Türk eğitim sistemi Tanzimat’tan bu yana derin kırılmalar, yeni proje denemeleri ve hedeflerle kendine özgü bir istikamet arayışını hâlâ sürdürmektedir. Bu arayışın temel nedeni Osmanlı son döneminde karşılaşılan yeni dünya düzenine ayak uydurma gayreti ve köklerle nasıl bir irtibat kurulacağı problemi üzerine inşa edilmiştir. Tanzimat’la birlikte eğitim sistemimizde Batı modernitesine uyum ve başkaldırı paradoksu sarmaşık gibi yükselirken ana omurga gittikçe zayıfladı ve giderek kuru bir çubuğa dönüştü. Üst üste yapılan ikircikli reformlar, düzenlemeler, özü bulma arayışları, ideal insan tipi belirleme gayretleri bu güne kadar istenilen neticeyi veremedi.
Modern hayatın en önemli kurumlarından biri belki de en başta geleni zorunlu, devlet merkezli kamusal eğitim sistemidir. Çünkü modern hayatın inşasını sağlayacak olan ana unsur kamusal eğitimdir.
Devlet, ekonomi, iletişim, kültür, sanat vb. alanların ihtiyaç duyduğu insan kaynağını yetiştirecek olan eğitimdir. Son zamanlarda “eğitim şart” komedisinin altında yatan ironi bu hakikate işaret eder. İnsanların huzur bulacağı kendini güvende hissedeceği bir devlet ve toplumsal yapının inşasında eğitim sisteminin merkezi rolüne işaret etmesi bakımından bu belirleme anlamlıdır. Ancak eğitimin söz konusu beklentiyi yerine getirebilmesi için sağlıklı, tutarlı, zamanın ruhuna uygun, ihtiyaçlara cevap verebilecek bir felsefî içeriğe sahip olması zorunludur. Bu zorunluluk inşa edilmeden eğitimden fayda beklemek büyük ölçüde beyhude olacaktır. Üstelik eğitimden beklenenin gelmediği durumda, bunun yerini gayri resmi unsurlar ve ortamlar bir şekilde dolduracaktır. Bu da toplumda kafaları inanılmaz şekilde karışık, çelişkilerle dolu, bir arada yaşamanın bilinç ve davranışlarından uzak farklı anlam ve ruh dünyalarında yaşayan insanların yetişmesine sebep olacaktır.
EĞİTİM SİSTEMİMİZİN FELSEFÎ TEMELİ NASIL TEŞEKKÜL ETTİ?
Burada kısaca on dokuzuncu yüzyılın özellikle ikinci yarısındaki hâkim bilim, teknoloji, din ve ideoloji anlayışına bakmakta yarar vardır. Bu yüzyılda sanayileşme, şehirleşme, kapitalist ekonomi, sömürge ve emek sömürüsü ile Avrupa’da yeni bir dünya inşa edildi. Bu yeni dünya, felsefî arka planını büyük ölçüde geleneksel devlet, toplum ve dinî yapıya (kilise) muhalefetle inşa etti. Modernitenin teolojisi dinlerin tam aksine bilim idi. Buna göre artık yeni dünyada eski rejimlere ve uygulamalara yer olmadığı gibi, dinlere de yer yoktu. Dinler miadını doldurmuştu. İnsanların bütün sorunlarına bilim cevap verebilecekti. Yeni devlet ve toplumun oluşmasında bilimden başka çare aramak boşunaydı. Şu halde geleceğin toplumunu inşa ederken din, geleneksel hayat formları kesinlikle terk edilmeli, bunların devamı ve eğitimi kesinlikle engellenmeli, bilim ve teknolojinin gösterdiği hedefler hayatın her alanında hâkim unsur haline gelmeliydi. Bu tarz bir anlayış 1850’lerden sonra Avrupa’da kendine muhkem bir yer edindi. Bu yeni hayatın sigortası olarak laiklik icat edildi. Laiklik, dünyevî ve uhrevî zihniyetlerin birbirini tehdit etmeden aynı küre üzerinde yaşayabilmelerini temin etmek üzere devletin uhdesinde tesis edildi.
19. yüzyılın başlarından itibaren Avrupa’da böylesi bir dünya inşa edilirken, modernitenin arka planına dair Osmanlı’da hiçbir birikim yoktu. Buna ihtiyaç da yoktu. Zira Osmanlı toplumunda din-bilim, sanat-teknoloji, devlet-cami-toplum çatışması söz konusu değildi.
