Ömrü hayatınca bir kez olsun kendisini hakiki manâda tarassut edebilecek herhangi bir imkândan mahrum kaldığını idrak edemeyecek miktarda ruhuna yabancılaştırılmış, o yüzden de elbette çıkarcı, menfaatini düşünmekten çevresini görmeye fırsat bulamayan, her anlamda olgunlaşmayı teknik bir mesele zanneden sıradan bir müzik öğrencisinin, daha henüz birinci sınıftayken tanıştığı namlı ve çetin ceviz bir müzik öğretmeni tarafından, işkence edilircesine, gizliden gizliye ve adım adım genç bir idealiste dönüştürülme gayretinin sıra dışı macerası…
Kısaca Whiplash bu.
2014 yapımı filmin senaristi de, yönetmeni de Damien Chazelle. Caz, kimlik, benlik, ruh, sınır, eğitim, zorlanma, gelişme, yetişme ve nihayetinde ulaşma…
Andrew Neyman adlı bu genç, aslında yaşıtlarından çok daha fazla gayretlidir. Azmine ve çalışkanlığına asla lâf edemeyiz. Hayatının en büyük deneyimini yaşayacağı Shaffer Konservatuarı’nın en namlı hocası Terence Fletcher ile tanışması da zaten gecenin geç saatlerinde, ortalarda kimsecikler yokken bateri çalışması sırasında gerçekleşmedi mi? Dazlak kafasıyla, gülmeyen yüzüyle, sert mizacıyla, sınırsız huysuzluğuyla, ölçüsüz merhametsizliğiyle ve en çok da dudak uçuklatan hoşgörüsüzlüğüyle âlemde nam salmış bu caz veteranı, o günlerde yetiştirmek gayesiyle grubuna gençler aramaktadır. Alan alıcıdır yani veren de verici.
İyi ama çok geçmeden işler niye öyle sarpasaracaktır ki!

BİR GECE ANSIZIN
Andrew farkında değilmiş gibidir ama bu rastlaşma, sıra dışı bir insanla yaşanmış sıra dışı bir tanışmadır. Fakat bu tanışmanın ardından henüz 19’undaki genç müzisyen adayının hayatı, Fletcher öncesi ve Fletcher sonrası diye tam ortadan ikiye ayrılacak ve bir daha geri dönülemezcesine kökten değişecektir. Evrim diye bir şey varsa, o da işte budur. Ne evrimi, hatta devrim!
Doğrusu Fletcher, bir efsanedir ve aynı zamanda kelimenin en hakiki manâsıyla alışılmadık biridir de. Bu farklılığını kılık-kıyafetiyle veya NLP kitaplarında yazanlara benzer trüklerle filân da elde etmediği açıktır. İfadeleri başka türden, o ifadelere çevresindekilerin verdiği cevaplara dair karşılıkları ise bambaşka. Hiç kimse gibi düşünmeyen bu okul efsanesi, olanca tuhaflığının yanında dokunduğunu altına çevirmesiyle de maruftur. Çünkü şöhretini küstahlığına değil, müzikal mazisine borçludur. Üstelik adı geçen bu başarı, kendi şahsıyla sınırlı kalmamış, okulun istikbal vadeden öğrencileri arasından seçip sıklıkla güncellediği caz grubuyla da sürekli pekişmektedir.
Ne ki aynı zamanda kaba, küstah, acımasız, nezaketsiz, tahammülsüzdür; ayrıca sözünü kimselerden de sakınmayacak kadar bambaşka bir mizaçtadır. Bu hakkı nasıl kendisinde görmektedir? Çünkü zekidir ve kendi alanında parmakla gösterilecek mikyasta başarılıdır. Çılgın bilim adamı tipinin müzisyen çeşidi.

GERÇEĞİ, YALNIZCA GERÇEĞİ…
Aslında bu menfur görüntünün, hocanın hakiki mizacından ziyade zahirini teşkil ettiği çok geçmeden anlaşılmaktadır. Çünkü Fletcher, birçok insanın hayal edip de bir türlü cesaret edemediği insani ilişki tarzını ısrarla sürdürebilmiş biridir sadece. Günün her ânında hiç değişmeyen bir tek endişesi vardır: gerçeği, yalnızca gerçeği söylemek. Ve bu gerçek istemini asla terk etmemek. Terke davet edildiğinde ise ne pahasına olursa olsun icabet etmeden hak bildiği bu yolda hiç sapmadan yürürken kimi incittiğini hesaba katmamak.
