İnsanlara Allah için öncülük etmek, dosdoğru namaz kılmalarını sağlamak, onları Allah yolunda bilinçlendirmek gibi yüce görevlerin yanı sıra çevresini her anlamda aydınlatmayı bir sorumluluk bilen imamların toplum içindeki yeri ve önemi tartışılmazdır.
Sadece camiye gelen cemaatin değil, başta kendi mahallesi ve yakın çevresi olmak üzere ulaşabildiği tüm insanlara öncülük ve önderlik eden imamların, bu vazifenin önemi doğrultusunda toplumu da o yönde değiştirip dönüştürdüklerine şahit oluyoruz.
Selatin Camiler, yüzyıllar boyunca ibadet amacıyla hazır bulunan sayısız Müslümanı ağırlamanın yanı sıra her dinden, her milletten, her görüşten ziyaretçiye de kapılarını açmıştır. Bu yönüyle Selatin Camilerinde imamlık başta olmak üzere müezzinlikten tutun temizliğini sağlayıncaya kadar pek çok şekilde hizmet etmek belki de tüm meşguliyetler arasında farklı ve eşsiz bir yere sahiptir.
Bu sayıda “Soruşturma” sayfamızda Selatin Cami imamlarının görevleri süresince yaşadıkları deneyimleri kaleme almalarına vesile olduk. Selatin Cami imamlığı gibi eşsiz bir vazifenin onlarda bıraktığı izlerin derinliğini keşfetmek adına anılarına ve hatıratlarına yer verdik.
İshak Kızılaslan (Sultan Ahmet Cami)
Şehirler alâmetleri ile birbirinden ayrılırlar ve insanlar, onlar da müntesiplikleri ile şehirlere ve ruhlarına, ayrılırlar birbirilerinden ve buna biz şehrin ve insanın alâmet-i fârikası deriz. Yani ayırmadan ve ayrılmadan ayık kalamıyoruz. Vahyin merkezi ve İslam’ın kalbi Kabe’nin mekanı olan Mekke-i Mükerreme şehirlerin anası ve insan olmanın hayat damarı, üsaresidir. Kur’ân-ı Kerîm’in nüzûlü ile şehirler de bereketli olmaları veya meymenetsiz görünmeleri tamamı ile İslam’ın ve insanın kalbi olan Mekke’ye ve o kalbin en sağlam attığı ve o insanın en muhteşeminin yaşadığı Medine’ye yakınlık ve uzaklıkları ile belirlenmek zorunda kalmıştır. Bundandır ki İslam ile ihya olmuş tüm beldeler, Mekke ve Medine’ye en yakın olmak için sonsuz bir gayret ve yarış içerisinde bulunmuştur.
İşte İstanbul da bu yarışta اﻟﻠﻪ isminin başlangıcına misal minareleri ile diyâr-ı küfr iken diyâr-ı İslam olduğunu adeta semaların kapısını çalarcasına tüm dünyaya –hâssaten tek millet olan küfr alemine- ilan etmiştir. Yani asl olan İslam ve onun kalbi Mekke ve onun hayat bulduğu en mukaddes mekan Medine’dir. Bunun dışındaki tüm mülahazalar ancak küfre hizmet eden ve bunu çok süslü düşünceler ve sözlerle yapan şeytansı adımlar olmaktan başka bir şey değildir. Semanın kapısını altı defa çalan bir camide Sultan Ahmed’de ve ona misal diğer selâtîn camilerinde imamet vazifesinde bulunmak; adeta semaya, fezaya çıkıldıkça oksijensiz, havasız kalmak gibi insanı nefessiz, çaresiz bırakan bir hadise. Siz Kabe’ye bakacak, ona yanacaksınız ve bütün insanlık da –müslim gayri müslim- size nazar edecekler. Acaba bu bir hadsizlik olarak mı mülahaza edilmeli. Ya da tüm insanlığa; insanlığımızın ancak kalbe dönmekle, o kalbin kesintisiz attığı Medine’ye teveccühle kaim olacağını muhteşem melodi ile hatırlatmanın eşsiz fırsatı mı; başka hiçbir şekilde ele geçirilemez nasîb mi?