Dolayısıyla Avrupa’da meydana gelen oluşumun arka planı ile Osmanlı dünyasında derin bir farklılık vardı. Avrupa’da icat edilen yeni kavramların Osmanlı toplumunda karşılığı yoktu. Örneğin “liberty” (özgürlük) kavramı Fransız İhtilali’nden sonra hızla yayılırken Osmanlı aydınları bunu “ruhsat” olarak tercüme etti. Feminizm, laiklik, sendika vb. birçok kavram için daha yüz yıla yakın beklenilmesi gerekiyordu. Bunlar gibi pek çok kavram tarihi, felsefi ve sosyolojik arka plana sahip olmadığından eğitim ve kültür dünyamıza taban tabana farklı bir anlamla girebiliyordu. Bu durum da eğitim sistemimizi içinden çıkılmaz karmaşalara soktu ve bu durum hâlâ devam etmektedir.
Türk eğitim sisteminin felsefî temellerine bakıldığında özgün bir temel arayışının devam ettiği söylenebilir. Bu konuda bir düzlüğe çıkılmış değildir. Meselenin kökeninde Tanzimat’la birlikte başlayan kavramsallaştırma ve yeni dünyayı anlama meselesi yatmaktadır. Bu dönemde “muasır medeniyet ve çağdaşlık” büyük ölçüde “modernleşme ve batılılaşma” kavramlarıyla eş değer tutulmuş, Avrupa değer ve teknoloji dünyasının bütünüyle aktarımı devlet ve toplumun içinde bulunduğu durumdan kurtulmanın çaresi olarak düşünülmüştür. II. Meşrutiyet dönemine her ne kadar çok farklı kanatlarda olsalar da “dünyada bir tek medeniyet var, o da Avrupa medeniyetidir, onu gülüyle dikeniyle alacağız, ya da mahvolup gideceğiz” diyen bir aydın ile “medeniyet bir seyl-i hurûşandır (coşkun akan bir ırmak), ya ona tabi olacağız ya da boğulup gideceğiz” diyen münevverin kaygıları aynı noktalara işaret etmektedir. Ziya Gökalp’in “kültür ve medeniyet”, “hars ve tezhip” sınıflamaları meselenin farkında olduğunu göstermesi bakımından anlamlıdır. Ancak bu farkındalık Cumhuriyet döneminde devam ettirilememiş ve Batı kavramsal dünyasına büyük ölçüde teslim olunmuştur. Bu bakımdan eğitim sistemimizin sağlıklı bir felsefî temele dayandığını söylemek güçtür.
MEVCUT FELSEFİ AKIMLAR VE EĞİTİM SİSTEMİMİZE ETKİLERİ NELERDİR?
Sanayi devrimi ve toplumunun inşası ve sürdürülmesi için icat edilen modern eğitim sistemi yirminci yüzyılın ortalarına kadar görevini eksiksiz yaptı. Şehirleşme, modern devletin bütün bireyler tarafından idrak edilmesi ve mutlak itaat gösterilmesi, kapitalist ekonomik sistemin temini büyük ölçüde eğitim sayesinde gerçekleşti. Yeni sanayi, ekonomi ve bürokrasinin istediği bireyler teknik, sanat, teknoloji ve sosyolojik bilgi ile yüklenerek sertifikalandırıldı. Böylece insanlar yeni toplumda kendilerine yer edinirken geleceklerini de büyük ölçüde mevcut eğitim sisteminin imkân ve fırsatlarına bağladırlar. Ancak bu durum hızlı sosyolojik değişim, din ve geleneğin insanlar üzerindeki etkisi gibi unsurlar dikkate alındığında ciddi arızalar veriyor, alternatiflere imkân vermiyor, hâkim devlet paradigmasının dışındaki oluşumlara hayat hakkı tanımıyordu. Pozitivist bilimci felsefi paradigma kendisi dışındaki bütün anlayışları geçersiz, işe yaramaz ve gereksiz buluyordu. Oysa insan zihninin teşekkülü ve toplumsal hayat farklı katmanlar üzerine inşa ediliyor ve her katman farklı pencerelerden pay alabiliyordu. Bu bakımdan, daha modern eğitimin inşası sürecinde karşı çıkışlar, alternatif paradigmalar konuşulmaya başlandı. Avrupa’da kır eğitim, sanat eğitimi, seçkinlerin eğitimi, çocuktan hareket eğitimi, Montessori modeli, Frobel eğitimi vb. karşı çıkışlar başladı ve II. Dünya savaşından sonra Avrupa ve Amerika sıkı modernist eğitim uygulamasından büyük oranda vazgeçildi. Artık pür pozitivist ve bilimci paradigma yerine, farklılıklara imkan tanıyan, birey ve grup isteklerini dikkate alan alanlar açılmaya başlandı. Böylece devletler eğitim sistemi üzerindeki etkileri daha çok biçim ve evrensel değerler noktasında kontrol ve denetime indirgeyerek, içerikte birey, aile ve sosyolojik talepleri alabildiğince gevşetti. Dolayısıyla içinde bulunduğumuz dönemde dünyada -her ne kadar kapitalizmin baskın etkisi devam ediyorsa da- hâkim bir eğitim sisteminden bahsetmek biraz güçtür.