Daha kısası da söylenebilir tabii: hesapsızlık.
Evet, yürümeyi öğrenen bebeğin bile daha ilk adımlarını atarken öğrendiği hesapçılıktan, handiyse azade yaşamak. Ve bütün bu hesapsızlığını da bir tek hesap için seferber etmek: ideal!
Kimselerde öyle kolaycana göremeyeceğiniz, öte yandan çağdaş insanların, bir tek kaymak tabakasına özgü bu lüzumsuz sorumluluklardan azadelik, dışarıdan bakıldığında ancak küstahlık diye tavsif edilebilirdi.
O yüzden de gecenin bir yarısında, hesapsız-kitapsız ve kendiliğinden gelişen bu karşılaşma, bir ayaküstü imtihanına dönüşür. Bu irticali imtihan başlar başlamaz, aslında tarafların her ikisi de, ancak dışarıdan bakmaya mahkûmların göremeyeceği o karanlık kuyuya nefessiz daldıklarını fark etmiştir. Çünkü böylelikle yeniyetmeliği henüz aşmış delikanlı başarıya, hem de başarının en tepesine tırmanabilecektir; hoca da yıllar yılı aradığı ama her bulur gibileştiği seferde avucundan kaçırdığı manevi mirasçısına kavuşacaktır.
SINIRLARI ZORLAYARAK EĞİTME
Burada önemli husus şu: Hoca kendini hiç sakınmadan ve saklamadan ifade etmekte, yani muhatabına, bu daveti kabul ettiğinde kendisini nasıl bir zorlanmanın ve hatta eziyetin beklediğini ihsas ettirmekten geri durmamakta. Bu ayaküstü sınavın tam ortasında çekip gider meselâ; üstelik haber verme ihtiyacı filân hissetmeden. Çanlar çalsa meramı bu denli açık sayılmazdı.
Ne ki yazısız anlaşma taraflarca imzalanmıştır bile. Her ne kadar anlaşmanın maddeleri arasında sabahın 6’sında derse başlamak gibi garabetler bulunsa bile insanüstü eğitim süreci başlamıştır bir kere. Delikanlı babasıyla sinemada buluştuğunda öğreniriz ki o gece geç saatlere kadar çalışmalar falan, meğer bir tezgâhtan ibaretmiş; bahsi geçen hocayla tanışıp gözüne girmek için kurulmuş, basit ama yine de işe yarayan bir tezgâhcık.
Fakat unutmayalım; taraflardan biri zaten müzmin bir idealist iken öbürü de kaderindeki hayatını yaşamaktansa tasarladığı hayatı yaşamayı seçmiştir bile. Hayatın kendisi yerine, tasarlanmış hayat. Namı diğer idealizm.
Çok geçmeden iki idealistin, aynı ideal uğruna bile olsa yan yana gelmesinin, iki ısrarcı keçinin daracık bir köprü üzerinde karşı karşıya gelmesiyle aynı sonucu doğuracağı açığa çıkacaktır. Tarafların birbirlerini tanımamaları hem bir handikaptır, hem de ciddi bir avantaj.
YERYÜZÜNE İNMİŞ BİZATİHİ PAN
Filmin öyle pek ilerlemesine gerek kalmadan Fletcher’ın aslında kafasındaki ideale ulaşmak için, siyasetçileri kıskandırırcasına nasıl da makyavelistleşebileceğini öğreniriz: Yüksek veya alçak her türlü ideal, sahibine, başkalarına en iyi ihtimalle ikinci sınıfmış gibi davranma hakkı verir. Bir gün bir saksafoncudur kellesi kopan, öbür gün bir baterist. Başka bir gün bir başkası… İdeal kişiye ulaşmak için kaç kurban verildiğinin ne önemi var ki!
