ŞEHİRLERİMİZİN MERKEZLERİNİ FONKSİYONEL HALE GETİREREK GEÇMİŞLE BAĞLANTISINI KURMALIYIZ
Son yıllarda, sıklıkla tartıştığımız konuların başında “şehirleşme” geliyor. Şehir-insan ilişkisi, kültür ve şehir ilişkisindeki değişimler, kentsel dönüşüm süreçleri, şehre göçler, şehirlerin sembolleri, yeni kentleşme ve konut modelleri, şehir ve modernleşme, metropolde komşuluk, çocuk, aile ve mahalle gibi konular, “şehirleşme” üst başlığının atında derinlemesine tartışılan konulardan bazıları…
Bu tartışmalar geniş bir alanda sürüyor; sosyologlar, ekonomistler, psikologlar, pedagoglar, mimarlar, sanat tarihçileri, siyasetçiler tartışmanın tarafları… Şehir ve insan ilişkisindeki değişime dair belki de her gün bir yerlerde toplantı, sempozyum, çalıştay, kongre yapılıyor. Son yıllarda konuyla ilgili bilimsel yayınlar da hayli arttı. Biz de, herkesin gündeminde olan bu konuyu Korkut Tuna ile görüştük. Korkut Tuna Hoca, konunun uzmanlarından bir isim. 2017’de yapılan Milli Kültür Şurası ile 2018’de yapılan İstanbul Kültür Çalıştayının da katılımcılarından. Hoca, her iki organizasyonda da aktif görevler üstlenerek buralarda görüşlerini paylaştığı gibi yüzlerce insanın şehirleşme tartışmalarına dair yaklaşımlarını dinledi. Korkut Tuna Hoca, bizi İstanbul Ticaret Üniversitesi’ndeki, penceresinden Haliç, Fatih, Süleymaniye’nin seyredilebildiği odasında ağırladı.
Erol Erdoğan: Hocam, şehir ve insan ile insan-mekân ilişkisini, bizim şehirlerimizi, bu arada İstanbul’u konuşacağız. Günümüzdeki şehir sorunlarına da değineceğiz. Temel bir soruyla başlayalım. Şehirleşme dediğimiz zaman ‘Batı Şehirleri’ ve ‘İslam Şehirleri’ diye doğal olarak tasnif yapılıyor. Tabi doğu-batı ayrımı da var. Öyleyse, Batı nedir, Doğu nedir; farkları nelerdir? Doğu ve Batının farkı insan, şehir ve mekân ilişkisine nasıl yansımış?
Korkut Tuna: Doğu-Batı önemli bir ayrım… Öğrenciliğimde, akranlarımızla son sınıfta konuşurken bu ayrım dikkat çekiyordu. Cahit Tanyol da o zaman kısmen bahsetmişti. Daha sonra sistematik biçimde bu konuya eğildiğim zaman, gerçekten devam eden ve varlığını sürdüren bir ayrım olduğunu gördüm. Bu kadar iç içe girmiş, bir tarafın ötekini neredeyse silmiş gibi gözükmesine rağmen, bu mesele toplumların ortaya çıkışı ile önümüze geliyor. Çünkü, bir topluluk halinde bir mekânda belli bir üretimi sürdüren insan toplulukları, aynı sorunlara farklı cevaplar buluyor. Şehir, ilk olarak doğu toplumları ile ortaya çıkıyor. Doğu toplumlarında, yıllık muntazam taşması olan nehirlerin bulunduğu Mezopotamya’da… Ondan 500 yıl sonra Nil Vadisi’nde ve yine yakın sürede Hindistan’daki İndus nehrinin vadilerinde ortaya çıkıyor. Burada dikkati çeken bir yan; insanlar yerleşmişler ve tarım yapıyorlar. Tarım ise belli bir teknolojiyi ve bilgiyi gerektirdiği kadar, belli bir altyapıya sahip olmayı gerektiriyor. Çünkü o zamanki insanın, toprağı kullanması sonucunda toprak verimsizleşiyor. Dolayısıyla Doğu toplumlarında bu verimsizleşmenin çözümü yok. Sağa sola gitseniz; kayalık, dağlık yöreler, tarım alanlarının dışına çıkamıyorsunuz. Dolayısıyla aynı yerde işi çözmeniz lazım. O zaman toplumsal bazı girişimler yapılıyor. Suni sulama kanalları açılarak nehirlerin taşkınları dizginleniyor, bataklık bölgeler boşalttırılarak tarıma açılıyor, su gitmeyen yerlere su götürülüyor. Batı’da ise aynı sorun var fakat orada eşdeğer verimli topraklarla karşılaşılıyor. Prehistorya çalışmaları bunu gösteriyor. Buradaki arazi bitince tası tarağı toplayıp 20-30 kilometre öteye gidiyorlar, orada yerleşiyorlar, tarıma başlıyorlar. Prehistoryacılar bunların izlerini çok iyi takip ediyorlar. Nereye çadır kurmuş, nereye barınak yapmış, bir nevi taşlaşmış izlerden veya katmanların ayıklanmasından ortaya çıkıyor. O da aynı tarımı devam ettiriyor. Fakat Doğu’nun daha bir örgütlü olmaya ihtiyacı var. Varlığını sürdürebilmesi için bir artı ürün alınması lazım. Bu da işte nehirlerin dizginlenmesiyle, sulanamayan yerlerin sulanmasıyla oluyor, böyle artı oluşuyor. Bu artı ürünün oluşması, Doğu toplumlarının faikiyetini(üstünlüğünü, yüksekliğini) ortaya çıkartıyor; bir yere yerleşiyorlar ve şehir ortaya çıkıyor bir müddet sonra. Çünkü şehir bir artı ürüne ihtiyaç duyan, sadece gezici, sadece toplayıcı toplulukların ürünü olamıyor; aynı yerde devamlı olabilecek şekilde veya başka bir şekilde artı ürüne el koymayı sağlayan bir yapıyı gerektiriyor. Dolayısıyla bana göre halen varlığını sürdüren Doğu-Batı ayrımı burada ortaya çıkıyor. Doğu toplumları daha merkezi yönetime sahipti. Büyük toprakları içeren ve çevreden gelecek yağmacılara karşı hazır ve bedava ürün biçiyorsunuz ancak göçebeler, Orta Asya kavimleri Mezopotamya’ya gelip ‘Allah bereket versin’ ne varsa topluyorlar. Onun için bir de askeri yapı, bir savunma mekanizmasıyla karşılaşılıyor.
Şehir bir artı ürüne ihtiyaç duyan, sadece gezici, sadece toplayıcı toplulukların ürünü olamıyor; aynı yerde devamlı olabilecek şekilde veya başka bir şekilde artı ürüne el koymayı sağlayan bir yapıyı gerektiriyor. Dolayısıyla bana göre halen varlığını sürdüren Doğu-Batı ayrımı burada ortaya çıkıyor.
E.E: Şehirleşme doğuda daha erken o zaman?
