Osmanlılar, birçok alanda olduğu gibi, tıp alanında da önemli gelişmeler kaydettiler. Kendilerinden önceki tüm tıp geleneklerini, bir başka deyişle Antik Yunan, Roma, Bizans, Hint, Çin, Selçuklu ve geniş anlamda İslam tıp geleneklerini tevarüs ettiler, bunları incelediler, zaman zaman eleştirdiler ve faydalı bulduklarını geliştirerek devam ettirdiler. Tabi bunlarla yetinmeyip kendi özgün katkılarını da sundular.
Bimaristan, maristan gibi isimlerle de bilinen daruşşifalar Osmanlıların tıp ilmine yapmış olduğu katkıların en önemlilerindendir. Buralarda hastalara ücretsiz tıp hizmeti sunulmakla birlikte, hekim adaylarına usta-çırak yöntemiyle uygulamalı tıp eğitimi de veriliyordu. Selçuklular döneminden kalma Kayseri Gevher Nesibe Sultan Daruşşifası (1205), Sivas Şifaiye Daruşşifası (1217), Tokat Gök Medrese Daruşşifası (13yy sonları) ve Amasya Daruşşifası (14. yy başları) vardı. Osmanlılar Selçuklu darüşşifa geleneğini kendi dönemlerinde devam ettirdiler. 1400 tarihinde Bursa’da Uludağ’ın eteğinde kurulan Bursa Yıldırım Dâruşşifâsı Osmanlılar dönemindeki ilk darüşşifaydı.
İstanbul’un fethini takiben kurulan ilk darüşşifa Fatih Daruşşifası’ydı. Fatih Külliyesi içerisinde yer alan darüşşifa 1463-1470 yılları arasında İstanbul’da inşa edilmiş olan ilk tıp müessesesiydi. Fatih Camii’nin kıble yönündeki hazirenin Karadeniz yönüne düşen geniş bir saha üzerinde inşa edilmişti. Evliya Çelebi burasını “70 hücreli ve 80 kubbeli” olarak tarif eder. Maalesef günümüzde bu binadan eser kalmamıştır. Külliyenin darüşşifa maddesine bakıldığında burada 14-15 kişinin çalıştığı görülse de bu sayının ileriki dönemlerde 42-43 civarına çıktığı görülmektedir.
Fatih Daruşşifası’nda birisine reisületıbba (başhekim) adı verilen iki tabip, bir cerrah, bir kehhal(göz doktoru) bulunuyordu. Ayrıca buradaki diğer yardımcı işleri yapan birer sarf emini, vekilharç, eczacı, ambar emini, iki aşçı, bir bevvab (kapıcı) ve iki hademe mevcuttu. Burası her ne kadar genel olarak hastahane özelliği taşıyor olsa da tıp eğitimi de verildiği anlaşılmaktadır. Ancak bu tıp eğitiminin teorik olmaktan çok uygulamaya dönük olduğu görülmektedir. Buradan yetişen hekimler hem İstanbul’daki hem ülkenin muhtelif yörelerindeki sağlık kuruluşlarına üst düzey hekim olarak atanırlardı.
Osmanlıları tıp eğitimi konusunda seleflerinden daha ileri götürecek olan adım Kanuni Sultan Süleyman döneminde Süleymaniye Tıp Medresesi ve Daruşşifası’nın kurulmasıyla atılacaktır. Daha önceki sağlık kuruluşları daha ziyade bîmâristan, dârüşşifâ ya da hastane hüviyeti taşıyorlardı. Halbuki burada, bir darüşşifaya ilave olarak bir Tıp Medresesi kuruluyordu. Burasının müderrisliği hassa hekimbaşılığından bir derece aşağı kabul ediliyor ve hekimbaşılığa namzet olacak kadar ihtisas sahibi olanlar bu makama getiriliyordu.
8 adet danişmendin eğitim gördüğü bu medresede akademik ve hizmetli personelin derse devam durumunu kontrol eden bir noktacı, temizlik işlerinden sorumlu bir ferraş, kapıcılık hizmetlerinden sorumlu bir bevvab bulunuyordu. Aslî personel yanında buraya hocasıyla birlikte dışarıdan gelen ve sonra dânişmendliğe geçen çıraklar ile stajyer tabip ya da pratisyen hekim mahiyetindeki şâkirdler de burada görev alabiliyorlardı. Bunun yanı sıra tıp eğitimini başka bir yerde bir hekimin gözetiminde usta-çırak yöntemiyle tamamlamış, ancak bunu yetersiz bularak mevcut bilgisini artırmak ya da ileride meslekî terfi için teorik bir eğitim disiplininden geçmek için buraya dışarıdan gelip ders görenler ya da dinleyici olarak katılan Müslüman-gayri-müslim meraklılar da mevcuttu. Tıp Medresesi’nin bu yapısı, onu tıbbi bir otorite haline getirmekle kalmıyor aynı zamanda farklı tıp kurumlarıyla ve gelenekleriyle bilgi paylaşımına da açık hale getiriyordu.