Her gün sanki ilk gün ve sanki son gün gibi bir şevk, heyecan ve hüzün ile gelmek camiye, girmek o harika kubbenin altına. İşte benim beş senelik (bir senesi eksik mi kalmış oldu?) hadsizlik/fırsat ve nasîb girdabındaki serencâmı mı berkitecek tek cümle budur. Dünya; paryasıyla, ruhbanıyla, azgınıyla, şaşkınıyla, lâkaydı ile ciddisi ile ayağınıza gelir ve hayranlıkla vazife yaptığınız hususiyetlerini ve yalnız O’nun için yapılması gereken ibadetinizi temaşa eder. Ve siz şunu söyle-melisiniz: “Ey insanlar! Duyun ve dinleyin ki; bu muhteşem kubbe, bu eşsiz minare, bu nefes kesen tezyînât, kâffesi ile bu yapı size yalnızca duyulması gerekeni duyun ve itaat edin ﺳَﻤِﻌْﻨَﺎ وَ اَﻃَﻌْﻨَﺎ deyin” der. Bu kubbeler ve minareler bir vazife yükler ve İslam’ın sancağını asla çiğnetmeyecek bir vakar ile ehl-i küfre temennâ çakın, izzetinizi asla yerlere düşürmeyin diye nida eder.
Bu camide ben 600’e yakın beşerin insanlığı; yani İslam’ı seçmesine, ihtida edip mühtedi kılınıp Hak yolu her şeyden üstün tutacaklarına dair bizim ve tüm melekût aleminin huzurunda ahidleşmelerine şahit oldum. (Ana babadan Müslüman doğup kişiliğini yani Müslümanlığını ayaklar altına alırcasına aslını unutan ve terk edenlere de şahit oldum ne yazık ki!) Onlar bu muhteşem kubbenin altında Allah dediler ve اﺷﻬﺪ ان ﻻ اﻟﻪ اﻻ اﻟﻠﻪ و اﺷﻬﺪ ان ﻣﺤﻤﺪا ﻋﺒﺪه و رﺳﻮﻟﻪ dediler; ne dediklerini anlamasalar da varlıklarının kılcal damarlarına kadar bu kelime ile inşa oldular.
Mahmut Toptaş (Ayasoyfa Cami)
İstanbul Merkez Vaizi olarak Selatin Camileri olan Fatih, Süleymaniye, Beyazit, Sultanahmet camilerinde vaazlar ettim.
Ama sevgili peygamberimizin övgüsüne nail olan Fatih Sultan Mehmed’in Kostantiniyye’yi fetihten üç gün sonra fetih hediyesi olarak camiye çevirdiği ve ümmete vakfettiği Ayasofya cami imamlığına kağıt üzerinde atandım. Caminin kanunsuz olarak müzeye dönüştürülmesi nedeniyle devlet bana görev yerimi gösteremedi ve Eminönü müftüsü beni vaiz olarak istihdam etti. 1991 yılında, caminin dışında Osmanlı’nın ilavesi, yüz metre karelik bir yeri ibadete açarak milletin havasını almak istediler ve ben o küçücük yerde imamlık yapmaya başladım. Pazar günü öğle namazında dört minareden ezan okuyarak namazı kıldırdım. İlk Cuma namazında caminin dışında binlerce insanımız güneş altında Cuma namazı kıldılar. Ben, Cuma namazı öncesinde vaaz ederken namaz kılacağımız yerin Ayasofya olmadığını, Ayasofya’ya biletsiz beni dahi almadıklarını, Fatih Sultan Mehmet gelse onu da parasız sokmayacaklarını ama eğer Fatih gelirse nasıl gireceğini bildiğini, Avrupa Topluluğu’na (Avrupa Birliğinin adı o günlerde Avrupa Topluluğu idi) bizi almadıkları bu günlerde, padişahın at bağladığı bu yeri camiye uygun gördüklerini anlatırken cemaatten biri, “Buna da çok şükür” dedi. Ben de ona “Bak bu senin dediğin söz, Karamanlı Deli Said’in 1935’li yıllarda kanun kaçağı iken soyduğu Çingenlerin du-rumuna benzer.” dedim.