K.T: Daha erken, çok erken. Yunan’ın, bir kere, sabit bir şeyi besleyecek yeri, ülkesi yok. Bir Mezopotamya gibi değil. İster istemez sınırlı bir tarıma sahip olacak topraklar ve denize açılmayı şart koşan bir yapı olduğu için, bunlar denizle cebelleşmeye başlıyorlar, denize ulaştıkları zaman da Mısır’ın ortaya koyduğu büyük zenginliği ki işte Mezopotamya’yla Mısır arasında da mal alışverişleri var. Onları kısmen taşıyarak, navlun gibi bir ücret alarak, kısmen de yağmalayarak varlıklarını ortaya koyuyorlar. Yunan kendinden fazlasını barındıracak bir artı ürüne ihtiyaç duyuyor. Kendi ürettiği değil. Dolayısıyla Doğu’dan aktarılacak bir artı ürün sayesinde var olabiliyor. Onun için adalar, onun için Anadolu’nun denize bakan kıyıları, onun için Roma ortaya çıkınca Roma’nın askeri gücünün Helenistik’e göre biraz daha güçlü olması böyle bir durum ortaya çıkartıyor. Helenistik dönemde, Doğu içine kapanıp kalıyor. Yani Helenistik döneme baktığımız zaman -daha çok Roma ve Avrupa içlerine kadar- artık zenginliği yaymak ve yeni şeyler ortaya koymak ve için Doğu topluluklarına karşı üstünlük sağlıyor. Kartaca’yı mesela, yıkıyorlar. Kartaca, Doğu’nun Akdeniz’deki denetim noktalarından, güvenliği sağlayan, iletişimi sağlayan, ticareti sağlayan bir merkez. Onlar daha çok Girit ile ortaya çıkıyorlar, sonra Roma’yla varlığını sürdürüyorlar.
Helenistik dönemde, Doğu içine kapanıp kalıyor. Yani Helenistik döneme baktığımız zaman -daha çok Roma ve Avrupa içlerine kadar- artık zenginliği yaymak ve yeni şeyler ortaya koymak ve için Doğu topluluklarına karşı üstünlük sağlıyor.
Veysel Başar: Doğu-Batı farkını siz üretimden, tarımdan, coğrafya ve iklim şartlarından yola çıkarak anlattınız. Günümüzde Doğu-Batı dediğimiz zaman daha çok dini perspektifte anlaşılıyor. O ilk Doğu-Batı farkının oluşmasında etken olan inançlar mıdır, yoksa…
K.T: Tabii, onların da inanç sistemleri var.
V.B: İnançlar ayrımda, ayrışmada etkili mi?
K.T: Tabii tabii, onların da bu merkeziyetçiliği savunan ve bir merkezden yönetimi sağlayan bir yönü var. Mesela zigguratlar var. Onlar belki bizim camilerimizin bir benzeri. Tarım yapan topluluklar uzaktan onu görüyorlar. Onlar yarı tanrının ve tanrının oğlunun mekânı, sembolü. Orası üretimi de organize eden bir yer var. Mısır’a gelince iş daha da büyüyor. Tanrı’nın kendisi oluyor: Firavun. Yani din o kadar güçlü. O bakımdan bu yapının muhakkak bir dinle örtüşmesi lazım.
E.E: Hocam şehirler kır hayatındaki zorlukların kolaylaştırılmasını sağlamak için ortaya çıkıyor… Siz de bu görüşü paylaşıyorsunuz. Bugün geldiğimiz noktada, o amaç halen gerçek bir amaç ve hedef olarak yerini koruyor mu yoksa şehirler yeni sorunlar mı üretti?
K.T: Yani kolaylaştırmış olabilir çünkü insanlar kırı terk edip şehre geldi, bu 50’li yıllardan başlayarak kendini ortaya koydu. Sosyolojilerin beşerî coğrafyaları açıklama girişimleri var. Kırdaki itici nedenler var, şehirde çekici nedenler var. Kır insanları itiyor; niçin itiyor? Şehir de çekiyor, ne için çekiyor; hizmet çekiyor. Yani istemeden de hizmet ayağına geliyor. Zaman içerisinde şehrin ortaya koyduğu zenginlik, iş imkânları, yaşam farklılığı, iktisadi-siyasi-sosyal çözümler, bir arada yaşamak gibi etkenler insanları köyden kente doğru bir göçe yönlendiriyor.
Köyden kente doğru bir göç bizim toplumumuzda da ortaya çıktı. Bu, dünyada yaşanması gereken bir şeydi ve yaşandı. Peki, şimdi ne olacak? Yine insanlar buraya geliyor, yani şehir artık toplumun ana yapısını oluşturuyor. Memnun muyuz? Değiliz. Rahat mıyız? Değiliz ama sağladığı imkânlar da ortada.
Günümüzdeki dijital çözümler -hani Allah’ın dağında da olsanız- internetten vs. haberleşmeye mesajlaşmaya varana kadar insanların aradığı sosyallik ne ise, şehir hayatında kendini gösteriyor. Şehir, iş imkanları da veriyor, insanın arada kaybolmasını da sağlıyor. Hani köyde kalsanız işte ‘yine bizim bilmem kimin bilmem kimi, işi yok öyle boş oturuyor. Bak işte gene çıkmış orada oturuyor’ derler. Ama şehirde ne olduğunu, kim olduğunu kimse bilmiyor. Mahremi kendi evinde kalıyor. Eve gidince belki iş bulamamış ve evine aş getirememiş. Orada da kadının kendi kurtarıcılığı ortaya çıkıyor. Ben kadının aile hayatımızı, şehirle birlikte karşılaşılan güçlükleri, -kırsal hayatta bile- izale eden bir nevi tampon gibi hafiflettiğini, içine çektiğini, yaşanabilir hale getirdiğini düşünüyorum.
E.E: Aslında şehirleşmede kadın ana faktör, değil mi? Şehirleşme kadının talebi?
K.T: Çok etkisi var tabi. İş ihtiyacı var, kadınlar çalışmak durumunda kalıyor ama şehir bir şekilde insanları çekiyor ve bu artık böyle bir vakum gibi. Buna idari yapılanmamızı koyarsak, zaten köy diye bir şey kalmıyor. Köyü de filan şehrin mahallesi haline getiriyorsunuz. Yerleşim yerinin mahallesi oluyor, köylük de kalkıyor. Köy bir nevi bağımsız kendi içinde işini halledebilen ama dışarıyla da bağlantısı olan bir yerleşim yeri. Yerine göre çalışan, yerine göre mal alıp satan. Ama kendi yerel bölgesinde kalan birim olmaktan çıkıp bir sistemin, bir vilayetin, büyük şehrin bir parçası oluyor. Bakıyorsunuz ki Büyükşehir o köyün yolunu yapıyor, insanlar memnun oluyor bundan. Ama esas şey, kazan burada kaynıyor, yani güzel kokular burada dolayısıyla insanlar şehre geliyor. Şimdi tabi bazı şeyler görüyoruz, şehir yaşlıların yurdu olmuş ve burada ev hayatının eski otoritesini kaybetmiş insanlar artık köyüne dönüyor. Çünkü ister istemez apartman hayatı aile içindeki hiyerarşiyi, büyüğün sayılmasını, sözünün dinlenmesini ortadan kaldırıyor. Emekli olmuş, çoluk çocuk onu ciddiye almıyor, otoritesi kaybolmuş, sözü dinlenmiyor o zaman bu kişiler köye dönüyorlar. Yaşlılar köye yerleşince de bayram seyran olunca herkes köye gidiyor.
