Medrese, lügatte okumak, anlamak, ezberlemek için tekrarlamak anlamına gelen Arapça ders kökünden bir mekân ismidir. İslâm tarihinde ilk medreseler ibadet dışında hayatın ve şehrin, kasabanın merkezindeki mescit ve camilerdir. Onun içindir ki ilk medrese olarak Mescid-i Nebevî ve buradaki Suffe kabul edilir. Dersler uzun yıllar bu yolla okunmaya devam etmiştir. Medresenin yanında tekkeler, zaviyeler, ribatlar da önemli eğitim merkezleridir. Ancak bunlar daha çok dini ve tasavvufi eğitimin verildiği yerler olmuştur.

Abbasiler’in kurduğu ve pozitif ilimlerin de okutulduğu bir ilimler akademisi hüviyetindeki Beytülhikme ile bu durum değişmiş farklı bir boyuta ulaşmıştır. Ancak kaynaklarda medrese diye anılan ilk yapı önemli bir hadis âlimi olan Ebu Bekir Ahmed b. İshak es-Sıbgî’nin Nişabur’da kurmuş olduğu Dârussünne’dir. Bu medresenin bir de vakfı vardır. Medreseler yavaş yavaş müstakil bir hale gelirken, cami ve mescitlerde de ders okunmaya devam etmiştir. Osmanlı devrinde Beyazıt, Süleymaniye, Ayasofya gibi camilerde kürsüler oluşturulmuş dersiam adı verilen hocalar ders okutmuş ve bu halkaya devam eden insanlar icazet de almışlardır.
Medreseler genellikle bir mezhebin ya da birden fazla mezhebin fıkhının öğretildiği yerler olmuştur. Bazen de bir yerde o bölgedeki mezhep mensuplarının oranına göre medrese miktarı da değişmiştir. Anlatacağımız konu içindeki medreseler Hanefi ve Şafi fıkhının okutulduğu medreselerdir.

HİCAZ VE IRAK MEDRESELERİ
Medreselerin tarihi gelişim süreci içerisinde öncelikle, eğitimin temel taşları olan daha sonra da okunan eserlere kaynaklık eden ekollere temas etmekte fayda vardır. Medrese öncesi eğitimler genellikle dini olup fıkıh ve hadis üzerinedir. Bu konuda ana merkez Medine-i Münevvere’dir. Hicaz’da, özellikle de Medine’de hadislerin tespitine ve Kitap ile Sünnet’e bağlı nazarî bir fıkhın tesisine çalışılmıştır. Sahâbeden sonra gelen tâbiîn neslinin temsilcileri üstat, muhit ve mâlumat farkına dayalı olarak Hicaz ve Irak ekolü denilen iki gruba ayrılmıştı. Bu grupların ortaya çıkışı Emevîler’in sonu ile Abbâsîler’in ilk yıllarına rastlamaktadır.
Ekoller arasındaki ihtilâf daha çok muhit ve bilgi kaynağı farkına dayanmakla birlikte bazı usul farkları da dikkat çekmektedir. Hicazlılar, Medine halkının örfüne Hz. Peygamber’in yaşayan sünneti diyerek ayrı bir değer vermişlerdir. Muhitleri gereği hadis malzemeleri de daha zengindir; kaynaklarını hadisle sınırlı tutmuşlar, zayıf da olsa hadisi re’ye tercih ederek meydana gelmemiş olaylar üzerinde hüküm vermemişlerdir.

Peygamberimiz (sav) hayattayken insanlar sorularını ve sorunlarını ona danışarak hallediyorlardı. Peygamber Efendimiz’in (sav) vefatından sonra da sahabe-i kiramın ondan öğrendikleri yahut Kur’an ve Sünnet üzere yaptıkları içtihatla meseleler çözülmüştür. Zaman içerisinde bu sistemleşmiş, İbn-i Abbas (ra), İbn-i Ömer (ra) gibi müçtehitler yetişmiştir. Hazreti Ali döneminde devlet merkezinin Kûfe’ye taşınması burasını merkez haline getirmiştir. Bu süre zarfında bazı değerlendirme farklılıkları ortaya çıkmış ve ilerideki itikadî ve ameli mezheplerin ortaya çıkmasında da basamak olmuşlardır.