Deli Said’in kendisinden dinledim: “Dini gayretimiz nedeniyle kanun kaçağıyız, nerede bulunursa vurun emri var. Torosların tepesinde dolaşırken yüz kadar Çingen, Kasım ayında Silifke’ye doğru göç ediyorlar. ‘Duruuun’ dedik durdular. Biz iki kişiyiz, onlar yüz kişiye yakınlar. Soyulun paraları dedik ağlayarak soyundular yüz lira kadar para çıktı. Ağladılar, sızladılar merhamete geldim beş lirayı geri verdim. Çeri başı, ayağıma kapandı, dualar etti gittiği yerlerde de beni övermiş ve ‘Ne yiğit adam bee, canımı yesin’ dermiş.”
“Durumumuz Deli Said’in soyduğu Çingenlere benziyor. Hatta daha da beter. Deli Said, soyduğu paranın yirmide birini vermiş; Ayasofya bizim, bunlar bizim malımızın yüzde birini veriyorlar. Deli Said, aldığı anda veriyor, bunlar yetmiş yıl sonra veriyor” dedim, bu konuşmam gazetelerde haber konusu oldu. Bakanın biri Diyanete baskı uygular ve sizin görevli bana “Deli Said demiş” der. Başkanlıktan bir arkadaşım “Diyanet İşleri Başkanımız, senin konuşmanı, gazeteden bize okurken çok keyifli okudu. Dikkatli ol, bizimkiler hem severler, hem boğarlar. Teftiş gelebilir” dedi. Bir haftaya kalmadı, müfettiş geldi, atamam bir başka camiye yapıldı ben de eski müktesep hakkıma binaen vaizlik istedim ve İstanbul Merkez vaizliğine atandım. Vaizliğin resmi tarafından 1999 yılında emekli oldum.
Hocanın emeklisi olmaz, rahmetlisi olur. Ayasofya’da kağıt üzerinde üç yıl, fiili olarak iki ay görev yaptım. Bu iki aylık görevim esnasında İstanbul’un çok saygın İmamlarıyla da tanışmış oldum. Ayasofya’ya geldiklerinde “Bize ne tavsiye edersiniz?” sorusuna “Kur’an okumasını öğrenelim” dediğimde imamlardan biri “Ben on yıldır hatimle Teravih namazı kıldırıyorum” deyiverdi. Sahabe, “Hakkıyla Kur’an okumak” deyince tecvide dikkat ederek, manasını anlayarak, anladığını amel ederek/uygulayarak okumak diye anlamış.
Size en bildiğiniz, çok çalıştığınız yerden bir soru sorayım, Namazımızda biz her gün “Başkaldırı duası okuyoruz. Nerde okuyoruz?” dediğimde hatimle namaz kıldırıyorum diyen arkadaş da öbürleri de bilemediler. Her gün, Vitr namazının son rekatında “Ve nahlau ve netrukü men yefcüruk. Allahım… Sana isyan edenleri makamından hal’ eder/çıkarır atarız ve onu terk ederiz.” diyoruz değil mi “Evet” cevabını alınca, ”okuduklarımızı yeniden gözden geçirelim” dedim.
İsmail Karakelle (Rüstem Paşa Cami)
İster mescit, ister camii, ister paşa ve ister ise selâtîn camii olsun buralarda istihdam edilmek Allah’ın lütfu ve büyük bir bahtiyarlıktır. Çok haklı olarak Diyanet İşleri eski reislerinden Ali Bardakoğlu hocamız bir seminerinde “Allah sevdiği kullarını din hizmetinde istihdam eder.” demişti. Selâtîn Camii; görev yapan imama, müezzine, camiyi temizleyene, güvenliğini sağlayana kısacası görev yapan herkese değer katar. Hiç unutamam 1980’li yıllarda Bakırköy İmam-Hatip Lisesinde okurken Bağcılar Gönenli Mehmet Efendi Camii’nin yurdunda kalıyorduk. İhtiyaçlarımızı Allah rahmet eylesin Sultan Ahmet Camii imam hatibi Gönenli Mehmet Efendi karşılıyordu. Nakit ihtiyaçlarımız için haftada bir gün Sulatan Ahmet Camii’ne gidiyoruz. Caminin imamlığını aklımızdan geçiremiyoruz ama müezzin mahfiline bakıp “Allah’ım bize burada müezzinlik nasip et!” diye dua ediyorduk. Çünkü caminin imam ve müezzinlerine çok büyük sevgi ve hürmet vardı.