V.B: Orada en azından bir bahçeye hükmedebiliyor…
K.T: Hatta bazen filmlerde görüyorum kış gelince şehre dönüyor, yazın köyünde bir hayvan oluyor, bahçeyle uğraşıyor. Dolayısıyla şehir henüz formüle edemediğimiz, izah edemediğimiz karmaşık ilişkileriyle insanları ağına düşürmüş oluyor bir nevi, yani şehirden çıkamıyorsunuz. Ben 50 küsur yıldır İstanbul’dayım. İstanbul’u doğru düzgün bilmiyorum diyebilirim. Niye? Çünkü ömrüm fakültede geçti neredeyse. Önce öğrenciydim, evden fakülteye; sonra işte 1-2 yıl askerlik falan derken asistan oldum, hadi tekrar evden fakülteye. Emekli oldum burada başladım gene evden fakülteye. Yani diyeceğim o ki; şehir o kadar büyük ama insanı öyle bir kıstırıyor, belli ilişkilere bağlıyor ki siz o ilişkilerden vazgeçemiyorsunuz. Dolayısıyla bu köylerden gelen nüfus örümcek ağına takılmış gibi debeleniyor ama şehirden ayrılamıyor.
E.E: O zaman yeni problemlerimiz var demektir, yani kır hayatından farklılaşan, şehre özgü, metropol karakterli…
K.T: Tabii tabii, yani şehrin bütününe ait olabilir, kısmi yerleşim yerine ait olabilir, içinde yaşanılan semte ait olabilir. Çünkü sonuçta şehir bir manada kendisini yapılarla belirtiyor yani şehir deyince bir semte bir yapılar grubuna dahil oluyorsunuz. Bunların önemli kısmı yeni kurulmuş olabilir, bir kısmı bir gece 4 duvar çevrilerek bir gecekondu yapılmış, belediye yıkmış yine yapmışlar ve sonunda kazanmışlar ve böylece bir yerleşim yeri oluşmuş.
Dolayısıyla şehir birçok yönüyle insanı tutuyor, bir artı ürün yaratıyor şehir, önemli bir artı ürün… Yani kırın yaratmasından daha büyük bir artı ürün yaratıyor. Bu sadece sanayinin yarattığı bir artı ürün değil.
E.E: Sosyal sermayenin, çevrenin…
K.T: Evet böyle bir artı yaratıyor. Şehirde çok büyük fabrikalar var. Sabah 6 deyince bütün İstanbul işine gidiyor. İkinci vardiyaya gidiyor, belli yerlerde bunu yaşamak mümkün ama insanlar sanki bu rölanti hayatı benimsemiş, geçinip gidiyor. Terk edip de gidemiyor. Neticede insanlar geçiniyorlar; az veya çok nemalanıyorlar, bir nema var insanların üstüne bulaşan. Parmağını yalasa bile, ‘bal tuttum parmağımı yaladım’ dedirten bir sistem var. Bu sistemi çözmek çok zor. Şehrin yarattığı bir yeni doku bu, yeni bir tarz. Üretim tarzı, yaşam tarzı… Yani grupları kendi içinde tanıyıp, araştırıp sonra nasıl geçindiklerine bakmak gerekiyor. İnsan bir yere gidiyor, bir yere oturuyor, yola çıkıyor, arabaya biniyor… Yani bu parayı nereden karşılıyor bunu çözmek lazım. Bunlar bir şekilde karşılanıyor, rakamlara vurulsa ortaya ne çıkacak kim bilir? Fransa’ya gittiğim zaman orada “clochard(kloşer)” denilen adamlar vardı. Sizden gelip 50 kuruş – 1 lira istiyor. Yaptıkları da bir kenarda toplanıp şarap içmek. Bir gün onların içtikleri şarabın hesabını yaptım. O adam, bizim buradaki asgari ücretin neredeyse iki misli para harcıyor. Hiçbir şey yok. Yani bunlar o kadar düşmüşler ki, hani çok kötü bir durumda insan intihar da edebilir, bunlar intihar bile edemiyorlar. Belediye bu adamları topluyor bazen. Kimisi mesela sızmış metro durağında, hava sıcak yüzü böyle kıpkırmızı olmuş. Kimisinin ayağından çizmesini çıkartıyorlar 6 aydır çizme çıkmadığı için çorap cildine yapışıp yara olmuş. Bunların hepsini tımar ediyorlar ve sonunda soruyorlar: “Kalmak istiyor musunuz?” diye. Bununla ilgili bir belgesel de izlemiştim. Hepsi geri gitmek istedi sadece bir kişi kalmayı tercih etti. Belediye hepsini de nereden aldıysa geri aynı yerlerine bıraktılar. Şimdi şehir hayatı böyle bir gerçeklik de yaratıyor. Yani kırsal hayatta insan bu kadar şanslı olmayabilir. Karnını doyurmak için hangi filizin, hangi ağacın neresi yersin veya hangi bitkiyi soyarsan içi yenir gibi bilgilere de sahip olmak gerekir. Onlarda bu bilgi de yok. Sadece senden 50 kuruş dileniyor ve şaraba yöneliyor. İşte bütün ömrün bu, yani dolayısıyla şehir hayatının içinde çözemediğimiz yapılar var.
V.B: Hocam aslında biraz da bugün sizin anlattıklarınız doğrultusunda ikliminden doğasına, dokusuna kadar bir şehrin özgünlüğünü konuşuyoruz. Şehir, diğer yönüyle de bir semboller mekânı yani özellikle mimari özellikleri bakımından hatta dini açıdan… Eskiden bir şehre baktığınız zaman veya bir şehirde yürüdüğünüz zaman, o şehirde hangi inanca mensup insanlar olduğunu tahmin edebilirdiniz. Sanki bu sanayileşme sonrası modernleşme ve teknolojiyle birlikte bu farklar azaldı gibi. Bir şehri gezin eski yapıları görmezseniz, son 20- 30 yılda inşa edilmiş bir şehri gezerken o şehirde hangi dinin yaygın olduğunu, hangi coğrafyaya ait olduğunu anlamanız zorlaşıyor. Bunu nasıl yorumluyorsunuz ya da bu gidişat nereye?