Bu iki ekole ehl-i rey ve ehl-i hadis ekolü de denmiştir. Ehl-i rey ekolünün temsilcisi İmam-ı Azam Ebu Hanife’dir. Hukukun temel kaynağı olarak Kur’an-ı Kerîm’i benimsemiştir. Ehl-i hadis ise hukukun temel kaynağı olarak Sünnet’i benimsemişlerdir. Temsilcisi ise İmam-ı Şafii’dir. Bu farklılığın ortaya çıkmasında ekollerin ortaya çıktığı bölgeler önem arz etmektedir. Ehl-i hadis taraftarları daha çok Hicaz bölgesindedir. Ehl-i rey ise İslâm’ın daha sonra ulaştığı ve sosyal olarak daha kozmopolit bir yapının bulunduğu bir bölgede ortaya çıkmıştır. Bu yönüyle de Peygamberimiz(sav)’in uygulamalarından ziyade içtihat ve kıyas daha çok ön planda olmuştur.

BASRA VE KÛFE MEDRESELERİ
Kur’an ve Sünnet’i iyi anlamak ve bunlardan kıyas ve içtihat yaparak sağlam hükümler ortaya koymak için Arapça’ya ve Arap edebiyatına vakıf olmak gerekmektedir. Bunun için öncelikle nahiv ilmini bilmek gerekir. Nahiv ilminin kuruluşu ve gerekli malzemenin derlenmesi hicri birinci yüzyılda Basra’da başlamış ikinci yüzyılda Kûfe’ye taşınmıştır. İlk nahiv medresesi Basra Medresesi’dir. Burası sağlam temellerin atıldığı ve en büyük nahiv âlimlerinin yetiştiği yerdir. Basralı âlimler, büyük Arap edebiyatçısı ve Arap alfabesini günümüzdeki haline getiren Ebu’l Es-ved ed-Düelî’den aldıkları icmali bilgileri tafsilatıyla müstakil bir ilim haline getirmişlerdir. Basra Medresesi sema(işitme, duyma) ve kıyasa(karşılaştırma) önem vermiştir.
Kûfeliler ise Basralılardan edindikleri birikimleri zamanla harmanlayıp geliştirmiş ve kendilerine mahsus asıl vaz etmişlerdir. Basralılar kadar sema ve kıyasa bağlı kalmayıp sağlam olmayan bilgilere de kıyas yapma yoluna girmişlerdir. Daha sonra medreselerde okutulan nahiv kitaplarında bu iki medresenin etkilerini rahatça görebiliriz. Herhangi bir meselede Kûfeliler muhalefet etti veya Basralılar indinde şu şekilde gibi.
Abbasiler döneminde Yunan filozoflarının kitaplarının Arapça’ya çevrilmesi ile İslâmî felsefe akımları ortaya çıkmış, yeni eserler telif edilmiştir. El-Kindi, Farabi, İbn-i Sina, İbn-i Rüşd gibi filozoflar yetişmiştir. Meşşailik, İşrakilik de bu felsefi düşüncelerden bazılarıdır.
NİZAMİYE MEDRESELERİ
Medreseler en büyük değişim ve dönüşümü Büyük Selçuklular döneminde yaşamıştır. Vezir Nizâmülmülk’ün yaptırmış olduğu Nizamiye Medreseleri daha sonra inşa edilen birçok medresenin öncüsü olmuştur. Bu medreselerin en büyüğü ise Bağdat Nizamiye Medresesi’dir. Medrese, talebe hücreleri, kütüphane, hamam, imaret ve hastane gibi ek yapılarla donatılmış ve iaşesi için de bir vakıf kurulmuştur. Nizamiye Medreseleri’nin kurulmasıyla; camiden ayrı müstakil yeni bir yapı tarzı meydana gelmiş, din, dil, hukuk eğitiminin yanı sıra felsefe ve mantık da okutulmaya başlanmış, ders seçme sistemi uygulanmıştır. Günümüzün diplomaları diyebileceğimiz icazetname verme uygulaması ilk olarak bu medreselerde görülmüştür.
İRAN MEDRESELERİ
İran’da Selçuklular devrinde Horasan, Hemedan, Şiraz gibi şehirlerde medreseler açılmıştır. Moğol istilâsıyla zafiyete uğrasa da İlhanlılar devrinde Gazan Han’ın istikrarı sağlamasıyla tekrar canlanmıştır. Bu medreseler Hanefi ve Şafii medreseleri idi. Şiiliğin Safevîler tarafından resmi mezhep olarak kabul edilip desteklenmesiyle etkinliklerini sürdürmüşlerdir. Safevîler ve Kaçar Hanedanı döneminde birçok şehirde medreseler açılmış, Kum şehri merkezli olarak Şii fıkhı ve eğitim sistemi güçlenmiştir. 12 imam anlayışı ve Caferilik, sistemi şekillendiren ana unsurdur.