Burada izlenen eğitim yöntemi, geleneksel tıp kitaplarının ve meşhur hekimlerin kitaplarının ve uyguladıkları yöntemlerin takip edilmesi şeklindeydi. Vakfiye şartlarında müderrislerin, anlayışlı, ferasetli, sezgileri yüksek, fiziksel olarak engeli olmayan, tıp ilminin tüm inceliklerine vakıf, bildiklerini aktarmada başarılı ve ilm-i mîzan olarak nitelenen mantık ilmine hakim olmaları isteniyordu. Tıp ve cerrâhî eğitimi haftada iki gün teorik ve uygulamalı olarak veriliyordu. Teorik dersler Tıp Medresesi‘nde, uygulamalı olanlar Dâruşşifâ‘da icra ediliyordu. Anatomi dersleri iskelet modelleri eşliğinde görülüyordu. Ayrıca önemli tıp kitaplarının takibi, klinik gözlemler, hastalıkların tetkiki ve ilaçların hazırlanması da önemli tıbbi faaliyetlerdendi.
Süleymaniye Külliyesi‘nin batı kısmında Tıp Medresesi’nin hemen yanında bir Dâruşşifâ/Bîmâristan bulunuyordu. Osmanlı hastahane hiyerarşisinin en üstünde yer alan bu dâruşşifa 30 odalı, 2 avlulu, 40-50 yataklı bir hastane görünümünde olup 28-30 kişilik çalışanlar kadrosu vardı. 3 tabip, 2 kehhal (göz doktoru) ve 2 cerrahtan oluşan hekim kadrosunun yanı sıra, 1 aşşâb (ilaç yapımında kullanılan bitki köklerinin bilgisine sahip kişi), 2 edviye-kûb (basit drogları kol gücüyle döverek hazırlayan kişi), tabbâh-ı eşribe (hekimin talimatı doğrultusunda şurupları hazırlayan kişi), 1 edviye kilercisi (basit ve karma ilaçları muhafaza etmekle görevli kişi), 1 edviye vekilharcı (gerekli malzemeleri temin eden kişi), 1 dâruşşifa kâtibi, 1 dâruşşifa bevvabı (kapıcısı), 2 tabbâh-ı et’ime (hekimlerin talimatları doğrultusunda hastalar için yemek hazırlayan görevli), 1 kâsekeş (yemek servisi yapıp gerekli temizliği yapanlar), 4 kayyım (güleryüzlü, güçlü hastabakıcılar), 2 ferraş, 4 âbrîzi (hela temizleyicisi), 2 câmeşȗy (hastaların çamaşırlarını yıkayan ve yataklarını temiz tutan kişi) ve 1 dellak-berberden oluşan geniş bir çalışanlar grubu mevcuttu.
Dâruşşifâ genel olarak iki ayrı bölümden oluşuyordu. İlk kısım yukarıda sayılan idareciler, hekimler ve yardımcı görevliler için ayrılmıştı. İkinci bölüm ise hastalara tahsis edilmişti. Burada bir asabiye servisi/sinir hastalıkları bölümü vardı ve burası diğer hastaların bulunduğu mekândan ayrılmıştı. Burada tedavi gören akıl hastalarına karşı hekimlerin sabırlı davranmaları isteniyordu. Ayrıca burada müzikle tedavi de uygulanıyordu. Vakfiye şartlarından anlaşıldığına göre tıpkı tıp medresesinde olduğu gibi burada çalışan tabiplerin her yönden üst düzeyde olmaları istenmekteydi. Buna göre tabipler, tıp ilminin, teorik-uygulamalı her tür bilgisine sahip; ilaçların yapımından kullanımına ve etkilerine dair tüm malumata hâkim; hastalıklar konusunda bilgili, kavrayışlı, zeki ve tecrübeli; mizaç, huy, tabiat ve karakter özelliklerini de kolayca kavrayacak düzeyde; hastaya karşı anlayışlı ve merhametli olmalıydılar. Dâruşşifâ, üst düzey bilgi, beceri, karakter ve donanım taşıyan sağlık personeli ve onlara her türlü desteği veren özel seçilmiş yardımcı personeli ile ülke dâhilindeki Müslüman-gayrimüslim herkese ücretsiz sağlık hizmeti sunuyordu.
Hem Tıp Medresesi’nde hem de Daruşşifâ’da görev alan tıp personeli (tabipler, hekimler, cerrahlar, kehhaller), genellikle tıp mesleğine intisap etmeden önce, normal medreselerdeki İslami ilimleri ve beraberinde okutulan bazı akli ilimleri de tahsil ederlerdi. Dolayısıyla İslami ilimlere de vakıftılar. Bu sayede bütüncül bir ilim anlayışının içerisinde kendi mesleklerini icra ederlerdi. Buradan çıkan personel imparatorluk bünyesindeki hemen her türlü sivil/askeri tıp kurumuna hekim ve cerrah olarak tayin edilebiliyordu.
Prof.Dr. Tuncay Zorlu / İTÜ Fen-Edebiyat Fak. İnsan ve Toplum Bilimleri Bölümü
Tohum Sayı 162 / Kış 2019