Bırakalım kariyeri, müzik eğitiminin en başındaki Andrew’un gözünü başarı hırsı öylesine karartmıştır ki henüz okuldaki grubunun yedek bateristiyken, bir gün ânsızın Fletcher tarafından seçilmesinden hiç şüphelenmez ve o zorlu merdiveni tırmanmaya başladığını zanneder. Hâlbuki hoca, aslında yedeklediği asıl bateriste haddini bildirmek istemektedir sadece. Zaten idealizmin yolu, kullanılmanın kıvrımlarıyla örülmemiş midir?

BİR İDEAL UĞRUNA
Daha Fletcher tarafından seçilmişliğin hazzını tatmaya fırsat kalmadan Andrew’un öğrendiği ilk şey, gruba seçilmenin hiç de zannettiği gibi bir ayrıcalık barındırmadığı. Çünkü hoca, gruptaki istisnasız herkesin kişiliğini ayakkabısının tabanına yapışmış bir köpek tersi gibi çiğnemektedir. Onurlar kırılmıyor; unufak ediliyor bu sınıfta. Peki niçin? Bir ideal için; doğru.
O yüzden de küçük hataların ceremesi büyüktür burada. Bir kez olsun şöyle bir tökezleyivermesin ayağınız; ânında dışarıya sepetlenirsiniz.
Haysiyet, kullanılmış bir kâğıt mendil hükmündedir bu hocanın gözünde. Müstakbel kariyer için elbette. İyi de, bunca zorlanmaya, aşağılanmaya rağmen bir genç, ne diye hâlâ o sınıfta kalmaya ve her saniye ezilmeye devam eder ki? Çünkü CV’nizde Fletcher’ın öğrencisi olduğunuz yazacak sadece; onun tarafından kaç kere aşağılandığınız değil.
Aynı noktaya geri döndük: alan memnun, veren memnun.
O yüzden de her birey, yedeği sayılamayacak kadar çok bir piyondur onun gözünde. Biri gitmeden öbürü, canla-başla onun yerini kapmaya hazırdır. Eşi-benzeri görülemeyecek şu eğitim mottosu işte bu şartlarda doğmuştur:
“İngilizce’de ‘aferin!’den daha tehlikeli bir kelime yoktur.”
Herkes ama herkes sadece bir sıradandır. Ne ki bir sıradanı, bir başka sıradandan ayıran ve belli bir miktar farklılaştıran yegâne özellik, sıra dışı gayrete tahammülünden başkası değildir.
İYİ CAZ YAŞASIN DİYE
Bu insanlık dışı muamele, hiçbir pedagoji kitabında yeri bulunamayacak bu eğitim anlayışı, Andrew’da hemen meyvesini tomurcuklandırır: insanüstü bir hırs. Başka bir ifadeyle zedelenen haysiyetin ıstırabını dindirmek için bedeni zedelercesine gayretten başka bir çare düşünülebilir mi? “34 yaşında, sarhoş ve beş parasız şekilde ölüp insanların yemek masasında benden bahsetmesini, 90 yaşında zengin ve ayık şekilde ölüp kimse tarafından hatırlanmamaya tercih ederim.” Bu cümlenin bağlamı tam da burası.
Belli ki tıpkı başka alanlardaki idealistler gibi eğitim alanında da idealist hocalar nadirattan. Özel-likle de müzik eğitiminde.
Bunca azar, aşağılama ve haysiyetsizleştirme niçin? Bir ideal için. Nedir o ideal? İnsanları, onlardan beklenenin ötesinde zorlayarak yetiştirmek. Peki Fletcher, böylesine çetin bir eğitim anlayışını bir silâh gibi niçin kuşanmıştı? Dünyayı yeni Louis Armstronglar’dan, Charlie Parkerlar’dan mahrum bırakmamak için. Bu kadar işte. Fletcher’ın ideali bundan ibaretti. Dikkatinizi çekerim, bu küçükmüş, hatta bireyselmiş gibi görünen ideal, aynı zamanda, kültürünü dünyaya sinema ve caz üzerinden yayan Amerika’nın iktidarını pekiştirmek demekti.
Whiplash mı dediniz? İcraı hayli zor orkestral bir caz parçası.
Hasanali Yıldırım/ Gazeteci, Yazar
Tohum Sayı 162 / Kış 2019