî vecibeler ancak bu sûretle ifa edilegelmiştir. Evkafı günün icabına göre düzenleyen kanunlar, cami vazifelilerini lâzım geldiği gibi himaye edememiştir. Bugün imamlar ve bütün cami vazifelileri geçimleri için başka işler peşinden koşmak zorunda kalmışlardır.
Devlet Teşkilâtı meyanında bulunan Diyanet İşleri Riyaseti ile Evkaf el birliği yapıp bu elemli durumu ortadan kaldırmadıkça, bu dinî müesseselerin düzelmesine imkân yoktur.
Biz bugünkü teşkilâta göre, mihrabı işgal eden zâtın umumî durumunu gözden geçirelim. Önce salâtîn camileri ile büyük şehirlerde ulu camilerin imamet vazifesini ifa’ edeceklere azamî itinayı göstermek lâzımdır. Sesi gür ve güzel, kıraat ve tecvidi düzgün ve bilgisi cemaatın ibadata müteallik sorularını cevaplandırabilecek kudrette, temizlik ve intizama çok dikkatli, mübâlatsızlığı olmayan vakur zevat arasından dikkatle seçilmelidir. Her ne kadar bu evsaf tüm imamlar için gerekli ise de memleket çapında belki buna her zaman imkân bulunamaz. Bu takdirde ruhsatlara doğru gidilebilir.
İmam, mihraba geçmeden cemaata şöyle bir göz gezdirip, cemaat arasında fıkıh kitaplarımızda yazılı imam hakkında aranan evsaftan kendisine nazaran daha liyakatlı birini görürse o zatı mihraba davet etmesi bir amel-i salihtir, bir nezaket icabıdır ve tevazu’ nişanesidir. Davet edilen zat, başı ile özür dilerse imam me’mur olduğu vazifeyi yapmış olmanın huzuru içinde , namaza mübaşeret eder. İçinden ve dışından namazlarda okuduğu zamm-ı sûreleri hiçbir zaman uzatmaz, itidali gözetir. Bugünkü hayat şartlarının icaplarına uymak zorundadır. Mihrabiyyeye gelince: İş vakitlerinin dışındaki namazlarda sesi ve kıraatı güzel ise bir aşr-ı şerîf okur ve bunu daha ziyade ahlâk içtimaiyata dair âyetlerden seçer. Bitirdikten sonra mânasını açıklar. Tilavet ve açıklama müddeti bir mihrabiye okunacak zamanı aşmamalıdır. İki uzunca veya üç kısa Ayet-i kerîme maksadı temine kâfidir. Mihrabiyeden maksad ahkâm-ı Kur’âniyeyi hatırlatmaktır. Her fırsat ve vesile ile icab-ı hâle göre ahkâm-ı ilâhiye hatırlatılmalıdır. Yoksa Kur’ân-ı Kerîmin şifây-ı mahz olan nazm-ı celîlinin dinlenerek hasıl olan zevk-i mânevisi ile iktifâ kâfi değildir. Mânası anlatılırsa amel, amel-i salih olur.
İmâmet vazifesi ile resmen mükellef olan zat, camiinin temizliğinden mes’uldür. Hiçbir bahane ile bu mes’uliyetten kendisini kurtaramaz. Şahıs ve malzeme itibariyle devlet kanalından bunu te’mine muvaffak olamıyorsa, cemaata müracaatı lâzımdır. Cemaat arasında avâmdan tek tük temizliğe riayet etmeyen zuhur ederse, onu bizzat ta’kib ve ıslah etmsi lazımdır. Tabii kavl-i leyyin, ya’ni yumuşak ve kırıcı olmayan sözlerle…
Câmide okunan mevlitlerde, mevlidin metni ile Kur’ân-ı Kerîm dışında halkı tehyic için ayrıca bir takım kaside ve tevhidlerin okunmaması müreccahtır.
Bunların içinde edebî bir kıymeti olmayan parçalara mevlidhanın nazar-ı dikkatini celbetmek yerinde bir harekettir.
