Günümüz toplumlarında bireyselleşme artık bir norm halini almış bulunmaktadır. İnsanların özel ihtiyaç ve tutkularını yerine getirebilmek için her şeye hakları olduğu, bu haklarının asla ertelenemeyecek, devredilemeyecek haklar olduğu algısı tüm dünya toplumlarında olduğu gibi ülkemiz Türkiye’de de büyük mevziler kazanmıştır. Bu yazıda bu her şeye hakkı olan insan modelinin kariyer takıntısını birlikte ele almaya çaba göstereceğiz.
Kariyer kelimesi bir meslekte zaman ve çalışmayla elde edilen aşama, başarı ve uzmanlık olarak kullanılan İngilizce Career kelimesinin dilimize doğrudan aktarılmasıyla benimsenmiş bir terimdir. Bu haliyle bakıldığında karşımızda yeni bir olgu olarak ortaya çıkmış bir durum yok gibidir. İnsanlar yerleşik hayata geçtiği ve uygarlıklar oluşturdukları çağlardan bu yana belli iş ve meslek alanlarında bir uzmanlaşmaya bağlı olarak iş statülerine sahip olmuş, bu statülerindeki uzmanlıklarına bağlı olarak iyi kötü bir iş yaşamları olmuştur. Bu dönemlerde daha çok insanların hangi iş ve çalışma sahasında olacaklarına hangi ailelerden geldikleri, sosyal muhitleri ve kişisel becerileri belirleyici olurdu. Bir nalbantın oğlunun nalbant olacağı ve bir çiftçinin toprağa bağlı işler için çocuklarını yönlendireceği kesin gibiydi.
Modern döneme gelindiğinde ise geleneksel üretim ve toplumsal formasyon sosyolog Emile Durkheim’in ifadesiyle Mekanik Dayanışma’dan Organik Dayanışma modeline doğru evrildikçe artık geleneksel yaşama biçimlerinde de hızlı bir başkalaşma yaşanmaya başladı. Artık topluluk içinde olarak, topluluğun bize doğrudan verdiği statü ve sosyal rollerimizde de bir başkalaşma meydana gelmeye başladı. Uzmanlaşmanın yol açtığı iş bölümü ve farklılaşma insanların bireysel özellikleri ile çok çeşitli iş ve istihdam alanlarını ele geçirebileceklerini ortaya koymuştur.
Türkiye’de modernleşme büyük ölçüde Devlet’in tepeden inme bir mekanizma içinde dizayn ettiği ve her şeyin devlet tarafından belirlendiği bir süreç olmuş, hangi alanlarda iş ve istihdam yaratılacağı ve bu alanların hangi toplum kesimleri tarafından doldurulacağına verilecek tüm kararlar devletin imtiyazı altında olmuş ve bu anlamda devlet kendi burjuva ve elit sınıfını kendi eliyle oluşturmuştur. Bu durum özellikle Tek Parti yönetimi altındaki Türkiye’de merkezi işgal eden ve buralarda modernleşmenin öncülüğünü kendi imtiyazları haline getiren asker-sivil bürokrat ve küçük burjuva olarak ifade edilebilecek bir sınıfın uhdesindedir.
Türkiye uzun bir modernleşme geçmişine sahip bir ülkedir. Özellikle Cumhuriyet Dönemi’nin 50’li yıllarından itibaren yaşanan hızlı kentleşme ve metropolleşme, siyasal alanda yaşanan ve her geçen gün etkisini hızla hissettirmiş olan taşranın merkeze olan baskısı modernleşmenin imkan ve nimetlerinden uzun süre mahrum ve madun bırakılmış unsurların merkeze taşınmaya başlamasıyla bu durum daha da büyük bir hız kazanarak sadece merkezin elit unsurları tarafından kullanılan imtiyazlar artık taşra kökenlilere de açılmıştır.