K.T: Yani bu yapı tarzlarımızdan, mimarlarımızın yetişmesinden ötürü ortaya çıkıyor. Bildiğim kadarıyla yorumlamam gerekirse; Türk mimarisini, buradaki yetişme biçimini, stilleri mimarlarımıza öğretememişiz. Tarihten gelen ve kültürümüzün de içinde şekillendiği bir doku var. Dolayısıyla birkaç kat yukarı çıkan, penceresi kapısı olan, şekilsiz yapılar var. Bu İstanbul’u ele geçirdi. İstanbul eski halinde bırakılabilirdi. Demokrat Parti, Menderes zamanı trafiğe otomobil girince yollar açmak gerekti. Dolayısıyla eski yapı cevap vermeyince, apartman dışında bir şey çıkmadı.
Mimarlarımız her biri belki kendi içinde anlamlı, şekli güzel olan fakat bir araya geldiği zaman hiçbir şey ifade etmeyen, görüntü kirliliği yaratan binalar inşa ettiler. Hiçbir geçmiş çizgi korunmadı. Bu sokağın özelliği şudur, şurada tarihten önemli bir yapı vardır, yapacağınız binaları şunlara uygun bir stilde veya böyle bir kaplamayla yapın ki bir bütünlük olsun vb. gibi bir kaygı yok… Gemisini kurtaran kaptan.
Belediyelere izni verdiler, onlar da mühendisliğe, tekniğine baktılar ama ne kadar doğru anladılar bilmiyorum. Ve sonuç olarak ortaya böyle bir şey çıktı. İstanbul’un 30’lı yıllarda yapılan binaları ortadan kalktı ki onlar da ilk apartmanlardı. İlk apartmanlar da Beyoğlu’nda falan karşımıza çıkıyor. Eskiyi, güzel ve ahşap binaları, Süleymaniye’de orada burada bırakıp millet Beyoğlu’na, Nişantaşı’na gitti. İlk apartmanlarımız da 1890’ın sonları ile 1900’ün başlarında ortaya çıktı. Fakat mimari bir yaklaşımla; malzemesiyle, pencereleriyle, kapılarıyla, geçmişten gelen hiçbir şeyi biz buraya koymadık. Tamamen kendiliğinden oluştu. Mimarimiz tamamen Batı kalıplarında bir yapı, stil kazandı ve öğretildi. O da modernlik diye geldi.
Mesela; ben rahmetli Turgut Cansever’in kızını tanırım, o da bir vesileyle anlatmıştı. O da bir çatı malzemesi olarak kiremit falan gibi çizince hocası “aman siz hala eski şeylerdesiniz, baban da öyle” gibi eleştiride bulunmuş. Nasıl bir mantıkla yapıldı ki; böyle eskiden gelen hiçbir şey, bir kiremite bile tahammül yok. Bir renklilik, farklılık yok. Tamamen çok basit, çok mekanik bir şekilde başımızı sokacak yapılar yapılıyor. “3 ada 1 salon” diyorlar artık manzarayı da vurgulamak için. Ve tüm bunlar yerleşti. Bu 3 oda 1 salon kalıbı o kadar yerleşmiş ki, mesela yeni bir site yapılıyordu.
Öyle bir 3 oda 1 salon yapılmış ki buradan iki oda çıkartmış yatak koyacak yer yok, yatak koyarsınız gardırobu koyacağınız yer olmayacak falan ama 3 oda 1 salon yapmış, niyet o. Yani şimdilerde stüdyo diyorlar hani, bir yatacak yer bir oturulacak yer var. Hayır, 3 oda bir salon yapmış, odalar 3m. – 5m. Küçücük… Halbuki mimarlığımızın önemli bir etkisi var bu şehrin oluşmasında. Şimdi tamam her şey güzel, teknolojinin de etkisiyle yüksekliklere ulaşmışız. Ama İstanbul kayboldu… İstanbul’un silueti kayboldu. İstanbul’un siluetini ancak Beşiktaş’tan Eminönü’ne ya da Sirkeci’den Eminönü’ne Üsküdar’a giden bir vapura bindiğiniz zaman iç kısımda görebiliyorsunuz. Çünkü arkadaki koca binalar çıkmıyor, gözükmüyor.
V.B: Hocam sadece siluet değil, bir inancın, bir medeniyetin şehrinde; o inancın, mesela komşuluk ilişkisinin de sokağa yansıması gerekiyor. Hatta insan-hayvan ilişkisinin sokağa yansıması gerekiyor.
K.T: Tabii, tabii. Yapıda ortaya çıktı, eski yapılarda… Ben Cihangir’de oturdum. Karşımızda eski bir ahşap bina vardı. Yokuştaydı, yukarıda iki katı vardı. Bir katı oradan giriyordu. Alt sokakta bir katı vardı, bir de cadde indiği için, oradan da bir kapı açmışlar ve yufka falan satan bir adam el arabasını oraya koyabiliyordu. Dolayısıyla çok yönlü bir yapı vardı. İnsanlar bir kapıyı açınca bir araya gelebiliyordu. Daha çok dışarı çıkıp oturuyorlardı, kadınlar merdiven de oturuyorlardı.
E.E: Çıkmaz sokak kültürümüz vardı.
K.T: Oturup sohbet ediyorlardı. Bu önemli bir şey. Buna Süha Göney “ivicaçlı sokaklar” diyor. Kendisi Edebiyat Fakültesinde Coğrafya profesörüydü, dekanlık da yaptı. Ben de dekan yardımcısıydım. Sonra bunları yıktılar, diyor. Düz caddeler açtılar. O küçük sokaklar belli bir kültürü saklıyordu. Mahalli olarak mahrem şeyiniz bir aradaydı. Tabii onların bir kısmı sonra grupların eline geçti. Kurtarılmış bölgelerimiz yok oldu vesaire, ama şimdiki halimizde açıktayız, ortadayız. Böyle bir yakınlığımız bir aradalığımız yok. Birbirimizi tanıdığımız yok. Allah kabul etsin, işte yaşıyoruz…
V.B: Köyde ya da kırsal alanda yaşarken insanlar bir cemiyet halinde yaşıyorlar, birbirlerinden haberdarlar, ortadalar. Birbirlerinden müstağni değiller. Şehre geldikçe daha bireysel daha hücresel bir yaşam, daha izole bir yaşam ortaya çıkıyor. Şimdi bu iyi bir şey mi?
K.T: Köydeki gibi sosyal ilişkilerin açık ve kullanışlı olduğu bir ortam yok artık. Buraya geldiği zaman bir yere duhul ediyorsunuz ya da kendi çevrenizi kuruyorsunuz.
Çünkü gecekondulaşma ile kurulan yeni yerlerde bir zamanlar aynı memleketten gelen kişiler belli yerlere yerleşerek kendi odaklarını oluşturmuşlar. Fakat günümüze gelindiği zaman bu ilişkilerin daha küçük parçalara ayrıldığını, daha sınırlı, mahalle bazında yerleşim yeriyle sınırlı kaldığını görüyoruz. İster istemez insanlar o çerçeve içinde ilişkilerini sürdürmek zorunda.