Eğitim sistemimizin felsefî durumuna baktığımızda ise garip bir durum görünmektedir. On dokuzuncu yüzyılda sağlıklı bir felsefi temele oturmadan oluşturulmaya çalışılan pozitivist, bilimci eğitim paradigması Cumhuriyet devrimleri ile daha da pekiştirildi, tahkim edildi.
Örneğin II. Meşrutiyet döneminde başta Almanya olmak üzere diğer Avrupa devletlerinden örnek alınarak militer ve paramiliter bir eğitim sistemi oluşturulmaya başlandı. Cumhuriyet dönemine gelindiğinde ise bu miras daha da güçlendirildi. Eğitim sisteminin tamamına yaygınlaştırılan militer zihniyet en katı haliyle 1945’e kadar uygulandı. Ondan sonra da yumuşatılmaya başlansa bile taviz verilmeden bu günlere kadar devam ettirildi. II. Dünya savaşı sonrasında dünyanın önde gelen devletleri eğitim sistemlerini mevcut bilim, sanat, felsefe ve ekonomik imkanlarla yeniden dizayn ederlerken Türkiye’de bu bağlamda belirgin bir değişimin olmadığı söylenebilir. Aksine değişim yapılıyormuş havasıyla eskiyi daha da güçlendirme ameliyeleri sürekli görülmüştür. Bunun da en belirgin kanıtı askerî darbelerin her biri sonrasında eğitim sisteminin “kuruluş ayarları” olarak nitelenen Atatürk dönemi uygulamalarına yeniden bağlanmasıdır.
Değişime direnen bu bakış açısı ekseninde bu güne kadar gelen eğitim sisteminin dünyanın hâkim eğitim felsefelerinden anlamlı bir şekilde etkilendiğini söylemek güçtür. Zira 1980’ler sonrasında yükselen Asya Devletleri ve Japonya eğitim sistemine merak salınırken, 2000’ler sonrasında yeniden Amerika eğitim sistemine bel bağlanmış ve reformların bu zaviyeden gerçekleştirilmesi istenmiştir. Burada bütün mesele, dünyanın farklı bölgelerindeki başarılı eğitim modellerini onların gerçekleşme nedenleri dikkate alınmadan taklit etme kolaycılığı ya da fırsatçılığıdır. Bir başka felsefeyi takip ve taklit sadece sonuçlardan yararlanmaya kalkmaktır. Çıktıları tüketmektir ve bunun sonu yoktur.
Eğitim felsefesi başka felsefeleri taklit etmekle oluşturulabilecek ve sürdürülebilecek bir mesele değildir.
Her toplum kendi eğitim felsefesini bizatihi kendisi, kendi imkânları, birikimi, gayreti ve ihtiyaçları doğrultusunda oluşturmak zorundadır. Bunun dışındaki hiçbir yol ve arayış bizi düzlüğe çıkaramayacak, daima ara sokaklarda dolaştıracaktır. Ana arterler taklit edilemez, sadece inşa edilir.
“NASIL BİR FELSEFİ ARKA PLAN” EĞİTİM SİSTEMİNİN MEVCUT SORUNLARINA ÇARE OLABİLİR?
