Özellikle geçtiğimiz yüzyıldan beri toplumumuzun cami mimarisi hususunda diğer yapı tiplerine nazaran yenilikçi ve özgün yaklaşımlara daha mesafeli olduğu, reddedemeyeceğimiz bir gerçektir. Bu mesafeyi kaldırmayı hem camiyi kullanan insanlar ve toplum, hem de mimarlar tehlikeli ve riskli bulmaktadır. Esasen toplumun farklı şeyler talep etmeye ve üretmeye genel olarak yabancılaştığı söylenebilir; taklit etmenin kolaylığı ve cazibesi kendisine yabancılaşan insanın doğasına daha yakın bir seçenek haline gelmiştir. Bu durum mimarlığa da yansımış ve cami mimarisi bundan en çok nasiplenen yapı biçimi olmuştur.
Şekilciliğin ön planda olmadığı, özün önemsendiği, yeryüzünün insana mescit kılındığı bir dinde bunun ne kadar önemli olduğu ise zaman zaman artan/ azalan bir tartışma konusudur.
Cami veya ibadethanede insanların ihtiyacı aslında sadece ibadet edeceği bir mekan olması değil, huzur, sükunet, mütevazılık, zaman zaman kendine dönüşü ve aynı anda birlikteliği destekleyecek bir ortam oluşturmasıdır. Zaten “cami” kelimesi de anlam itibariyle, “bir araya getiren, toplayan” demektir. Camiyi bu yönüyle ele aldığımızda uhrevi hisler uyandırmayan ama formal olarak kabul gören taklit bir cami formundansa, uhrevi havayı hissettiren ama yapısal sembolleri kullanmadan yapılan bir cami mi daha iyidir, konu bu noktada tıkanmaktadır.

Yeni tasarım yaklaşımlarının çoğalmamasının nedenlerini günümüzün mimari tartışmalarından çok belki de toplumun sosyal arka planında, tarihin izlerinde aramak gerekebilir. Örneğin; sözde “çağdaşlık” kavramının topluma diretilmesi, toplumun fikri sorulmaksızın dini hayata müdahaleler gibi yaklaşımlar sonucu insanların çağdaş olana karşı bir önyargı geliştirdiği ve din hususunda yeniliklere mesafeli bir hale geldiği düşünülebilir. İnsanların büyük bir kesimi bu tür bilinçaltılarla din konusundaki yeniliklere henüz hazır değildir. Türkiye tarihinin sosyal gelişme din ile birlikte ilerlemiş, din ve devlet işlerinin ayrılmasını vurgulayan düşünce yapısı dini ötekileştirmiştir. Yani halkın bu yeniliklere hazır olmamasının sebebi bir tür samimiyet ve güven eksikliğidir. Bunun yanı sıra farklı yaklaşımlara önyargılarla uzak dururken, cami alanlarında biçimsel kabullere dikkat etse dahi, onu salt bir kütleye çeviren, içinde AVM vb. fonksiyonlarla maneviyat ve estetiği olumsuz etkileyen müteahhitvari camilerin güncel yaklaşımları kadar tartışılmaması da trajikomik cami oluşumlarına yol açmıştır.

Öte yandan mimari günün değişen ihtiyaçlarına cevap verebilen, değişen yapım tekniklerine, teknolojiye, malzemeye ayak uyduruyorsa değerlidir.
Kent estetiği, topografya, ölçek, oran, yerel değerler gibi birçok değişken tasarımı etkilerken, aynı tarz yapıların birbirini taklit etmesi, mimarlar açısından aslında bir ironidir. Hatta bazı tip cami projelerinin mimarsız inşa edilmesi, Mimar Sinan gibi bir mimarın camilerini kullanan bir toplum için daha büyük bir ironidir. Mimar Sinan’ın kendi camileri bile kendini tekrarlamazken, aynı tip camilerin yerin ruhunu dikkate almaksızın tekrarlanması, hem şehir, hem mimari, hem de toplumumuz adına maalesef bir kayıptır. Geçmişimiz olarak bize referans olabilecek Osmanlı mimarlığı da her zaman yeni üretimler peşinde olmuş ve bu tutumunu cami yapı tipinde de sürdürmüştür. Prof. Dr. Kemal Kutgün Eyüpgiller, özellikle hanedan camilerinde geçmiş dönem üsluplarının tekrarlandığı bir örnek bulunmadığını ve her devrin kendine özgü üslup ve teknikleri kullanmayı tercih ettiğini söyler.