Tüketim ve haz toplumu altında yaşayan bireyler için mutlu olmak ve istediğini zannettiği kariyerine ulaşmak onun en büyük hakkı olarak kabul edilmektedir. Tüketim olgusu artık inanların ihtiyaçlarının giderilmesi olayının çok ötesine geçmiştir. Tüketim toplumu adeta insanların susuzluklarını dindirmek için deniz suyu içmelerine benzer bir hal almıştır. Böyle bir toplum formasyonu içinde kafi olan asla kafi gelmez. “Herkesin lüks arabaya kesesinin elverdiği bir dünyada, gerçekten gözü yüksekte olanların daha iyisine erişmekten başka hiçbir seçenekleri yoktur”
Dışarıda kalmış, iktidar imkanlarından pay alamamış yeni orta sınıf Türk bireyi için kariyer edinme tutkusu tıpkı kendisinden daha önce bu aşamaları kat etmiş mevkidaşları gibi adeta kutsal bir hak haline gelmiş bir olgudur. Şimdiye kadar ötelenmiş, tehir edilmiş hazlara artık ket vurmanın imkanı yoktur.
Şimdi tüm hazlar gibi tüm statü ve kariyerler de onların inhisarında olmalıdır. Bu toplum kesiminde daha önce merkezi işgal etmiş olan Beyaz Türkler olarak ifade edilen kesime göre gecikerek modernleşmenin tüm emareleri görülmektedir. İmkanlara ve nimetlere bir an önce el koymak.
Bu toplum kesiminin kendi çocukları için uygun görecekleri kariyer anlayışı durumu en net bir şekilde ortaya koymaktadır. Devlet okullarının gün geçtikçe itibarsızlaşması özel okul olarak ortaya çıkan yeni kariyer merkezlerinin yıldızını parlatmaktadır. Kariyer artık kutsal bir inektir. Çocuklarının kendileri gibi gecikerek modernleşmesine tahammülleri olmayan bu yeni orta sınıfların acelesi vardır. Çocukları hem en yüksek gelir vadeden profesyonel mesleklere yönelecek, hem iki müzik enstrümanı çalacaklar ve bu arada kendilerinin bir türlü öğrenme fırsatı bulamadıkları yabancı dillerden en az iki tanesini akıcı olarak konuşacaklardır. Artık kariyer her şeydir. Nasıl mutlu olma hakkı kutsal ise kariyer sahibi olmak da bir o kadar devredilemez bir hak ve çocuklarımıza vereceğimiz en temel ödevdir.
“Into the Wild” filmini belki aranızdan duyanlar ve izleyenler vardır. Aslında bir biyografi filmi olup, ‘Christopher Mccandless’in hayatının anlatıldığı bir senaryodur. 1990’da, üniversiteden mezun olduktan hemen sonra banka hesabındaki binlerce doları hayır kurumlarına bağışlamış ve ailesinin, çevresinin tüm baskılarına rağmen prestij getirecek bir kariyer tercihi yapmaktansa, kendini Alaska ormanlarına bırakmış bir gencin hikayesi anlatılmaktadır bu filmde. Doğada geçirdiği 4 ay sonunda ölecek olsa da bu genç adam “Kariyerlerin 20. Yüzyıldan kalma icatlar olduğunu düşünüyorum ve bir tane dahi istemiyorum” cümlesindeki haklı isyanıyla, temelde oldukça sorunlu bir konuya dikkatleri yöneltmiştir. Bu sorun modern hayatın bir gereği olarak da görülen kapitalizmin, hâlihazırda bize çıktı olarak kalan unsurlarından bir tanesidir. Sonundaki ‘izm’ ekinden de anlaşılacağı gibi ideolojik bir içeriğe de sahip olan kariyerizm son yıllarda putlaştırılmaya yüz tutmuş bir ikonik kavrama dönüşmüştür. Daha doğrusu prestij, makam ve kariyer olarak vücut bulan hırs ve hazzın doruğa çıkmış hali olarak da tanımlayabileceğimiz bir kavramdır kariyerizm.
Kariyer kelimesine etimolojik yönden bakıldığında köken itibariyle Latince’de ‘carrus’ (at arabası), ‘carrera’ (yol), Fransızca’da ‘carrierre’ (gidilen yol, yarış yolu), İngilizce’de ise ‘career’ (meslek) anlamlarını barındırdığı ve bu bağlamlarda kullanıldığı görülmektedir.