Türk eğitim sisteminin Tanzimat’tan bu yana bir arayış içinde olmasından, kendine özgü bir güzergâh tayin edememesinden, belirsizliğin ve felsefe arayışlarının hâlâ devam etmesinden bahsedildikten sonra peki “nasıl bir felsefî arka plan” sorusu sorulabilir. Elbette bu cevaplanması güç bir sorudur. Zira derin tarihi kökleri olan, son derece zengin bir sosyo-kültürel yapıya sahip, stratejik bir coğrafyada hayatını devam ettiren Türkiye için bir çırpıda eğitime felsefî arka plan tasarlamak zordur. Ancak imkânsız değildir. Bunun için her şeyden önce mevcut sıkıntıların, sorunların, kısıtlamaların farkına varmak gerekir. Hastalık teşhis edilmeden tedavi edilemez. Teşhisin de şartları vardır. En başta ehil doktorlar gereklidir. Eğitim sistemimizin tarihi ve sosyolojik sorunlarının neler olduğu, bagajda birikenlerin günümüzü ve geleceği nasıl ipotek ettiği ya da nasıl vizyon sağladığı açıkça izah edilmelidir. Meseleler önce zihnen çözülmeli ki fiilen çözülebilsin, aksi mümkün değildir. Sorunlarımızı öncelikle zihnimizde tasnif etmeli, hiyerarşisini kurmalı sonra somut adımlara başlamalıyız.
Ülkemiz kadim medeniyetlerin doğduğu, büyüdüğü ve bütün dünyayı etkilediği bir coğrafyadır. Osmanlılar birkaç yüzyıl dünyayı hemen her bakımdan etkilemiş medeniyet kurmuş bir devlettir.
Osmanlı kültürü İslâm’ın merkezde olduğu, Ortadoğu ve Avrupa kültür ve medeniyetlerinin birleşmesinden meydana gelmiştir. Türkiye son derece zengin bir dinî, etnik ve kültürel birlikteliğe ev sahipliği yapmaktadır. Coğrafi iklim, farklı tarz hayatlar için olumlu imkânlar sağlamaktadır. Daha da önemlisi Türk eğitim sisteminin felsefesi sadece Türkiye coğrafyası ile sınırlı değildir. Başta Balkanlar, Ortadoğu, Kafkasya, Orta Asya olmak üzere Türk ve Müslüman unsurun olduğu dünyanın bütün bölgeleri, Türk eğitim felsefesinin içeriğini bir şekilde ilgilendirecek potansiyel sağlamaktadır.
Böylesi coğrafi, sosyolojik ve antropolojik çeşitliliğin bir arada hayat sürdüğü Anadolu ve farklı kıtalardaki hinterlandı için nasıl bir eğitim sistemine ihtiyaç duyulabilir? Mevcut birikim korunarak, gelecek nasıl inşa edilebilir? Yenilikler nasıl tatbik edilebilir? Bu çeşitlilik ortamında devlet ve birey ilişkileri nasıl tesis edilmelidir? Son olarak da bu coğrafyada yaşayan insanların asgari müşterekleri ne olmalıdır? Eğitim sisteminden geçen bir birey mutlak olarak hangi yetenek ve zihinsel donanımla mücehhez olmalıdır? Bu soruların cevabı aslında nasıl bir birey, nasıl bir toplum ve nasıl bir devlet sorularına verilecek karşılıklardır. Bu cevap bize ideal birey, ideal toplum ve ideal devletin tanımını verecektir. Eğitim politikacıları bu sorulara bilimsel/sağlıklı verilerden hareketle soğukkanlı cevap vermelidir. Bu cevabın verilebilmesi için eğitim politikacılarının devlet ve toplumun tarihi, sosyal ve kültürel dinamiklerini çok iyi tanımaları gereklidir. Bunun için ciddi bir dil, din ve tarih nosyonu, ardından da sosyoloji ve hukuk bilgisi şarttır. Eğer bu birikimler sağlanabilirse sağlıklı felsefe yapmanın, eğitim felsefesi tasarlamanın asgari şartları oluşmuş demektir.
