Osmanlı tecrübesi hakkındaki kanaatlerimizin çoğunluğu, tarih yazarlığının bir kurgusudur. Osmanlı’dan Cumhuriyet’e bu coğrafyanın yaşadığı tarihî tecrübe, lineer/ilerlemeci bir tarih anlayışı çerçevesinde kötüden iyiye, bilimsel olmayandan bilimsel olana, baskıdan özgürlüğe vesaire olacak şekilde telakki edilmektedir. Ne var ki bu yaygın tutum ve kanaat, Osmanlı dönemi üzerine yapılan ilmî çalışmaların ortaya koyduğu farklı bir gerçeklik karşısında marijinalleşmeye başlamıştır.
Buradaki amaç, Osmanlı dönemini idealize ederek apoloji yapmak değildir. Amaç, geçmişe dair sahip olduğumuz hükümlerin, tarihî deliller ile sınanması ve vâkıâya mutâbık bir târih bilgisi ve şuurunun oluşturulmasıdır. Bu ise kendi içinde bir amaç değil; özelde “Bugünü nasıl daha iyi bir hale getirebiliriz?”, genelde de “İslam medeniyetini nasıl ihya ederiz?” soruları cihetinden bir araçtır.
Geçmişin geleceğe suyun suya benzediğinden daha çok benzediği inancından hareketle, hem geçmişin tecrübelerinden ders almak, hem de ‘gelenekli yenilikçilik’ olarak ifade edilen bir yaklaşım çerçevesinde gelenek ile kopan bağları yeniden bağlamak amacıyla ihtiyaç duyulan medeniyet tasavvuru için elzemdir.
Bu, aynı zamanda İngiliz tarihçisi Arnold J. Toynbee’nin 1954 yılında kendi toplumunun yaşadığı bir takım problemleri Osmanlı’nın meziyet ve faziletlerini yeniden üreterek çözme teklifiyle örtüşen benzer bir tekliftir. Nasıl ki Osmanlı devleti kendinden önceki İslam medeniyeti tecrübesinin mirasından faydalanmış ve onu çağın gereklilikleri çerçevesinde güncelleyerek yeniden üretmişse, bugün de aynı şekilde Osmanlı tecrübesinin henüz aşılamayan üstün yönlerinden günümüze pay çıkartmak, bu topluma uymayan kültürlerin tecrübesini alelıtlak benimsemekten veya sıfırdan bir şey üretmeye çalışmaktan daha makûl gözükmektedir. Osmanlı tecrübesinin bu yönlerinin ortaya konması, bu yazının sınırlarını oldukça aşacağı için burada sadece genel bir perspektif verilmeye çalışılacaktır.
Günümüzde acil olarak reforma ihtiyaç duyan alanların en önemlilerinden biri muhakkak ki eğitimdir.
Bu konu üzerine çokça düşünülmesine, plan ve projeler yapılmasına rağmen arzulanan dönüşüm bir türlü gerçekleşememektedir. Sorunun tespiti, öne sürülecek çözüm önerileri açısından oldukça önemli olduğu için önce eğitimde yaşanan sorunun tespit edilmesi gerekmektedir. Sorunun küllî olması, soruların da küllî olmasını zorunlu kılmaktadır. Bu noktada sorunu tespit edebilmek için sormamız gereken ve diğerlerini önceleyen en önemli soru, eğitimin amacının ne olduğu sorusudur.
Eğitimin amacı, toplum için ideal insan yetiştirmektir. Bu ideal insan, o toplumun varlığını sağlıklı bir şekilde sürdürmesinde çok önemli bir vazife görür.
Eğitimin ortaya çıkardığı bu insan, eğitimin de toplumun da yeniden üretilmesine hizmet eder. Bir toplumu o toplum yapan dünya görüşü, bilgi ve değerler yeni nesillere öğretilir ve yeni nesiller bu dünya görüşü, bilgi ve değerlerin yeni taşıyıcısı olur. Toplum bu şekilde kendi kendisini yeniden üreterek hayatını sürdürür.