İmamın, cami içinde veya cami kapısında tese’ülü (dilenmeği) katiyyen menetmesi icab eder. Bazı ahvâlde haram olan dilenciliğin cami içinde – cemaatın huzurunu ihlâl edenler için – ayrıca vebâli de vardır, hele Kur’ân-ı Kerîm istismar edilerek yapılırsa. Cami etrafındaki dilencileri gereken makama haber vermesi vezaif-i medeniye cümlesindendir. Bu vazife, cami dışında umum Müslümanlara taallûk eder. Evvelâ ona mümkünse münasip bir iş teklif edilmesi, kabul etmezse yardım yapılmaması lâzımdır. Bundan başka polise veya belediyeye keyfiyeti haber vermek islâmın şerefini korumak bakımından bir amel-i sâlihtir. <<Bana ne? Vazifelisi düşünsün>> dediğimiz gün, mes’uliyet-i maneviyyeyi müdrik olmadığımız meydana çıkar. İmam efendi cemaat arasında veya mazereti hasebiyle camiye gelemeyen semtindeki Müslümanlardan zenginlerin ve fakirlerin listesini çıkartıp fakirleri zenginlere, zenginleri de fakirlere tanıtmak vazifesi ile de mükelleftir. Bu hizmet imâmet kelimesinin mânasında mündemiçtir. Cemiyetin selâmeti için verilen emeğin karşılığı, ferdî ibadet sevabının kat kat fevkindedir. Cenaze namazı: Cenaze namazı her ne kadar farz-ı kifâye ise de farziyetinin ehemmiyeti ve sevabı değerini her zaman muhafaza eder. Cenazeye hürmetin lüzumunun karşısında el bağlayıp Allah’a niyazımızdan anlaşılması lâzımdır. Bir mü’minin yaşadığı müddetçe taşımış olduğu ve dağların, taşların tahammül edemediği emanet vardır ki, işte onun hürmetine cenazeye vaciptir. Cenazenin ta’cili Peygamberimiz (sas) Efendimizin emirleri muktezasıdır. Binaenaleyh öğle namazında camiye bir cenaze getirilse, öğle namazından hemen sonra cenaze namazı kılınmalı. Cenaze ikindi vaktinde geldiyse farzdan evvel kılınan gayr-i müekkede kılınmayabilir. Çünkü onun terki de bir sünnettir. Ve terkin en faziletli zamanı ise cenazenin bulunduğu zamandır. Çünkü Peygamber efendimiz sünnet-i gayri müekkedeleri zaman zaman terk ettiğine nazaran icâbı halinde kılınmaması da sünnet olur. Farzın edasından sonra tesbihin yapılmasına da lüzum yoktur. Tesbih terkedilebilir, sonra da yapılabilir. Maksad daha çok mü’min kardeşinin cenaze namazına iştirakidir. İşi dolayısıyla cenaze namazında bulunamayacak olanların, geçecek zamanlarına kazanmak için böyle hareket etmeleri evladır. Yüz kişinin münferiden kılacağı sünnet-i gayri müekkededen on kişinin cenaze namazına katılması daha faziletli bir amel-i sâlihtir. Hem farz yerine yetiriliyor ki sünnet sevabının fevkindedir, hem de cemaatin fazileti kazanılıyor. İleride dünya meşgalesi dediğimiz işlerin dinen ehemmiyeti tafsil edileceğinden burada zikrine lüzum görülmedi. Camideki cemaata gelince: Bu büyük emr-i mesnûnun vücub derecesindeki ehemmiyeti etraflıca düşünülmek gerektir. Cemaatın hikmeti, önce toplu bir halde farzın Allahın ve resulünün rızasının tahsile ma’tuf olması itibariyle büyük değeri vardır. Sâniyen cemaattan maksad, bir semtte bulunan Müslümanların birbirini yakından tanımasına vesiledir. Bu tanışma dayanışmaya vesiledir. Mademki Hadis-i Şerif’te buyrulduğu gibi : << Mü’minler bir binanın taşları, duvarları gibidir. Biribirini destekler ve ayakta durmasını sağlar. >> O halde cemaat arasında kendisinin gideremediği ihtiyacını mü’min kardeşine açar ve el birliği ile derdine devâ aranır. Cemaata gelemeyen olursa komşusu tarafından