“Kuşatmış, hem esir almışken ikiyüzlü keşmekeş Efsunlandım bir anda, hatta efsun bendim efendim. Gizemli yollarında yürüdüğüm şehir; Marakeş. Keşfettiğim hem şehir; hem de kendim efendim.”
Şiir yazdığım şehir benimdir. Zira şiir insanın içinde biriken karşı konulamaz duyguları ortaya çıkarabilecek bir gücün karşısında hayat bulur. Satırlara karşı güç göstermesinin yanında, zamana karşı da güçlüdür Marakeş… Görünmez kozmik bir saat, modern insanın zaman ölçeğini sorgularcasına ağır, meskûn ve büyülü ilerler. İhtişam ve tevazünün birbirine en çok yakıştığı bu şehri adımlarken; köklü kültürünün notalarına dokunduğumu hissediyorum. Bir adımda Berberi kültürünün ezgisini duyarken, diğer adımda İslam mimarisinin muazzam inceliğiyle yüzleşiyorum. Bir yanda Fransa, İspanya esintileri, bir yanda Endülüs, Afrika beni selamlıyor. Keşfettikçe harman olan bu gizemin ittifakından ilhamla, kendime notlar düşüyorum; “güzelde birleşmek ve güzel olanları birleştirmek zamana meydan okuyacak, zira bizi güzellik kurtaracak!”
BİN YUSUF MEDRESESİ
Sekiz yüzyılı aşkın zamandır Atlas Dağları’nın heybetine yaslanarak, Atlas Okyanusu’nun cesaretini kuşanarak ve Akdeniz’in sıcakkanlılığının sunduğu romantizmi bünyesinde barındırarak, batının en batısının yani el-Mağrip ’in; yani Fas’ın orta yerinde adeta ülkenin bir özeti gibi yer alan otantik şehir Marakeş, Berberi lisanında “Yaratıcı’ nın Ülkesi” anlamına geliyor. Halkın sevgi ve bağlılıklarını ifade etmek için şehre koydukları bu isim, belki de ona en yakışan isim. Öyle ki mistik bir hazzın etrafımı sardığına dair bir inançla geziyorum Marakeş’te; yerlilerinin de aynı hissiyata sahip olduğuna çokça kez şahit olarak. Zira Yaratıcıya yakışır bir şehir inşa etme çabasıyla tasarlanmış tüm şehir; mesela mozaik çinileri, ahşap oymaları ve tek tek dokunarak işlenen frizleri ile Bin Yusuf Medresesi. 14. Yüzyılda Kur’an Okulu olarak inşa edilen bu medrese, mimari detaylarıyla, Allah’ın kelamının anıldığı dillerin, Allah’ın huzurunda kıyama duran gönüllerin tevazunun tesiri ile tasarlanmış adeta. Bu Medrese ’de eğitim için yolu geçenlerin değil ziyaret için uğrayanların dahi kalplerine uhrevi bir güzellik sirayet ettiği aşikâr! İhtişamlı anlamına gelen Bahia Sarayı’ndaki zarafet de yine İslam kültürünün yapıya bürünmüş hali olarak, görsel algımın ötesinde manevi kodlarıma da temas ediyor. Yapılar, sokaklar, yollar ve kaldırımlar…