Bir toplumun hayatını sağlıklı bir şekilde sürdürebilmesinin en önemli unsuru olan eğitimde baş gösteren problemlerin toplum genelindeki menfi etkileri kaçınılmazdır. Bu açıdan bakıldığında problemin büyüklüğü, bir toplumun/insanın sahip olduğu dünya görüşü ve bu görüşün gerektirdiği eğitim programı arasındaki uyuşmazlığın derecesi ile doğru orantılıdır. Daha kötüsü, bir toplumu o toplum yapan dünya görüşünün kaybedilmesidir. Bu ise, madde ötesiyle irtibatın kesilmesi, araçların amaç haline dönüşmesi, ahlakî erdemlerin dışlandığı sığ/maddeci bir dünya görüşünün hakim olması ile sonuçlanır. Bugün tüm dünyaya hakim olan bu anlayış, Türkiye için de söz konusudur.
Eğitimin objesi insan olduğundan, ideal eğitimin nasıl olması gerektiği noktasında insan anlayışı da oldukça önemlidir.
Medeniyetimizin insan anlayışına göre insan, beden, akıl ve ruhtan oluşan çok boyutlu bir varlıktır. İnsan aynı zamanda davranışlarının kaynağını teşkil eden ve hem maddî hem de manevî bir boyutu olan kalbe sahiptir. Kalp, akıl ve nefsin etkisi altındadır. Bu insan anlayışına göre eğitim, insanın sahip olduğu iki önemli unsurda gerçekleşmelidir; akıl ve kalp. Akıl aracılığıyla olan eğitim, bugün ilkokuldan doktora seviyesine kadar olan ta’limdir. Kalbin eğitimi ise, akıl ve nefs etkisi altında olan kalpte aklın baskın güç kılınması amacıyla tasfiye veya tezkiye adı verilen kalbin kötü vasıflarının kalpten temizlenmesidir. Medeniyetimizin tarihi tecrübesinde bir bütünü teşkil eden ve ideal insan yetiştirmede oldukça başarılı olan ta’lim ve tezkiyeye dayalı eğitim sistemi, Osmanlı tecrübesinde medrese-tekke kurumlarında gerçekleştirilmekteydi.
Bugün ise eğitim sistemimiz ilk boyutla ilgili olarak ilme odaklanırken, ikinci boyut, yani kalbin eğitimi ile ilgili olarak irfan, tamamen yok sayılmaktadır.
Bu yok sayış, eğitim sisteminin iki saç ayağından biri olan sufi kurumlarının 1928’de kapatılmasıyla ilk defa kanun halini almıştır. Bu yıldan itibaren köklü değişimlere uğrayan eğitim sistemimizin ideal insan bir yana, standart insan dahi yetiştirmede pek başarılı olamadığı çokları tarafından dile getirilmektedir. Bugün, üniversitelerden mezun olan öğrenci kalitesine bakıldığında, öğrencilerin alan bilgisi ve yabancı dil konularında yeterli yetkinlikte olmamalarına ek olarak büyük bir ahlâkî çöküş içinde olmaları da göze çarpmaktadır.
Bu anlamda hâlihazırdaki eğitim sistemi, ne ilmî ne de amelî anlamda ideal insanlar, bilim adamları, âlim ve ârifler yetiştirememektedir.
Bugün eğitim sistemimizde kalbin eğitimi söz konusu olmadığı gibi, eğitimin kendisine indirgendiği ta’lim boyutunun da ne kadar başarılı olduğu ayrı bir tartışma konusudur. Burada iki önemli problem göze çarpmaktadır. Birincisi, bilimsel disiplin eğitiminin sadece tarih düzeyinde kalması ve felsefe boyutunun eksikliğidir. İkincisi ise, bu tarihin sadece Batılı tarihinin Batılı bir perspektiften öğretilmesidir. Özellikle ilk problemle ilgili olarak Osmanlı’daki durumun nasıl olduğu noktasında Goethe’nin Johann Peter Eckermann ile 1827 tarihinde yaptığı konuşması hatırlanabilir.