hâl ve hatırı sorulur. Yardıma ihtiyacı varsa, yardım edilir. Ve bu suretle beş vakitte vuku bulan daimi temas kütleyi kuvvetlendirir. Maksad da cemiyetin kuvvetli olmasıdır. Kur’ân-ı Kerîmin emri böyledir. Bundan başka umumu ilgilendiren hayat meseleleri olursa ayaküstü o işi bilen cemaattan biri işi aydınlatır. Müslümanın o işteki kâr ve zararını gösterir. Topluluk daima kâr getirir, zarardan korur. Ondan dolayı << Allah hayır üzerinde toplananlarla beraberdir. >> buyurulmuş. Üzülerek görülüyor ki, bugün bu hikmetlerin hiçbiri anlaşılmamış, hemen hemen herkes ancak yirmi yedi sevap fazla kazanmak için cemaata koşmaktadır. Camide karşılaştığı bir âcizin halini öğrenmek istemezse ve elinden geldiği kadar maddî manevî yardımına koşmazsa, cemaata gelmiş sayılabilir mi? Çünkü ne için camiye geldiğinin farkında değildir. <<Hepiniz mes’ulsünüz…>> Hadis-i Şerif’inin şümulünü anlamamıştır. Mes’uliyetin nereden başlayıp nerede biteceği kendi bahsinde görülecektir.
MİNBER:
İslâm dini, cuma namazına büyük bir ehemmiyet vermiştir. Peygamberimiz Efendimiz (sav) özürsüz üç cuma namazını üstüste terkeden mükellefin, münafıklar defterine yazılacağını beyan buyurmuştur. Kur’an-ı Kerîm Cuma ezanı okununca, işi gücü bırakıp namaza koşmanın lüzumunu emreder. Tabii şiddetli soğuk , kar, yağmur, kasırga gibi büyük maniler zuhur ederse, fukahamız terkine ruhsat vermişlerdir. Bunun dışında kanunî ya da zecrî mücbir sebepler de terke ruhsat verebilir. Çünkü o zaman vücubunun şartından olan izn-i âmm yok demektir. İki camide toplu olarak namaz kılma farziyeti, müslümanların mutlaka haftada bir araya gelmesi ve hutbeyi dinlemesi içindir. Hutbe: Bir hafta içinde muhitte, cemiyette görülen fesadı, yolsuzlukları, haksızlıkların nereden ibaret olduğu ve bunun önüne nasıl geçileceğini anlatmaya, vesiledir. Yoksa bugüne kadar yapılageldiği gibi bir takım nafile ibadetleri halka heyecanla anlatıp onları cemiyetin selametinden, kendi nimetlerine çevirmek için değildir. Hiçbir işi olmayan, ne kendisinin ne ailesinin geçimini düşünmek zorunda olmayan kimseler bile artık nafile ibadetle meşgul olamazlar. Nafile kapısı kapanalı hemen hemen bir asra yaklaşıyor. Her mü’minin etrafını farzlar, vacipler sarmıştır. Halka hizmeti bırakıp kendi nefsini kurtarmaya, mertebe kazanmaya çalışmak kimseyi mesuliyetten kurtaramaz. Köşesinden kalkamayan pîr-i fani bile torununa, torununun çocuğuna, yoksa akrabasının veya komşusunun veya semtinin yavrularına kelime-i tevhidi, kelime-i şehadeti , amentüyü, ilm-i hâli, hatta ağızdan öğretmesi kendi kendine yapacağı her türlü zikir, vird ve Kur’ân-ı Kerîm tilavetinden efdaldir. Şüphesiz nâssa faydalı olunamayacak ahvâl ve şerâitte herkes niyetine göre dilediği ibadeti yapmakta serbesttir. Bugün artık hutbede, ancak ve ancak cemiyeti ilgilendiren meseleler halka anlatılacaktır. Hatibin yalnız karşısında bulunan cemaatin seviyesine göre söz söylemesi ve onların anlayamayacağı kelimeleri ve cümleleri kullanmaması lâzımdır. Hatibin minberde işgal ettiği mevki, Makam-ı Ahmedîdir. Orada ancak mevzu ile ilgili ayetler ve hadis-i şerifler okunur ve açıklanır. Bunun dışında hikmetâmiz dahi olsa şiirler ve beyitler okumak veya yerli ve yabancı hukemâ ve feylesofların vecizelerinden bahsetmek makama hürmetsizliktir, yersizdir ve bid’attir.