Ya onun bir hemşerisi, bir yakını oradadır ya da bir yerden bir izin bulmuştur, bir kapı açılmıştır hemen oraya yerleşmiştir. Dolayısıyla bunları bir arada tutacak ilişkiler yok gibi. Hiç yok değil. Mesela son yıllarda Ramazan ayı dolayısıyla belediyelerin kurduğu iftar sofralarının büyük bir birliktelik sağladığını görüyorum ben. Orada kıyıda köşede, öyle veya böyle insanların hepsi gelebiliyor. Onun haricinde mesela geçici bir şey ama siyasi parti mitinglerinin de insanları böyle bir araya topladığını görüyoruz. İnsanlar artık oralıdır buralıdır olmadan, ortak payda ne ise onun üstünde toplanmış oluyorlar. Bu büyüyen, artık ipin ucunu kaçıran büyüklükteki şehirlerin belki de böyle bazı ortak bir mekanizmalar yaratarak insanları bir araya getirmesi lazım. Çünkü insanlar artık evlerine kapanıyorlar ya da tamamen dışarıdalar. Televizyon o kapanmayı sağlamış vaziyette. Tabi yeni nesil de internetle… Dolayısıyla bu kapıyı açacak yeni ilişkiler lazım. Bir arada olmanın getirdiği bayramvâri, davetli, ikramlı milleti çekecek şeyler lazım. Yoksa insanlar ister istemez, “şurada bir yer var, ben de şuraya şöyle bir yerleşivereyim” diyor. İstanbul öyle olmuş sanki… Ama bir şey var. İnsanımız ortak bir payda tutuyor ama ortaya çıkmıyor bu.
E.E: Hocam tam burada aklıma şöyle bir şey geldi. Bizim klasik şehirlerimizde şehrin ortasında külliye var. Külliye hem ilim merkezi demek hem sanat merkezi hem de ibadet merkezi demek. Yani insanlar o merkeze ya namaz için geliyorlar, ya ilim öğrenmek için geliyorlar, ya sanat tedrisi için geliyorlar ya sohbet için geliyorlar ya da alışveriş için geliyorlar. Müthiş bir mekân burası zaten öldüğü zaman da geliyor, doğduğu zaman da geliyor, yaşarken de geliyor. Ve merkezde cami var, caminin etrafında külliye var. Şimdi İstanbul Edirnekapı külliyesi öyle, Fatih’teki Süleymaniye öyle, Edirne de öyle. Şimdi yaşadığımız bu modern şehirlerde, günümüz şehirlerinde şehrin ortak buluşma noktası neresi? Alışveriş merkezleri mi? Şehir meydanları mı? Metrolar mı?
K.T: Yok gibi, yani şehrin ortası yok bana göre… Şehrin bir yerine bir alışveriş merkezi koyuyorlar. Hem ticareti ayakta tutuyor hem de bir grup insanın vakit geçirmesini sağlıyor. Ama eski Osmanlı şehrinin çekirdeğini veya nüvesini oluşturan yapılar yok artık. Şimdi eskileri bile aynen o işi görüyor mu bilmiyorum. Mesela o külliyenin müştemilatı ne işlevi için ayrılmış bilmiyoruz, sosyal bir iş için mi yoksa onu da birileri kiraya mı vermiş?
E.E: Hocam Anadolu’da geziyorum eski medreselerin çoğu nargile kafesi olmuş.
K.T: Al işte… Yani bir iyilik olsun, bir işe yarasın… Tamir de ediyor vakıflar, Allah razı olsun, canlandırdı. Sadece yurt içinde değil, yurt dışında da ama insanımıza da sunacağımız bir şey yok. Bir kütüphane olsa desek kaç kişi gidecek ya da başka ne yapabiliriz yani? Sonuçta birilerinin geldiği bir toplantı yeri olmaktan öteye geçmiyor. Hâlbuki o mimarinin şehre ya da yeni yapılan bir camiinin veya buna benzer merkezî yapıların müştemilatı, teşkilatı, şehre hâkim bir noktada ve bu ilgi odaklarını üstüne çekecek dolayısıyla ilişkileri birbirine bağlayacak bir özellikte olması lazım. Bakıyorsunuz bilmem ne derneği bir yerde bir camii yapıyor, yamuk yumuk olabiliyor. Bir arsaya sokuşturulmuş, orantısız bir minaresi çıkıyor… Eksikliğiyle falan camii işte belki bir mekân ibadete açılmış oluyor ama o camiinin sosyal(ve dinî tabii) özelliğini bulamıyorsunuz orada.
V.B: Buna bir öneriniz olur mu hocam? Yani deminki cümlenizi tekrar edecek olursak: ‘Eskiden şehirlerin merkezinde ilim, sanat, ticaret, ibadet vardı; bugün bir şehrin merkezi olmadığı gibi küçük merkezler de çok anlamlı durmuyor. Yani bundan sonrası için biz şehirlerimizin merkezine şöyle bir fonksiyon yüklememiz lazım.’ diyebileceğimiz bir şey var mı?
K.T: Yani bilemiyorum… Stadyumlar şehir merkezlerinin içerisinde kalınca kaldırdık park bahçe yapıyoruz bu da güzel; ama insanların bir araya gelmesi kütüphanesiyle, çalışma yeriyle, araştırma yeriyle ilim sanat merkezi haline gelmesi çok önemli. İstanbul’un evet ortası yok artık ama bazı şehirlerin hiç olmazsa böyle bazı ille de yapıyı değil de bir mekân açarak, o mekânı daha yeni manalar yüklenmiş biçimde kullanması lazım. Peki, ne olabilir bu?
Geçmişle bağlantının kurulması lazım, geçmişle bağlantıyı nasıl kuracak, buna bakmak lazım. Geçmişle bağlantı, kütüphanelerle olur, kütüphanelerin görsel verileri olur şu olur bu olur… Öğrencilerin kütüphanelere karşı büyük talebi var.
Mesela Taksim’deki… Yer bulmak mümkün değil. O bakımdan Erdoğan’ın bahsettiği şeyler anlamlı ama onu başka türlü yorumluyorlar. Yani insanların belli bir zemin üzerinden sosyalleşecekleri belirli zeminler-burada zemin “okuma” oluyor- oluşturmak gerekir. Başka bir zemin üzerinden kurarsınız insanlar oradan sosyalleşir. Mesela yüzme havuzları olur, parklar, eğlence yerleri olur. Bir yerde müzik çalınır bir yerde başka bir şey yapılır. İnsanlar meşrebine göre bir sosyalleşme ortamı bulabilir ama bunu belli bir kültür varlığıyla, tarihten ve dinimizden gelen unsurlarla, çözülmeyi de önleyecek bir şekilde var etmek lazım.
V.B: Hocam biraz bağlamı değiştirelim isterseniz. Türkiye bir dönem kır-köy nüfusunun ağırlıkta olduğu üretimi daha çok tarıma dayanan bir ülkeydi; ama gittikçe şehir ağırlıklı bir ülke haline geldik ve bu çok hızlı bir şekilde oldu. Bu normal mi yani böyle bir değişim/dönüşüm normal mi? Daha doğrusu göçü çok hızlı mı yaşadık?