Goethe Eckermann’a şöyle diyordu: “Müslümanların çocuklarının eğitimine başlama düsturları dikkate şayandır. Onlar gençlerini dinin bir temeli olan insanın başına ilâhî takdirin dışında bir şey gelemeyeceği inancıyla güçlendiriyorlar. Bununla gençler tüm bir hayata hazır ve ondan razı oluyor, başka bir şeye ihtiyaç duymuyorlar… Daha sonra Müslümanlar, ‘Karşıtının doğrulanamayacağı hiçbir şey yoktur.’ doktrinine dayalı olmak üzere felsefe eğitimine başlıyorlar. Böylece, tüm önermelerin karşıtlarını tespit etme ve açıklama ödevini vererek gençlerin zihinlerini çalıştırıyorlar; ki bu hiç şüphesiz düşünme ve konuşma hususunda büyük becerilerin ortaya çıkmasını sağlamaktadır… Herhangi bir önermenin karşıtı elde edilince, muhakkak ki hangisinin gerçekten doğru olduğu ile ilgili bir şüphe ortaya çıkacaktır. Ancak şüphe geçicidir ve zihni sorgu ve deneye yaklaştırır, ki buradan da, doğru yapıldığı takdirde, yakîn ortaya çıkar, ve yalnızca yakîn ile insan tam tatmini elde edebilir.” Tüm bu ifadelerden de anlaşılacağı üzere, Osmanlı bilim kültürü aynı zamanda tek bir gerçeği dayatmayan ve ‘açık bilim’ olarak adlandırılan bir anlayışı yansıtmaktadır.
İşte bugün eğitim alanında yaşanan problemlerin en önemlilerinden biri, Goethe’nin de ifade ettiği Osmanlı tecrübesinin üstün bir yönü olan felsefi ve nazarî düşüncenin geri plana itilmesidir. Öğrenciler sadece geçmiş düşünürlerin düşüncelerini öğrenip ezberlemekte, kendi düşüncelerini oluşturup ilimlerini pratiğe aktaramamaktadırlar. Örneğin, siyaset bilimi bölümünde okuyan bir öğrenci aslında sadece siyaset tarihi, ekonomi okuyan ekonomi tarihi, fıkıh okuyan ise fıkıh tarihi eğitimi almaktadır. Dolayısıyla bu ayrı alanlarda günümüz için bir şey söyleyebilen uzman kişiler yetişmemektedir.
Özet olarak, bir medeniyetin dünya ve insan görüşü, o medeniyetin ideal eğitim sistemini ve bilim kültürünü belirler.
Medeniyetimizin anlayışına göre insan başıboş bir varlık değil, Allah tarafından yaratılan, ulvî bir gayesi olan, madde ötesiyle irtibatlı bir varlıktır. Dolayısıyla alacağı eğitim, sadece yatay boyutu değil, dikey boyutu da kapsayan bir anlayışa dayanmalıdır. Küllî ve yapısal sorunları olan eğitim sistemimizin, medeniyetimizin dünya ve insan görüşü çerçevesinde yeniden gözden geçirilmesi gerekmektedir.
Problemlere makro açıdan yaklaşıldığında, aslında iki ayağı olan eğitim sistemimizin bir ayağının -kalp boyutu- kırık, diğer ayağının da -yani ilkokuldan doktora seviyesine kadar olan ta’lim boyutu- kusurlu olduğu söylenebilir. Bu kusur, hem ilim tarihinin ötesine geçilememesi ve felsefî boyutun eksikliği, hem de Batı merkezli bir tarih anlayışını yansıtmasından kaynaklanmaktadır. Çözüm ise, kırılan ayağın onarımı ve kusurların tashihi ile eğitim sistemine yeniden amacıyla örtüşen bir işlev kazandırılmasıdır.
Seda Özalkan / İbn Haldun Üniv.Medeniyetler İttifakı Enstitüsü Doktora Öğrencisi
Tohum Sayı 162 / Kış 2019