Peki, bu nasıl mümkün olabilir? Kanaatimce, söz konusu politikanın üretimi ve bireylerin yeti kazanması sırf bu amaçlarla kurulmuş üniversite bölümlerinden, enstitülerden, daha da önemlisi bağımsız düşünce merkezlerinden alınacak ciddi eğitimle gerçekleşebilir. Söz konusu düşünce merkezlerini bağımsız kılabilecek en önemli enstrüman yetkin bütçe kapasiteleridir. Oysa bugün ülkemizde böylesi bir eğitimi verebilecek mekanizmalar, bölümler, enstitüler ve bağımsız düşünce kuruluşlar yok hükmündedir. Öncelikle bu ihtiyacın farkına varılması ve bu eksiği gidermenin yollarının araştırılması, önlemlerin alınması gerekir. Üniversiteler ve eğitim fakülteleri bu sorunlara çare olabilecek, bilgi ve politika üretebilecek potansiyelden hayli uzaktır. Zira üretim kapasite ve cihazları yoktur, alet kutusu yetersizdir. Eskilerin “kem alâtla kemâlât olmaz” vecizesiyle ifade ettikleri hakikat budur. Eksik, yetersiz aletlerle, eğitimsiz, bilgisiz personelle hâkim, olgun, ileri düzeyde bir sistemin inşası mümkün değildir.
EĞİTİM SİSTEMİNE “NASIL BİR YÖNTEM” FELSEFÎ ARKA PLAN SAĞLAYABİLİR?
Eğitim sistemimiz bütün hantallığına ve bürokratik oligarşisine rağmen yeni öğrenciler yetiştirmeye ve topluma hizmete devam etmektedir. Elbette teknik olarak “şahane” denilebilecek işler başarılmaktadır. İlkokullarda günlük dağıtılan okul sütünün, en ücra köşedeki bir okulda bile hangi öğrenciler tarafından içilip içilmediğinin anlık tespiti inanılmaz bir gayret, disiplin ve koordinasyondur. Keza nüfusu on beş milyonu geçen öğrencileri aynı günde ve saatte sağlıklı bir şekilde belli sınavlardan geçirerek neticelerini kısa sürede açıklamak da her türlü takdirin üstündedir. Ancak bu teknik başarıların toplum ve bireylerin zihin ve mana dünyasında katkısı ne düzeydedir? İdeal birey, toplum ve devletin inşasına söz konusu teknik denetim ve koordinasyonun faydası nedir? Bu soruya müspet cevap vermek biraz güç.
Şu halde, eğitim sisteminin sağlıklı bir felsefi alt yapıya kavuşabilmesi için yapılacak öncelikli iş, yukarıda bahsedilen donanımlı eğitim politikacılarının bir araya getirilmesidir. Türkiye’nin bütün dağınıklık ve boşvermişlik görünümüne rağmen son derece yetenekli, başarılı ve çalışkan beşeri sermayeye sahip olduğu söylenilebilir.
Bu kişiler büyük ölçüde ya kendi kendilerine büyük gayretler, fedakârlıklar yaparak, ya yurtdışı eğitim imkânlarını kullanarak, ya da informal kurumların katkısıyla var olabilmişlerdir. Bu da ülkemizin büyük bir kazancıdır. Bütün mesele bu insanları belli bir motivasyon etrafında istikrarlı olarak güven içinde bir araya getirebilmektir. Sonrasında bu kişilerin verdiği raporlar doğrultusunda belli sıkıntılara, kısıtlamalara, zorluklara katlanarak reçeteleri uygulamaya koymaktır. Bir anlamda doktorların verdiği acı tedavi usullerine katlanmaktır.
Eğitimin felsefî temellerinin inşası konusunda takip edilecek yöntemin temel riski, Türkiye’de eğitimin aşırı merkeziyetçi ve bürokratist bir yönetim anlayışına sahip olmasıdır. Aşırı merkeziyetçi yönetim anlayışı büyük ölçüde yenilikleri takip edememekte ve siyasî otoritenin kontrolünden de çıkamamaktadır. Bu iki meselede ciddi bir serbestiyet gereklidir. Devletin temel haklar, evrensel değerler ve ülkenin tarihi ve sosyolojik hassasiyetleri dışında eğitimin içeriğine müdahaleden elini çekmesi pek çok sorunun çözülmesine imkân tanıyabilecektir. Ancak bu çekilme sırasında oluşacak boşluğu kötü niyetli fırsatçılardan korumak için gerekli tedbirler de sıkıca alınmalıdır. Aksi halde mevut durumdan çok daha kötü bir manzaranın çıkması kaçınılmazdır.
Prof. Dr. Mustafa Gündüz/ Yıldız Teknik Üniversitesi-Eğitim Bilimleri
Tohum Sayı 162 / Kış 2019