K.T: Hızlı yaşadık tabi. Şehrimizi oluşturmadan, şehrin yapısını, mimarisini, sistemini, manasını kavramadan insanlar geldiler şehri kurdular. Gecekondu bölgelerine yerleştiler. Önce karşı çıkıldı sonra otobüs de işledi, elektrik de gitti her şey gitti. Gecekondu bölgesi biliyorsunuz bugünün meşhur bir ilçesi halinde öyle ya da böyle büyüdü. Dolayısıyla bu nereye kadar gider bilmiyorum. Kırsal hayatın yeniden canlandırılması mümkün. Eski dönemlerin tarihi izlerini de taşıyan, az bozulmuş, kırsalında da taşıyan mesela Osmanlı’nın kurulduğu yerler, Selçuklu’dan kalan yerler, unutulmuş ama küçük yerleşim yerleri, büyümemiş, devleşmemiş yerler ve kırsal kesime doğru bir gidişin olacağını ben bekliyorum.
E.E: O zaman orayla ilgili tedbir almamız mı lazım? Tarihi ve doğayı koruyarak…
K.T: Almancılar yaptı onu biraz, Karadeniz’de falan. Dört katlı bir bina dikti kimse karışmadı. Allah’tan yol yoktu da her yere gidemediler. Yani bunun biraz bütünüyle Türkiye imajı, mimarisi, mühendisliği olması lazım kafamızda. ‘Bina dört duvar, betonu atacaksın, kolonları koyacaksın, tuğlayı döşeyeceksin.’ olmamalı.
Biz şimdi şehirleşmeye öyle bakıyoruz yani binaları yapıyoruz, sokakları da belediye yapıyor, hemen aydınlatıyor, kanalizasyon gibi hizmetler getiriyor ama neye hizmet getiriyorsun? Olmamış, kötü kurulmuş bir yapıya hizmet götürüyorsun ve bununla övünüyoruz.
Hâlbuki benim görüşüm, sanki bir müddet sonra hiç olmazsa belli insanlar şehrin kargaşasından kaçmak ve Anadolu’nun bu tarihi izleriyle buluşmak için oralara gidebilir. Yani geriye dönüş teşvik edilebilir. İşte emekli olmuşuz bilmem ne. N’aptı insanlar? Daha çok gelişmekte olan sahil kasabalarında evler aldılar, sonunda bir hafta gittiler on beş gün gittiler, bir sene boş kaldı orası. Sattılar mı, tutuyorlar mı? Yaşları ilerleyince belki çocuklar, torunlar gidip kullanıyor ama yani böyle gereksiz bir yapılaşmayla da doğamızı mahvettik. Şimdi sanki el atılmamış yerlere doğru ufuklar, bakışlar dönüyor bunu da engellemek lazım.
E.E: Tedbir almak lazım.
K.T: Tedbir almak ama hiç olmazsa belli insanları, belli bir kültürel alt yapısı olan insanları Anadolu’da yaşayabilecekleri bir ortama çekecek düzenlemeler olmalı. Yani biz şimdi emeklilik tazminatını aldık gidip de oralara dört duvar bir şey yapmayalım, mevcut olana yerleşelim, kiralayalım ya da bize birileri bunun yolunu göstersin ya da yapsın satın alalım. Biraz önce de lafı geçti sonunda hiçbir şehri siluetinden ayırt edemez olduk. Eskiden bir şehre girerken ağaçlıklı yollarıyla, bilmem neleriyle dikkat çekerdi. Şimdi duble yollar oldu. Güzel ama o şehrin girişi de yok oldu. Uzaktan bakarken ‘şuraya geliyoruz’, uzaktan bir siluet görüp de ‘ha burası şu şehir’ diyebileceğimiz özellik kalmadı. Fark edilmiyor artık… İşte İstanbul bunun en büyük örneği, küçük camiler arada kayboldu…
E.E: Hocam Trabzon mu Rize mi bir yerde gördüm yayla gibi bir yer adam dört katlı beton bir bina dikmiş. Bir tane ahşap görmüyoruz yani, dikmiş dördüncü katta oturuyor yaşlı bir amca… ‘Selamun aleyküm’ dedim, ‘Aleyküm selam’ diyerek selamımı aldı. Dedim ‘Üç kat boş?’, dedi ‘Gelmediler’. ‘Kime yaptın?’ dedim, ‘Çocuklara yaptım.’ dedi. ‘Konuştun mu onlarla yaparken?’ dedim, ‘Konuşmadım, babalık görevimi yaptım.’ dedi. Üç kat bomboş yani kaba inşaat duruyor. Kendisi çıkmış kartal yuvasına, duruyor. Yazık…
K.T: Öyle işte yani bu Karadeniz müteahhitlerinin anladıkları şey böyle oldu. Yazık. “Ev” bu kadar basit bir şey değil, bu kadar fabrikasyona dönüşmemeli. Evin hakikaten başka bir mânası olmalı.
V.B: Hocam siz akademisyensiniz, bilim adamısınız, düşünüyorsunuz ama sanırım daha çok analiz yapıyorsunuz. Diyelim ki başbakansınız, cumhurbaşkanısınız, belediye baş-kanı oldunuz yetki sizde. Ne yapardınız? Mesela İstanbul için ne yapardınız? Diyelim ki Anadolu’nun bir kasabası için ne yapardınız yani bunu düşündünüz mü hiç?
K.T: Sanki böyle bir Menderesvari yıkmak, açmak lazım. Yani eski dokuyu kurtarmak lazım. Araya bir sınır koymak, eski dokunun istila edilmesini önlemek lazım. Eski şehrin kimliğini ortaya koyacak yapıları kurtarmak lazım. Yani eskidi yıkılıyor, yıkmamak lazım onu bir şekilde işte kerpiç bir ev, eski cumbalı bilmem neli, ahşap ev… Kurtarmak lâzım. Bunlar kurtarılmış da bazı şehirlerimizde işte gidince bahsediliyor hep böyle eski falan. Yani biraz ayıklamak lazım ve o tarz inşaatı teşvik etmek lazım. Hayır, burada böyle yapacaksın, buranın inşaatı böyle üç kat olacak, işte kerpiç kullanacaksın, kalas kullanacaksın, binanın çerçevesi böyle olacak falan… Çünkü yapı malzemesini bilmediğimiz şuradan ortaya çıkıyor. Bundan çok seneler önce galiba Varto’da bir deprem olmuştu. Kalktılar oraya çok acele hemen incecik duvarlarla konutlar yaptılar. Hiç kimse kalmadı içinde çünkü dışarısı -30. Bu adamın o kadar ince bir şeyi muhafaza etmesi… Hepsi brandalar, naylon torbalarla hayvanların yanında yattı. Hâlbuki o coğrafyada ona uygun yapmak lazım. Mesela çok seneler önce İTÜ Mimarlık’tan bir hoca demişti ki, “Böyle betonla olmaz bu. Tamam, iskeleti betonla koyalım ama arasına kerpiç koyalım; çünkü Anadolu’nun maddesi kerpiç: Hem serin tutuyor hem sıcak tutuyor.” Ama biz bunları bıraktık, böyle standart malzemelere yöneldik. Briket çıktı… Yani nereye giderseniz gidin herhangi bir yere, bir köye hemen briketten bir şey yapmışlar. Eski köy evi yıkılıyor, gayet güzel yapısı, mimarisi var ya da mekân kullanımı var. Onu bırakmış baş edememiş belki parası yok hemen buraya briketten bir şey çevirmiş, bir kapı koymuş falan… Al sana bir ev, bu yapı çok zor.