Cami konusu genel olarak mimarlar arasında, hatta akademisyenler arasında gerektiği kadar ele alınmamış, bilakis mesafeli yaklaşılan bir konu haline gelmiştir. Tasarımcıların bütün tipolojilerde söz ettikleri “halk talep etmiyor” yaklaşımları bir nevi kolaya kaçmaktır ve taklitlerin artmasında mimarların da katkısını işaret etmektedir. Yenilik adına ilk adımların mimarlar tarafından atılması gerekir, sonrasında kullanıcı mekânı içselleştirebilir ya da sevmeyebilir. Burada önemli olan karşılıklı birbirini anlayabilme, yani diyalogdur. Belki kullanıcının ihtiyaçlarını dinlemek, sürece dâhil etmek vb yöntemlerle yukarıda bahsedilen güven probleminin de aşılması muhtemeldir. Sizi anlayan, değerlerinize değer veren ya da en azından saygı duyan bir tasarımcının elinden çıkan farklı eserleri kabullenmek, benimsemek çok daha kolay olacaktır.
Yukarıda bahsedildiği gibi İslam öze ve ruha önem veren bir dindir. Zira formu küp olan Kâbe’ye gittiğimizdeki hislerimiz bunun en güzel örneğidir.
Öte yandan bugünkü kabul gören cami formunda, öncesinde bir kilise olan Aya Sofya Camii’nden esinlenilmesi de madalyonun öteki yüzüdür. Cami mimarisinde, işlev ve taşıyıcıyı çözmek yeterli değildir, mekân kurgusuna bir duruluk verebilmek, bireye içerideki uhrevi hissi, cemaate birlik duygusunu hissettirebilmek gerekir. Mimarların farklı bir şey yapma egolarından çok, bu değerleri göz önünde bulunduran ve mimari değeri olan tasarımlara yönelmeleri gerekir.
Ayrıca camide zamanla bazı sembollerin oluştuğu da yadsınamaz. O dönemlerde kubbe, büyük açıklıkları geçmek için en uygun mimari eleman olduğu için tercih edilse de, bazı mimarlar ve teoriciler tarafından insanları bir araya toplayıcılığı hissettiren formuyla, kapsayıcılığın, birleştiriciliğin bir sembolü olarak kabul görür. Yani işlevsel bazı gereklilikler zamanla sembolleşmiş ve olmazsa olmaz gibi görülmeye başlamıştır. Ahmet Vefik Alp’in de dediği gibi kalıplaşmış, hafızalara işlenmiş bazı kabullerden koparak bambaşka şeylere yönelmek de doğru değildir. Alp’e göre, kubbe ve minare bu sembollerin başında gelir. Yani cami ibadethane kimliğini kaybetmemelidir. Marmara Üniversitesi İlahiyat Camisi, kubbe, minare ve yapısal formu aşırı farklılaştırmadan yorumlamasıyla Alp’ in görüşüne iyi bir örnektir. Yeşil Vadi Camii ve Ahmet Hamdi Akseki Camii de yine kubbe ve minareyi koruyarak farklı yaklaşımlar sergileyen cami tasarımlarındandır.

Bu örneklerin yanı sıra, Emre Arolat’ın Sancaklar Camii ise kubbe formunu kullanmaksızın alışılmışın dışında minare yaklaşımıyla tamamen farklı ve yenilikçi bir yaklaşım sergilemektedir. Her ne kadar kiliseye benzediği için eleştirilere maruz kalsa da… Mutlu Çilingiroğlu, camiyi kullanan halk ile temas ettiğinde bu değişimden şikayetçi olmadıklarını, ibadet saatleri dışında orada vakit geçirirken huzur bulduklarını dile getirmektedir.
Vedat Dalokay’ ın İslamabad’daki Şah Faysal camisi de Mısır piramitlerinden esinlendiğini hissettiren farklı formuyla yenilikçi camilere iyi bir örnektir.
Sonuç olarak, cami mimarların, akademisyenlerin gündemine daha çok girmeli ve bu alanda yeterli deneyim ve tecrübe oluşmalıdır. Bunun yanında yapılan farklı tasarımlar mimari egolardan uzak, gerekli diyalog ve güvenle iyi ve doğru mekânsal kurgu sağlanarak, biçim ve yapı tekniği/teknolojisi dengesini kurabilen ve eskinin kopyası olmadan özgün yaklaşımlar sergileyen, bütün bunların yanı sıra uhrevi havayı çevre tasarımıyla birlikte sağlayabilen cami tasarımları bir yandan mimari tasarıma ve kent estetiğine katkıda bulunurken öte yandan toplum tarafından da kabul görmesini kolaylaştıracaktır. Esasen camilerin formlarını tartışmamızın yanı sıra, camilere bakış açımızı, kullanım sıklığımızı, camileri hayatımızda nereye koyduğumuzu ve ne kadar cemaat olabildiğimizi de gözden geçirebilmeliyiz.
Cami yapısıyla ve çevresiyle çocuklarımızın içinde oynadığı, öğrendiği, gençlerimizin ruhlarının beslendiği, özgün mimari eserlere ev sahipliği yapan bir sosyal, kültürel ve dini merkez olarak hayatımıza girmelidir.
Dr.Hatice Kalfaoğlu Hatipoğlu / Ankara Yıldırım Beyazıt Üniv. Öğretim Üyesi
Tohum Sayı 161 / Yaz 2018