Kelimenin bizdeki kullanımı ise iş ve meslek kavramlarını karşılayacak şekildedir. Bizim bu yazıda ele alacağımız kavram olan kariyerizm ise Feldman ve Weitz (1991) tarafından ‘belli bir alanda çalışanların kariyer anlamında ilerlemeleri için yasal yolların dışında, performans ve verimliliğe yaslanmadan bir yöntem takip edilmesi’ şeklinde açıklanmıştır. Kavramın olumsuz yönüne işaret eden bu tanım bizim de hareket noktamızı oluşturmaktadır. Kariyer ve bu kariyerist eğilimli (kariyer yapmaya düşkün) kişiler üzerine yapılan çalışmalarda bugüne kadar, bu eğilime sahip kişilerin verimlilik ve performans açısından olumlu sonuçlar doğuracağı düşüncesi hâkim olsa da son yıllarda bu eğilimin olumsuz yönleri de gözler önüne serilmeye başlanmıştır. Söz konusu kariyerist eğilimli kişilerin içinde bulundukları kurumlara zarar verecek düşük performansa sahip olabilecekleri, verilen görev ve sorumluluklara odaklanmak yerine daha çok çıkar odaklı hareket edebildikleri ve ilerleyebilmek adına yasal olmayan yöntemler de dâhil her türlü yola tevessül edebilecekleri bu çalışmaların muhtevasını oluşturmaktadır.
Yapılan bütün bu çalışmalar kariyerizmin son yıllarda daha da görünür hale geldiğini ve kariyerin gittikçe kutsanarak putlaştırılmasıyla bencilliğin ve diğer arızi durumların arttığını istatistiksel veriler de açığa vurmaktadır. Ancak bu çalışmalar genellikle işin formel, pratik ve pragmatist boyutlarına odaklandıkları için var olan durumun ahlaki boyutu sürekli gözden kaçmıştır. Son yıllarda özellikle artış gösteren ‘gelişim zirvelerinden’ örnek verecek olursak; lüks ve gösterişli salonlarda düzenlenen bu programlara genellikle kariyer anlamında imrenilecek kişiler ‘ben yaptım, siz de yapabilirsiniz’ diye özetlenebilecek başarı hikâyeleri hakkında konuşma yapmak üzere davet edilir. Bu konuşmalarda gidilen yoldan ziyade varılacak nokta vurgulanır ve katılımcıların bu noktaya odaklanmaları tembih edilir. Pragmatist anlamda, kişi bu hedeflere ulaşmayı ne kadar çok arzu ederse performansı da kadar artacaktır. Bu çıkarımın elbette ki doğru bir yanı bulunmaktadır. Ancak kariyer arzusu sadece verim ve performans getirmemiştir. Bunların yanında bireycilik/bencillik, dünyevi anlamda haz ve hırs duygularını da oldukça belirgin bir hale getirmiştir. Kadim geleneğimizde ‘paranın miktarından ziyade nasıl kazanıldığı’ yani onu kazanmada kullanılacak araçların meşruiyeti onu edinmeden çok daha önemli görülmüştür. Kariyerlerin gittikçe daha da önem kazandığı günümüzde ise geleneksel anlam bağlarının çözüldüğünü ve meşruiyet zemininin değişim ve dönüşüm geçirdiğini görmek çok da zor olmasa gerek.
Değişim ve dönüşümün çok hızlı yaşandığı modern günler, sınıfsal ayrımın da ortadan kalktığına hatta olmadığına ilişkin sistemli bir düşünceler dizisi de dayatır. Dayatmanın bu şekli, modern zamanlara ilişkin zihniyet dönüşümünün, katı sınıfsal ayrımları ortadan kaldırdığına dair kuvvetli inançtan kaynaklanır.