E.E: Hocam, şimdi akıllı şehirler diye bir terminoloji gelişiyor yani şehirde her şeyin kontrol altında olduğu, herkesin neredeyse izlendiği ve herkesin ne yapması, nasıl yapması gerektiğinin kesin kurallarla belirlendiği ve bunların dışına çıkılmasının da –müspet veya menfi anlamda söylemiyorum bunu- sürekli kontrol edildiği bir akıllı şehir anlayışı gelişiyor. Siz bunu nasıl değerlendiriyorsunuz?
K.T: Şimdi buradaki akıllı şehir belli teknolojiyle şehrin mekanizmalarının bir şekilde otomatiğe bağlanması olarak düşünülebilirse yani burada belki bir insan unsurundan kaynaklı sorunlar -işte adam geç kaldı, vanayı açık unuttu, su bastı bilmem neler- ortadan kalkabilir.
Şehrin ortaklaşa yapılacak işlerini bir sisteme bağlamak olabilir ama şehrin, sokağın, mahallenin kimliğini oluşturmak lâzım. O kimliğini de korumak lazım. Evet, bu kimlik belki çok kötü de oluşmuş olabilir.
Zaten belli bir mekanizma ile kontrol altında. İşte trenler ona göre gidiyor, metrolar ona göre gidiyor. Siz 1 saat sonra gitseniz metroya binemezsiniz tabi. Bunlar var ama bütün insanların denetim altına alınabileceği, yani bir akıllılık olacağını sanmıyorum. Akıllılık-akıllı şehir, belli mekanizmaların sistem altında, kontrol altında otomatikleştiği, değişikliklere insanların gecikerek müdahalesi değil de kendiliğinden bazı küçük müdahalelerin yapıldığı bir ortam olabilir ama onun dışında öyle bir güç yok. O zaman öyle olacaksa hepimize bir elektrot bağlayıp hareket etmemizi sağlamak lazım. Hadi şimdi yola çıkabilirsiniz gibi…
E.E: Bunu biraz şunun için merak ettim hocam: Şimdi “tek tipleşme” diye bir şey var, insanların hayatlarını onların önüne koyacağımız tüketim ya da örneklerle, alternatiflerle dayatılan bir şey var. Dolayısıyla şehirleşme de ve şehirleşmede kullanacağımız argümanlar da tek tipleşmeyi sağlamaya dönük mü acaba?
K.T: Sağlayabilir tabi ama ne kadar tek tipleştirebilirsiniz ki? Bu dış görünüş olur veya o an mantığa göre bir mânası, ifadesi, görünüşü olabilir ama bunu ne kadar sürdürebilirsiniz? Şehrin o zaman biraz daha slow-city olması lazım, ağır değişmesi lâzım. Hâlbuki İstanbul’a her gün 1 milyon adam girip çıkıyor diyorlar. Bunu ne kadar kontrol edebilirsiniz; bir ülke nüfusuna sahip bir bir şehir, mümkün değil. Muhakkak ki düşünülür, üzerinde hesaplar yapılır, ulaşamadığınız imkânlar getirilir, ‘Bak böyle bunu da fark ediyoruz, takip edebiliyoruz böylelikle tedbir alabiliyoruz.’ denilebilir ama pek sanmıyorum büyük şehirleri tek tipleştiremezsiniz… Ha küçük şehirler, böyle 1 milyonluk şehirler falan, herkesin belli bir saatte işe gittiği yahut işinden döndüğü, boş zamanında parka gittiği, haftada bir sinemaya yahut tiyatroya gittiği yerleri bir düzen altına alırsınız ama İstanbul’un daha ne olduğunu bilmiyoruz. İstanbul bütün şeylerin dışında bir yapı, yani ulaşılabilirliğin dışında. Bir parçasını ölçmeye kalkıyorsunuz onu tam bulduk derken öbür taraf değişmiş olabiliyor. Yani çok canlı, hareketli, dinamik bir yapısı var.
E.E: Hocam, İstanbul Kültür Çalıştayı yapıldı, oradaydınız. Geçen sene de Kültür Şurası yapıldı, oradaydınız. Bunların dışında da şehirle ilgili çok sayıda toplantılar yapılıyor; ama o ikisi önemliydi; biri devletin Ankara’da yaptığı diğeri de İstanbul merkezli. Buralardaki konuşmalar, yani kültür politikaları, insan kent ilişkisi yönünde yapılan konuşmalar… Bundan sonrası için bize bir felsefî derinleşme, pratikte bir iyileşme sağlayacak mı? Çünkü orada yönetici de oldunuz oturum başkanlığı da yaptınız. Nedir sizde bıraktığı etki?
K.T: Evet. Devletin yaptığı, önceden hazırlanmış, kendi grupları olan, o meseleyi ele alan komisyonların oluşturulduğu bir çalışmaydı. Ben onun bitmiş hâline katılmak istedim ve sunumlarını dinledim, ama biraz mekanik buldum. Yani şehir, kültürüyle canlılığıyla pek yoktu. Çözümler teklif edilmiş, üzerinde uğraşılmış, çok güzel ifade edilmiş kitaplar hâlinde de yazıldı her biri madde madde… Orada bir sistemin içi doldurulmuştu ama bir şehrin mesela (orada söz de aldım) bir yatırım varsa düzenliyorsunuz onlarla ilgili hiçbir şey yok, yani öyle bir sosyal kültürel derinliği yok, daha mekanikti. Burada yapılan toplantıda ise (İstanbul) çok renkli olduğunu söyleyebilirim. Ama İstanbul üzerine güzel şeyler söylendi tabii diğer komisyonları bilmiyorum bizimki, birinci komisyon, meseleyi ele alan bir komisyondu. İstanbul’u tanımlamaya kalktık, İstanbul’un mânasını, anlamını, sınırlarını, yapabilirliğini falan ortaya koymaya çalıştık. Orada konuşulanları düzenledik ve maddeler haline getirdik. Sonra birkaç kanaldan icmal edilmiş, bakanlığın kendi kaydettiği veriler de vardı. Onları ben burada tekrar gözden geçirdim, bazı yardımlarla bir metin hâline getirdik. Onun daha yaralı olduğuna inanıyorum. Orada gerçek bir İstanbul meselesi vardı.