Kelâm-ı kibar, hukema ve felasifenin Kur’an ve hadîs-i şerifleri te’yid eden sözleri kürsüden va’zda veya sohbet toplantılarında, konferanslarda söylenebilir veya mecmualarda yazılabilir. Hatibin makamın şerefini muhafaza için buna çok dikkat etmesi icâbeder.
Hutbe: Hamdele, salvele ve tardiye ya’ni Allah’a hamd ü sena Peygamberimiz Efendimize ve âl ve ashabına salât ve selâmdan ve duadan sonra hemen mevzuya başlar. Mevzuu ilgilendiren âyet-i kerime ve hadis-i şerifeyi zikrettikten sonra açıklamaya girişir. Kısaca hutbenin diğer müstehabbatını eda’ ettikten sonra hüsn-i hâtime olarak her hutbe sonunda asırlardan beri sünnet-i mustahsene olan âyet-i kerimenin meâlen: << Allah bizlere her şeyde adaleti, herkese iyiliği, yakınlarımıza yardımı , her türlü kötülüklerden, haramlardan, isyandan kaçınmamızı emrediyor. Ve ashabından ve ikabından kurtulmamız için bütün hareketlerimizde, davranışlarımızda iyice düşünüp taşınmamızı ihtar ediyor. >> hükmünü beyan ettikten sonra, teberruken âyet-i kerimeyi okuyup minberden inmesi gerekir.
Cuma bugünkü kanunlara göre tatil günü değildir. İş günüdür, devlet daireleri ve çarşı, pazar açıktır. Herkesi vaktinde ve zamanında işinin başında bulundurmak da vazifedir. Cemaat yalnız yaşlılar, emekliler ve işi olmayanlardan ibaret değildir. Bu bakımdan hutbe zemin ve zamana göre ne çok kısa ne de uzun olmalı, maksadı te’min edecek kadar devam etmelidir. Hatibin bu meyanda dikkat etmesi lâzım gelen bir husus daha vardır ki, bu da cami dışındaki inanmayan mütecavizlere minberden yumruk sıkmasıdır, bu lüzumsuz bir harekettir. Onlara cevap dışarıda, mütecaviz iseler yazı ile konferansla, haddini bilmezlik yapıyorlarsa mislimisline mukabele etmek gerektir. Minberden cevap vermeğe kalkışmak, hatipten bir şey öğrenmek için camiye gelen cemaatı ihmal edip, aslî vazifesi dışına çıkmak vardır ki, bu da cami dışındaki inanmayan mütecavizlere minberden yumruk sıkmasıdır, bu lüzumsuz bir harekettir. Onlara cevap dışarıda, mütecaviz iseler yazı ile konferansla, haddini bilmezlik yapıyorlarsa mislimisline mukabele etmek gerektir. Minberden cevap vermeğe kalkışmak, hatipten bir şey öğrenmek için camiye gelen cemaatı ihmal edip, aslî vazifesi dışına çıkmak olur. Cuma ve bayram hutbeleri müstakil ve ehemmiyetli birer vazifedir. Her camide bu vazifeyi hakkı ile ifa edecek imam bulmak müşküldür. Binaenaleyh şehirlerdeki küçük mescitler, köy ve kasaba camilerinde ileride imkân te’min edilinceye kadar hitabet, imamlara ait vazife dışına alınmalıdır. Bilhassa selatin camileri ile büyük şehirlerdeki ulu camilerin hatipleri bir imtihandan geçirilerek, ücret-i muayyene ile tayin edilmelidir. Bu vazifenin mutlaka Diyanet İşleri kadrosunda vazifeli bulunan zevat tarafından yapılması şart değilidir. İlmî ve dinî yüksek tahsil yapmış olup da devletin başka hizmetlerinde veya serbest iş adamları arasında islâm enstitüleri, İmam-Hatip mektepleri veya diğer mekteplerin muallimleri arasından müsabakada kazanacak olanlardan en ehliyetlisini en büyük camilere, tatminkâr ücretlere hatip tayin etmelidir.