HİNT MEDRESELERİ
İslâmiyetin hicri ikinci asırda Hint alt kıtasına girişiyle birlikte suffe tarzı eğitim sistemi de buralara taşınmıştır. Daha çok dini eğitim veriliyor, gayr-i müslimlere İslâm tebliğ ediliyordu. Bununla birlikte oraya yerleşen Araplar matematik gibi alanlardaki eserleri Arapçaya çevirerek sonraki yıllarda ortaya çıkacak medreselere bilimsel bir alt yapı oluşturuyorlardı.
Hindistan’daki medreseler asıl gelişimini Gazneliler döneminde sağlamıştır. Delhi Sultanlığı ve Babürlüler döneminde ise daha sistemli hale gelmiş ve kurumsallaşmıştır. Molla Kutbüddin’in 1693 yılında kurmuş olduğu Darul’ulûm-ı Firengî Mahal’de (Medrese-i Nizamiye) Molla Kutbüddin’in Oğlu Molla Nizameddin Shalvî’nin hazırladığı medrese müfredatı üç asır boyunca küçük değişikliklerle uygulanmış ve diğer medreseler tarafından da benimsenmiştir. Bu medreselerim gelişim sürecinde Çiştî tarikatı da genişlemiş ve daha sonra ortaya çıkan eğitim sisteminin de önemli sacayaklarından birisi olmuştur.

FERGANA VADİSİ MEDRESELERİ
İslâmiyetin Maveraünnehir bölgesine yayılmasıyla, bölgenin zengin coğrafi şartları ve İpek yolu güzergâhında olması, ilim için zengin bir mekân oluşmasını sağlamış ve birçok medrese inşa edilmiştir. Hanefi-Maturidi mezhebi üzerine eğitim görmüş, Yeseviyye daha sonra da Nakşibendiyye tarikatı ocaklarında yetişmiş erenler vasıtasıyla geniş kitlelere yayılmıştır. Bu sayede bölgedeki konargöçer Türk aşiretleri Müslüman olmuş, yabancı kültürlerin sızmasına belli ölçüde direnç gösterme imkânı olmuştur. Bu gelenekten yetişmiş en-Nesefi, İmam Serahsi gibi birçok fakih ve mutasavvıf çıkmıştır. Bu birikim Moğol istilâsıyla Anadolu topraklarına gelmiştir.
OSMANLI MEDRESELERİ
Osmanlı Devleti’nde ilk medrese Orhan Gazi zamanında İznik’te açılmıştır. İlk müderris de Davud-ı Kayserî’dir. Bu zat ilk müderris olması hasebiyle de ilmi sistemin temellerini atmıştır. Osmanlı medrese geleneğini sistemleştiren kişi ise padişah ve devlet adamlarına yakınlığı ile de ön plana çıkmış bu vesileyle fikirlerini uygulama sahası bulabilmiş olan Molla Fenarî’dir. Kendisi önemli bir âlim ve mutasavvıf olup Ekberiyye geleneğinin temsilcilerindendir. Osmanlı Devleti’nin klasik devrinin sonlarına kadar devam edecek medrese sistemini ve müfredatını daha devletin kuruluş yıllarında belirlemiştir. İlmi geleneği beyan, burhan ve irfan sacayağı üzerine oturtmuş, medrese müfredatına nakli ilimlerin yanında felsefe ve mantık gibi akli ilimleri de ilave etmiş, tekke medrese münasebetini dengeli bir şekilde kurarak Osmanlı düşüncesini ilmi tasavvufi bir zemine oturtmuştur.
***
Yukarıda ismini zikrettiğimiz coğrafyalarda on sekizinci asırdan itibaren gerilemeler başlamış, Batı’nın işgal ya da ekonomik tesiriyle yeni kurumlar ortaya çıkmıştır. Osmanlı Devleti’nde on sekizinci asrın sonlarında önce mühendislik eğitimi veren okullar açılmış, on dokuzuncu asırda ise Batılı anlamda yeni eğitim kurumları açılarak medreseler ikinci planda bırakılmış ve eğitimde çift başlılık ortaya çıkmıştır. Bununla beraber medreselerin sadece dini tedrisat yapan ve din adamı yetiştiren bir kurum haline gelme süreci de başlamıştır. Aynı durum İran için de geçerlidir. Bu yönüyle Osmanlı Devleti’yle paralellik arz eder.