Hepsinde ayrı hassasiyetle işlenerek temel yapı malzemesi olarak kullanılan kırmızı toprağın rengiyle, bir bütünlük oluşturan şehirde masal perisi olmadığıma beni inandıran tek şey; çektiklerim arasında en güzelini seçmek için baktığım fotoğraflar oluyor.
Kırmızı’nın baş aktörlüğünün yanında; şehrin rengârenk bir göz ziyafeti sunduğunu, günün her saati renkli, hareketli ve kıpır kıpır olan Jemaa El Fna Meydanı’na varınca anlıyorum. Unesco’nun kültürel mirası koruma maksadına binaen koruma altına aldığı “Kıyamet Meydanı” anlamına gelen bu meydanda evrenin aslında hayal âleminden ibaret olduğuna, gerçeğin bir rüyanın içinden size doğru geldiğine inanırsınız. Yılan oynatıcıları, akrep gösterileri, yöresel kostümlerle yapılan danslar, çeşitli motifleriyle kına işleyenler… El Fna Meydanı’na yaklaştıkça, farklı tertiplerin bir araya gelerek oluşturdukları bu âlemin bir parçası olduğumu hissetmekten kendimi alamıyorum. Girift bir dekor gibi içinden geçtiğim bu Meydan, zıttı ile kaim olan kâinatın bir ayeti gibi kaosun içinde saklı intizamı sunuyor bana. Evvela beş duyumla kargaşa olarak algıladığım bir sokağının, altıncı boyutta düzenli bir baharatçı pasajına dönüştüğünü görüyorum. 800 yaşındaki Kutubiye Camii 70 metrelik minaresiyle şehri adeta kontrol altına alan bir muhafız gibi; şehrin her yerinden minaresine bakıyor ve bu ikonik minarenin motiflerinde gizlenen estetiğe hayran oluyorum. Kant’ın Yargı Kabiliyetinin Eleştirisi’nde “Güzellik eserin maksadını kendi içinde taşımasıdır. Nesnenin kendi içinde taşıdığı nihaî maksat seyirciye sanat eseri karşısında çıkarsız bir haz verir ki bu güzelliktir.” deyişini hatırlıyorum 4 yüzeyinde de farklı motifler bulunan bu ezber bozan minareye bakarken. İşte güzelliğin tasvire sığmaz tanımını seyrediyor bakışlarım. Doğuştan gelen bilgi ve becerileri reddeden ampirist düşünür Lock’un tabula rasa’sını sorgularken buluyorum kendimi; böyle mücerret bir yapının inşası, salt varlığın vücut bulmasıyla nasıl izah edilebilir?

MAJORELLE BAHÇESİ
El Fna Meydanı’nda ve meydana açılan birbirinden ayırt etmenin neredeyse güç olduğu labirent gibi olan dar sokaklarında bulduğum o renk meşkini Majorelle Bahçesi’nde de buluyorum. 40 yıl boyunca sabırla ve sevgiyle topladığı bitkilerden oluşturduğu, “renklerin katedrali” olarak tanımladığı bu botanik bahçeyi tasarlayan Fransız ressam Jacques Majorelle’in hayallerine misafir oluyorum. Sarı, turkuaz ve yeşilin, kobalt mavisinin karşı koyulmaz hâkimiyetine karşı gösterdiği teslimiyet; Majorelle’in “Yaşamımı bu bahçedeki ağaçların dalları altında yorgun düşüp, içimdeki tüm sevgimi buraya bıraktıktan sonra tamamlayacağım.” deyişindeki sadakati ve ümidi idrak etmemi sağlıyor. Kobalt mavisinin Majorelle mavisi olarak anılmasının Majorelle’in bu rengin doğanın renklerine bir güven, derinlik ve neşe verdiğine inanmasından kaynaklanıyor olmalı ki; kobalt mavisinden, “bahçemdeki renklere şarkılar söyleten renk” diye bahsediyor.

Günümüzde kaçınılmaz o modern insan kaftanını çıkarmak, ruhunuzda biriken tortulardan arınmak ve tüm unvanlarınızdan soyunup sorgusuz bir masal kahramanı gibi özgür hissetmek için bir kere Marakeş’e yolculuk edin; hem Marakeş’e, hem kendi içinize yolculuk edin, Marakeş’te kendinizi keşfedin. Ruhunuzun sırlarına erdikçe; onlarca defa duymuş olmanıza rağmen, tam da Marakeş’te kayıtsızca dilinizden dökülecek Yunus Emre’nin dizeleri;
“Hak cihana toludur kimsene Hakk’ı bilmez, Onu sen senden iste o senden ayrı olmaz!”
Hatice Reçber/ Yüksek Mimar
Tohum Sayı 161 / Yaz 2018