Selâtin camilerde görev yapmak, dünyanın birçok yerinden gelen insanlarla tanışıp, onlarla kültürel ve dinî konularda sohbet etme imkânı sağlar. Bunun için bir batı dili bilmek lazımdır. Peygamber Efendimiz, “Bir dil bilen bir; iki dil bilen iki insandır.” buyurmuştur. Bakırköy İmam-Hatip Lisesinde öğrenciyken İngilizce dersimize birinci sınıftan altıncı sınıfa kadar İslami hassasiyeti olan bir hocamız girmişti. Hocamız hafızları hiç sıkmaz sene sonu sınıfı geçirirdi. Yedinci sınıfta İngilizce dersimize bir hanım hoca girme-ye başladı. Tabii İngilizce dersim zayıf. Hanım hocamız, bir derste bana “Bu parçayı oku seni sınıfta bırakmayacağım.” dedi. Hocamıza “Ben imam olacağım İngilizce bilmeme gerek yok.” dedim. Mezun olduktan sonra İznik’te 10 yıl görev yaptım akabinde Rüstem Paşa Camii’ne atandım. Camiye çok sayıda yabancı turist geliyor, insanlara bir şeyler soruyorlar, insanlar da “imam bilir” diye turistleri bana yönlendiriyorlardı. Turistler, bana cami ve dinimiz hakkında sorular soruyorlardı. Ben ne sorduklarını anlamıyor sadece “yes” diyordum. Turistler de gülüp gidiyordu. Bu hâli her yaşadığımda İngilizce hocama “Ben imam olacağım. İngilizce bana lazım olmaz.” dediğim aklıma geliyor, kendi kendime hayıflanıyordum. Hemen vakit kaybetmeden bir kursa yazıldım. 2 yıl kursa devam ettim. Camiyi ve dinimizi anlatacak kadar İngilizce öğrendim elhamdülillah. Sokaklarımız ülkemizin; selâtin camiler dinimizin; selâtin camii imamlarımız ise din görevlilerimizin ve insanlarımızın aynasıdır.

Sıcak bir haziran günü sabah saat 10 gibi bir grup esnafla imam odasında Kur’an okurken kapı çalındı. Kapıyı açtım karşımda bir delikanlı duruyordu. “Buyurun.” dedim. “Hocam avluda turist bir bayan uzanmış yatıyor. Onu uyarır mısınız?” dedi. Dışarı çıkınca bayanın başucunda oturan bir adam gördüm. Selam verdim. Hal hatırlarını sordum. Adam, havanın çok sıcak olduğu için kalp hastası olan hanımının rahatsızlandığını söyledi. Geçmiş olsun dileklerimi ilettikten sonra bir şeye ihtiyacı olup olmadıklarını sordum. Su istediler. Su, çay ve kahve ikram ettim. Derken kadın da dinlenmiş ve kendine gelmişti. Öyle bir sohbete daldık ki yaklaşık iki saat geçmişti. Telefon numaramı istediler, ne iş yap-tığımı sordular. Caminin imamı olduğumu söyledim. Şaşkınlıklarını görünce sebebini sordum.
“Kafamızdaki Türkiye imajını değiştirdiniz. Otelde, dükkânda, sokakta ve en son camide gördüklerimiz kafamızdaki İslam ve Türkiye imajını yıktı. Bizim televizyonların anlattığı Türkiye ile gördüğümüz Türkiye arasında dağlar kadar fark olduğunu anladık. İyi ki ülkenize geldik. İyi ki bir imamla tanıştık.” dediler. Selâtin camii imamı, Müslüman olmayanlara davranışlarıyla İslam’ın güzelliklerini sunabilir. Bir namaz sonunda küçük bir çocuk babasıyla birlikte yanıma geldi. Çocuğun babasıyla musafaha yaptık ve sarıldık. Çocuk, elimi öptü. Ben de çocuğun alnından öptüm, onun başını okşadım. O esnada namazın nasıl kılındığını görmek isteyen turist grubundan bir kişi yanıma yaklaştı. Hayretler içinde “Bizim din adamlarımız bize ve çocuklarımıza böyle güzel davranmaz. Siz iyi insansınız.” deyince “Bu güzellik İslam’ın güzelliğidir.” dedim.