Ahlâki ve içtimaî mevzuları ihtiva eden ve hiçbir zaman ferdî ve şahsî nafile ibadetlerle ilgili olmayan, planlı hutbelerin hazırlanması göz önünde bulundurulmalıdır.
Dinin, ibadet ve muâmelatını günün icaplarına göre amel-i salih düşünülerek, hakkın rızasını istihsale gayret, önce ulû-l-emr’ sonra herkes için vecîbe-i zimmettir.
KÜRSİ:
Kürsi: Ta’lim, irşad ve telkin makamı olan ve caminin asıl sahibi bulunan vâizlerin de diğer Diyanet vazifelileri gibi çok dikkatli ve hususî bir itina ile seçilmesi emr-i dinîdir. Selâtin ve ulu camilerdeki vâizler dini bilgisi ve salâhiyeti resmen ve imtihanla tebeyyün eden ameli ilmine uygun, umumî kültürü münevver denen zümreden farksız ve halkın hissinden ziyade fikrine hitap eden, onları din ve dünya işlerinde istikamet içinde daimî harekete sevkedecek bir natıka ve kemâl ile mücehhez zevatı kürsilere çıkarmalıyız. Yoksa ferdî ibadetin tarifini ilmihal kitaplarından nakleden ve halkı kendi köşesine çekilip nafilelerle << Mâlik-i yevmiddin>>in huzurunda mes’uliyetten kurtulacağını zan ve telkin eden vâiz efendileri, aldıkları maaşlarla ve şimdiye kadar yaptıkları hizmetlere teşekkürle emekliye sevketmek gerektir. Mâlumdur ki din de, dünya da iki hüküm içindedir. Biri vazife, diğeri mes’uliyet. Yani bugün lisana giren tabirle: Ödev ve sorumluluk.
Bir vaiz tüm ömrünce din ve dünya meselelerini bu iki asla irca’ ederek vazifesini ifa’ etmiş olacaktır. Çünkü ibadet de kabahat de bu iki kelimenin içine girer. Bir ferdin büluğ çağından itibaren ömrünün sonuna kadar her çağda, her meslekte ve her an mükellef olduğu vazifeler ve mes’uliyetler vardır ki işte vâiz efendi her mükellefin bütün hayatı boyunca karşılaşmak ihtimali bulunduğu hadiseleri göz önüne alarak vaazlarını ona göre hazırlaması gerekir.
Vaizin, halkın camide en kesif bulunduğu, Cuma ve bayram namazları ile tatil günleri herkesi ilgilendiren en umumî ve en lüzumlu mevzuları seçmesi lâzımdır.
Vaazlara mutlaka namazdan en az yarım saat evvel başlanmalıdır. Namazdan sonra yapılacak vaazlar, fıkıh kitaplarından bahisler dini bahisler okunmağa inhisar etmelidir. Çünkü namazdan sonra işi olanlar işleri başlarına dönerler. Ve işi olmayanlar camide kalırlar. Cami cemaatı namaz için geleceklerinden, namazdan evvel vaaz etmek itiyadı bütün camilerde kabul ve tatbik edilecek olursa, istifade etmek isteyenler vakti müsaitse mümkün olduğu kadar erken camiye gelebilir. Fakat namazdan sonra kalamazlar. İşte camiye ait olan amâl-i sâlihanın hulâsası şimdilik bundan ibarettir.
Dipnot: “Bu yazı, Nisan 1968 tarihinde yayınlanan İslam Düşüncesi Dergisi’nin 5. sayısından iktibas edilmiştir.”
Mahir İz / Eğitimci, Şair, Yazar (d.1895 – ö.1974)
Tohum Sayı 161 / Yaz 2018