Ancak günümüz dünyası sınıfların ortadan kalkmadığının, sadece şekil ve içerik değiştirdiğinin örnekleriyle doludur. Yaşadığımız toplum tahakküm ilişkilerini yeniden üreterek, öznenin buharlaşmasını beraberinde getirmiştir. Esasında özne bunu bir bilinçsizlik ile kavrar. Günümüz dünyasını çözümleyebilmeyi ustalıkla başarmış Fransız sosyolog Pierre Bourdieu, öznenin içinde bulunduğu bu durumu kendine özgü üretmiş olduğu kavram setiyle habitus olarak ifade eder. Bourdieu’ya göre toplumsal yaşam mücadele ve çatışma sahnesidir. Özne kendini var edebilmek için bu çatışma veya mücadelenin ortasında bilinçsiz bir şekilde katılır. Mücadelenin kapsamı alanla ilişkili olup, özne/birey kendini alanın sınırlarına dâhil olmak için uğraş verir. Kariyer konusuna da bu açıdan bakmak bize durumun başka bir boyutunu gösterir. Çünkü günümüz dünyası kimlikler topluluğu olarak tezahür eder. Kimlik ise başarı ve kariyere odaklıdır. Statü ve konum ise toplumsal dünyada nasıl yaşanacağına ve hangi alanlara dâhil olup, toplumsal hiyerarşide hangi konumda olunacağına dair önkoşullardır. Bu ilkeler yaşadığımız topluma ilişkin yatkınlıklar dizisinin toplamıdır. Yatkınlıkların bu toplamı başarının toplumun kendisiyle birlikte değil, toplum hiyerarşisinde üst basamakları tırmanmakla ilgili hale gelir. Yatkınlıklar kendisini simgesel halde gösterir ve birtakım sermayeye sahip olmakla ölçülür. Yani Bourdieu’cu bir anlamda, kültürel, ekonomik ya da simgesel sermaye yatırımı ne kadar fazlaysa kariyer basamakları da o kadar yüksektir. Yaşadığımız toplumda sermaye ile olan bu ilişki hiyerarşik yapıları yeniden üretirken, özne, iktidarı dönüştürmek ve belirlemekle kalmaz aynı zamanda toplum sosyolojisinde ve psikolojisinde derin bir dönüşümün habercisidir. Başarıya duyulan inanç, bireyin/öznenin toplum tarafından belirlendiklerini kabul etmelerine rağmen ne yaptıklarına veya ne olduklarına ilişkin mücadelede, gayri ahlaki bir şekilde davranmalarına sebebiyet vermektedir. Konumuz açısından diğer bir deyişle; kariyer eğilimine gerektiğinden fazla önem veren yani kariyerizm hastası bireyler kendisini bir anlamda “tüketilebilir bir nesne” olarak görmekte ve bu durum da bireyin/öznenin kendine en hızlı ve güçlü bir biçimde yabancılaşmasına neden olan unsurların başında gelmektedir.
Aslında tarihin her döneminde, toplumların içerisinde bulundukları sistemler ve o toplumda öne çıkan değerler, bireylere bir “rol”, o rollere bir de “konum” biçmiştir. Yaşanılan zaman dilimi ve o toplumun genel karakteristik özelliği burada belirleyici bir etken olmuştur. Lakin zaman ve coğrafya fark etmeksizin değişmeyen husus, yukarıda vurguladığımız makam/mevki olarak nitelenebilecek konumların cazibesini gittikçe arttırdığıdır. Bu artışın en önemli sebeplerinden bir tanesi ise, talip olanların sayısının, olması gerekenden hep fazla olmasıdır. İslami kaynaklar ve bu kaynaklardan beslenen Türk-İslam devlet kültürü, bu sorunun önüne geçmek maksadıyla “göreve talip olunmaz, görev verilir” düsturunu öne çıkarmıştır. Lakin bireyi esas alan bu modern algı, günümüz toplumlarını tarihte eşi görülmemiş bir noktaya sürüklemiştir. Tüm kariyer noktaları, istemekle, istediğini elde etmek için farklı yöntem ve taktiklerle elde edilebilir hale gelmiştir. Çalışma ahlakının önüne perde çeken bu yaklaşım, toplumda çok farklı ve yanlış algılara, yaklaşımlara sebep olmuştur. Sorunlu bir hale dönüşen kariyer düşkünlüğüne dikkatleri çeken Leyla Navaro, bu düşkünlüğün en önemli yan ürününün de haset olduğunun altını çizer. Duygusal bir sarsıntı olarak tarif ettiği hasedin insanda “Onun var, peki benim niye yok; o bunlara sahip, ben niye sahip değilim?” düşüncesini uyandırdığından ve bunun da beraberinde eksiklik ve nefret duygularını getirdiğinden bahseder. Doğru bir noktaya dikkat çeken Navaro’nun tespitindeki bireyler arası bağlara zarar vermesinin yanı sıra kariyer/makam hastalığının, dini duyguları sarsması İslam Peygamberinin şu hadisinden de açıkça anlaşılabilir; “Kişiden mal hırsının, şeref ve mevkiye düşkünlüğünün dinine yaptığı zarar, iki aç kurdun sürüye yaptığı zarardan daha büyük olur.”