Selâtin camilerinde İslam’ın yardımlaşmaya ve paylaşmaya ne kadar önem verdiğini göstererek onların kalpleri İslam’a ısındırılabilir. Bir ramazan ayı, camide bir grup arkadaşla iftar ediyoruz. Yabancı uyruklu bir aile çocuklarıyla birlikte yanımıza geldi. “Camiyi ziyaret edebilir miyiz?” dediler. Biz de “Elbette edebilirsiniz.” dedik. Yemeğe davet ettik, oturdular; bizimle yemek yediler.
Çay ikram ettik, sohbet ettik, camiyi gezip gittiler. Ertesi gün öğle namazı vaktinde, iftarda yemek ve çay ikram ettiğimiz ailenin kızı yemek yediğimiz yerde oturmuş ağlıyordu. “Niçin ağlıyorsun?” dedim. Ben, bir sıkıntısının olduğunu düşünerek, “Size nasıl yardım edebilirim?” dedim. O da bana “Dün akşam ne güzel bir akşamdı! Siz hiç tanımadığınız birileriyle sofranızı paylaştınız. Bizde bunlar olmaz. Bu davranışınız, beni çok etkiledi. İstanbul’u, insanlarınızı, camiyi ve ezanı çok sevdim.” dedi.
Kızın bu sözleri beni etkilemiş, tarifsiz duygulara kapılmıştım. Ellerimi açıp “Ey kâinatı yoktan var eden Allah’ım! Beni hidayet üzere yarattığın ve bana böyle bir camide görev yapmayı nasip ettiğin için sana sonsuz hamdolsun.” diye dua ettim.
Bu vesileyle yetişmemde emekleri geçen ana-babamı, hocalarımı ve özellikle Sultan Ahmet Camii eski imamlarından merhum Gönenli Mehmet Efendi’yi rahmetle anıyorum. Mekânları cennet, makamları âli olsun.
Mehmed Hadi Duran (Sultan Ahmet Cami)
Sultanahmet Camii özelinden konuşarak başlamak isterim. Dünyanın göz bebeği ki günde 30.000 kişinin ziyaret ettiği ulu mabed. Baştan sona ihlas samimiyet ve disiplin kokan… Maneviyatı hiç eksilmeyen bir cami…
Allah Teala katında değerinizi bilmek isterseniz bulunduğunuz konuma bakiniz sözü bize derin bir mesuliyet ekliyor ve başlıyoruz tefekküre…
Aklımıza geliyor Sultan 1.Ahmet Han, Aziz Mahmud Hüdayi, Şefik Efendiler, Gönenli Mehmet Efendiler ve daha niceleri… Avlusunda dolaşırken kendimizden geçiyoruz. Cami içindeki kubbede “bedîus semâvâti vel ard” ayetinin başımızı döndürdüğü, minarelerinin eşsiz estetiği, şurası da gereksiz diyebileceğimiz bir taşın dahî bulunmadığı bu yapı yüz yıllardır bizlere bir şeyi talim ediyor. Allah yaptığı işi güzel yapanı sever. İşte bu hadis-i şerif bizlere ezan okurken müezzinlik yaparken Kur’an tilavet ederken bir yol ve hedef gösteriyor. Ezan okuyanın son ezanı, Kur’an tilavet edenin son tilavetiymiş gibi özenle ihlas ve samimiyetle vazife yapmasını bizlere hatırlatıyor. Malumdur ki sesler hiç bir zaman kaybolmaz. Evrende dolaşmaya devam eder. Bu ilahi sada da kıyamete kadar yankılanır. İşte bu düşünceyle okumalıyız bizler de…

Selatîn camilerin vazife ve sorumlulukları diğer camilere göre bir kat daha fazladır. Göz önünde olmanız ve sizi daha fazla kişinin takip etmesi size daha fazla sorumluluk yükler. Böyle camiler ihtişamlarıyla daha dikkatli, donanımlı ve ihlaslı olmayı gerektirir. Bu makamı işgal eden bizler layık olduğumuz için makamı işgal eden bizler layık olduğumuz için değil, ehlinin bulunmadığı yerde idareten görev yapan kişileriz. Fakat sürekli hamd ve ecdadı hayırla yâd etme makamındayız. Rabbimiz bizlere kaldıramayacağımız yük yüklemesin. Bütün Selatîn i Osmaniyyeye rahmet eylesin ve bizleri şikâyetlerinden emin eylesin.
Soruştuma: İsmail Sezer / Eğitimci, İlahiyatçı
Tohum Sayı 161 / Yaz 2018