VB: Değerli hocam, şimdi şehirle ilgili sempozyumlar, toplantılar, kongreler arttı. Biz de sizden şöyle bir şey sorsak çünkü bu konuda artık ilgilenen gençlerimiz de çok: Şehirleşmeyle ilgili, şehirlerin bundan sonraki dönüşümüyle ilgili kimleri okumalıyız? Sizi okuyacağız, onun dışında gençler Turgut Cansever’i okuyorlar, biliyorlar.
K.T: Ben çok şehrin tarihçesine ve şehrin geçmişten gelişine ama Batılı akıllarla açıklanmasına karşı tez kurdum. Benim tezim şuydu –doçentlik tezimdir, profesörlükte Batılı Bilginin Eleştirisi oldu- birincisinde şöyle demiştim: Acaba Batı’da şehir teorileri nasıl gelişmiş? Sonra tarihte şehirler nasıl oluşmuş? Üçüncüde de ben şehri nasıl açıklarım? Şimdi birinci çalışmada reddettiler. Niye? Çünkü önsözde bu üçlüyü yazdım, zannettiler ki ben bir tezde üç şey çıkartacağım. Gittim hepsine sordum niye bıraktınız diye ama bir şey çıkmadı. İkincisini o zaman devam ettim, tarihte şehirler nasıl oluşmuş? Ama tabi buradan da birazını reddedilen tezden bazılarını yani teoriler kısmını getirdim. Üçüncüde, ben şehri nasıl açıklarım. Buna vakit ayıramadım. Yani şehir bir artı ürün olarak benim gözümde. Bu artı ürünü nasıl izah edeceğiz, bütün bu zenginlik, bütün bu üstesinden gelemediğimiz, belki bilmediğimiz belki birçok yanıyla bu artı ürünü nasıl ifade edebiliriz…
E.E:Aslında oradan biraz da iktisata, ekonomiye kayıyor.
K.T: Şehrin varoluşunu sağlayan bu zenginlik insanın, kültürün, tarihin getirdiği veya o günkü alışverişin getirdiği bu artı ürün tarihten nasıl geldi ve burada nasıl kendini gösteriyor? Buna bakabilir miydim fakat işte sonra olmadı işte… Çünkü 6 sene dekanlık yaptım edebi-yat fakültesinde, o bambaşka bir şeydi. Oradan emekli oldum biraz kendime gelir gibi olurken burası başladı. Burası da tabii yeniden bölümü kurmak, dersleri oluşturmak, yapıyı kurgulamak, yüksek lisans vs… Beni epey bir meşgul etti. Bu bakımdan şehir konusunu gördüklerimle şöyle açıklayabilirim: Bunlar meselenin ince ayrıntılarına el atıyor gibi gözükseler bile benim dikkatimi çeken bir yan var, kaynakçaya baktığım zaman hepsinin yabancı olduğunu gördüm… Ya doktorasını yaptığı ya da bu adamlardan bir şeyler edinip bunu bize o vesileyle, ‘Ha bak burada da bu var, ben bunu açıklayayım’a geldiği gibi yorumluyor olabilirim, bu yönde bir görüş sahibiyim. Yani henüz kendi malzememizle kendi helvamızı yapamıyoruz gibi geliyor.
V.B: Ciddi bir birikimimiz olmasına rağmen.
K.T: Bu bakış açıları, bu teorik tanımlamalar dışarıdakilerde çok daha baskın. Çünkü çocuk onu öğrenip onun gözüyle meseleyi yakalamış oluyor. Yani bir Turgut Cansever’in –o da tabi çok okudu etkilendi, etkiledi ama- bütün bunlardan ayıklanmış bir biçimde meseleyi koyması yok, ona uygun bir mimari geliştirmesi, uygun bir konut geliştirmesi yok. Ve bakıyorsunuz bizim bir meselemizi almış fakat arkası bizden değil. Bizde bu tür çalışmalar yeterince yok ya da bunlara ulaşılamıyor, buna gerek duyulmuyor.
E.E: Sizin var mı hocam yeni kitap çalışmalarınız?
K.T: Yok şu anda, yani ben burada fazla yoruldum bir de yakında herhalde bir ameliyat geçireceğim. Ama bir ‘nerde kalmıştık’tan başlamak istiyorum. Artık nerede, nasıl, ne zaman olur bilmiyorum…
E.E: Hocam şöyle bir intibahımı söyleyeyim, ben size sitem ederim zaman zaman okurum. Benim zihnimdeki ‘Korkut Tuna Hoca’ deyince aklıma çok sayıda kitap geliyor yani algı olarak söylüyorum ama baktım yayınlanmış kitaplarınız zihnimdeki kadar çok değil o yüzden sordum.
K.T: Değil, yani üniversite hocasının hele yoğun bir ideali olan hocanın kitapları genellikle doçentlik tezidir, profesörlük tezidir, doktora tezidir. Onun dışında da bir kitabım da konuşmalarım veya makalelerimden oluşmuştur. Yani o sistemi ne yazık ki kendi içimde yaratamadım.
V.B: Son soru hocam, Haliç’e bakarak çalışmak, güzel mi?
K.T: Güzel.
E.E: Haliç’e bakarak şiir yazasınız geliyor mu?
K.T: Haliç değil de Boğaz diyorum ben ona. Boğaz olarak görüyorum onu. Çünkü daha önceki senelerde de gözlemlediğim bir şey var, Erdoğan da bahsetti, çamurunu bunun bilmem kaç milyon metre küp topladılar götürdüler.
E.E: Hâlâ dipten götürüyorlarmış galiba hocam?
K.T: Bilmiyorum şu anda karşımızda değiller ama sevkiyat karşıdan yapılıyor dolayısıyla o önemli bir gelişme gösterdi ama Haliç’in daha çok yapacak işi var; bir kere trafiğe açmadılar ya da burası gibi önünde adacık olan yerlerden açılabilir. Köprülerle kestirme geçişler yapılmadı. Mesela Paris’te görmüştüm; böyle kanallar var üstüne köprü yapmış, trafik geçiyor fakat bir gemi geldiği zaman köprü yukarı kalkıyor vinçle ya da pistonla, gemi altından geçiyor çünkü o kanallarda da çok büyük gemiler yok. Yani buranın trafiğini daha içerilere aktaracak bir temizlik yok ve bu zenginliği de deniz henüz kullanmıyor. Fakat son zamanlarda buralar çok güzelleşti. Eski halini biliyorum ben, Kurban bayramlarında burada hayvanlar satılırdı ve bir nevi sabit hayvan pazarıydı… Miniatürk epey bir zenginlik oldu burası için…
V.B: Çok teşekkür ederiz, mutlu olduk…
K.T: Ben teşekkür ederim, eksik olmayın böyle deştiniz biraz… Bir şey çıktıysa ortaya ne güzel.
Söyleşi: Erol Erdoğan, Veysel Başar, Tuba Karaçorlu
Tohum Sayı 161 / Yaz 2018