19. yüzyıl, İslâm dünyasının eğitim sistemiyle de Batı’ya uyum sağlama, onlara benzeme çabasıyla geçmiş en alt seviyeden en yükseğe kadar birçok okul açılmıştır. Bu dönemde medreseler çok fazla bir şey yapamamış ancak hukukçu, kadı yetiştiren Medresetü’l-Kuzat ve günümüzün yüksek lisans/doktora aşaması diyebileceğimiz Daru’l Hilafeti’l-Aliyye Medreseleri kurulmuş devrin sonlarında da Daru’l-Fünun(üniversite) kurularak birçok eğitim tek çatı altında birleştirilmiştir.

DARU’L-ULUM-I DİYOBENDÎ
Hindistan’daki Babür Devleti’nin 1857 yılında tarih sahnesinden çekilmesiyle İngilizler sömürge faaliyetlerini eğitim yoluyla da sürdürmeyi amaçladılar. Buna tepki gösteren ve inançlarını muhafaza etmeyen çalışan Müslümanlar birtakım çalışmalar içine girdi. Muhammed Kasım Nanevtevi ve Reşid Ahmed Gangohi bu kişilerdendi. Bu kişiler yakın dönem Hindistan, Pakistan, Afganistan eğitim sistemi ve kültürünü etkileyen çok önemli bir adım atmışlardır. Bu iki şahsın öncülüğünde 30 Mayıs 1866’da Delhi’ye 90 mil uzaklıktaki Diyobend kasabasında Çatta mescidinde bir medrese kurmuşlar ve bu medrese kısa zaman içinde bütün bölümleri ihtiva eden bir Daru’l-Ulum(üniversite) halini almıştır.
Eğitim programındaki ciddiyeti ve bölgesindeki eğilimleri belli ölçüde bünyesinde barındırmasından dolayı büyük ilgi uyandırmış ve talepleri karşılayamaz olmuştur. Mahmud Hasan’ın idaresinde iken modern eğitim veren Aligarh Koleji ile hoca ve talebe değişimi yapılarak kolejin dini eğitim ihtiyacı medrese hocalarından, medresenin müspet ilim ve dil eksikliği de kolejden sağlanarak mektep medrese barıştırılmış ve bir yakınlaşma sağlanmıştır. Diyobend medresesinde Molla Nizameddin’in eğitim programı ufak değişikliklerle uygulanmıştır. Bu medrese mensupları kendilerini amelen ehl-i sünnet ve Hanefi, itikaden Eş’ari ve Maturidi, meşreben de Çiştî olarak nitelendirmişlerdir. Tasavvufun bütün kural ve kaideleri bu ekol vasıtasıyla uygulanmış, neşriyata da büyük önem vermişlerdir. Urduca, Arapça ve İngilizce dillerinde gazete ve dergiler çıkarmışlar bu sayede bulundukları bölgelerdeki Müslümanların akidelerini korumuşlar, dini ilimler, tasavvuf, eğitim, basın sahalarında önemli hizmetler etmişlerdir. Hülasa etmek gerekirse medreseler kuruldukları bölgenin sisteminden ve kültüründen etkilenmişler ve çevrelerini etkilemiş ve yönlendirmişlerdir. Başka bir coğrafyada, bir binanın katları gibi birbiri üzerinde yükselerek yeni teşekküller meydana getirmişlerdir.
Kaynaklar:
• Bozkurt, Nebi, (2003). Medrese. DİA. C.28, s.334-348
• İpşirli, Mehmet, (2003). Medrese. DİA. C.28, s.338-340
• Küçükaşçı, M. Sabri, (1998). Hicaz. DİA. C.17, s.437-439
• Gürer, Betül, (2015). Molla Fenari’nin Osmanlı Medrese Geleneği ve Osmanlı Düşüncesi Üzerine Tesirleri, Necmettin Erbakan İlahiyat Fakültesi Dergisi, 39. Sayı, s.121-142
• Kışlakçı, Turan, (2008). Pakistan, Medreseler ve Terörizm, www.time-turk.com.tr
• Kutlu, Sönmez, (12 Mayıs 2009) Avrasya Coğrafyasında Kadim Bilginin Kaynakları ve Yeniden Üretilmesi Sorunu, Avrasya İslam Şurası Tebliğ.
Mehmet Arif Tunç / Marmara Üniversitesi Tarih Bölümü YL Öğrencisi, Yazma Eserler Uzmanı
Tohum Sayı 162 / Kış 2019