Medeniyet, kurumsal oluşum ve fiziki yapıların ötesinde davranışlara, inanışlara yön veren zihni tutumları da şekillendiren bir ahlak nizamıdır. İnsanları ve toplumları, ahlaki ve medeni yapan şey sahip olunan maddi imkân ve ilerlemişlik değil, varlık ve eşya karşısında ortaya koyulan tasavvur ve tutumlardır.
Medeniyetin de temelini oluşturan “medeni davranma durumu” bireylerin hem kendilerine hem de çevrelerine takındıkları ahlaki davranış ve tutumlara rengini veren bir değerler bütünüdür. Peygamberi incelik olarak da adlandırabileceğimiz bu davranış düsturunun aksi yönünde inşa edilen sistemler medeniyet dairesinden de epey uzak kalmaya mahkûmdurlar. Hırs ve haz temelli gidişat ancak tahakküm araçları olarak sistemde yer alırlar. Kadim medeniyetimiz de, bu dünyadan kaçmayı değil, onu varlık hiyerarşisi içinde doğru bir noktada konumlandırmamızı ister. Amaca yönelik yolda dünya ve onun getirilerinden biri olan kariyer de araçsal bir role sahiptir. Ancak günümüzde amaçlar ve araçların yer değiştiği bir durumu yaşamaktayız. Adeta kutsal bir varış noktası olarak sunulan gösterişli kariyer basamakları, putlaştırdığımız olgulardan biri haline geldi. Malik bin Nebi’nin ‘dünyevileşmeden bu dünyada var olabilmek, maddi-harici şartları yok saymadan özne olarak kalabilmek’ düsturunun aksine sekülerliğin bir ispatı olarak kariyer odaklı başarı hissi açıkça karşımızda durmaktadır.
Son olarak ifade edilecek olursa Medeniyet/uygarlık ekseninde post-modern eleştirilerin ana hattını oluşturan düşünce; ilerlemeci, akılcı ve rasyonel düşüncenin hâkim olmasıyla birlikte yeryüzünde ‘cenneti oluşturma’ idealinin gerçekleşmediğidir. Birçok düşünür ve yazar, en büyük katliamların en uygar, kariyer anlamında üst basamaklarda yer alan insanlar tarafından işlendiğini yazarken adeta elleri titremektedir. Günümüzde modernlik, barbarlık ve medeniliği bir arada tecrübe etmekteyiz.
Arzu ettiği ve hırsla saldırdığı hedefini elde etmek için hiçbir sınır, etik ve ahlak tanımama çabası olarak da görebileceğimiz barbarlık, farklı muhtevalar hala yaşamaya devam etmektedir.
Bu anlamda kariyerizmi de ‘modern bir barbarlık’ olarak adlandırırsak fazla mı ileri gitmiş oluruz? Hatta bu barbarlık tutumu –kariyerizm- kar ve verim odaklı kapitalist dünya için meşru bir zemin de teşkil etmektedir. Ulusal ve uluslararası sistemler, bu sistemlerin dayattığı düzen ve çıkar hesapları, ekonomik kazanımlar, verimlilik gibi rasyonel görülen kavramlar, beklenilenin tam aksine bir istikametteki barbarlık ve gayrimedeniliği de doğurabildiğini, bu kavramların ahlaki yönden eksik olduğunda, kariyer gibi araçsal fonksiyonu olan bir olgunun nasıl amaç haline gelip barbarlığa sebep olabileceğini birçok örnekte göstermek mümkündür. Burada sadece Zygmunt Baumann tespitleri ile yetineceğiz : ‘Holokost’un yeter şartı olmasa da gerek şartı modern/rasyonel dünyadır’. Holokost’un gerçekleşmesinde kariyer anlamında iyi noktada olan kişiler çok önemli roller almışlardır. Bugün Filistin’de yaşanan acıların müsebbibi olanlar kariyerlerinin zirvelerinde olan insanlardır. Buradan çıkacak sonuç şudur; kariyerin sağladığı maddi ve manevi imkânlar bizi ve davranışlarımızı her zaman ahlaklı kılmaya yetmez. Ancak ne yazık ki bugün kariyer çoğu zaman karakterdeki kara lekelerin görülmesine müsaade etmeyen bir durumdadır. Kimliğin korunması, kültürel birikimlerin aktarılması ve inanç değerlerinin yaşatılması hususlarına verilebilecek en büyük zararlardan biri olan kariyere, makama ve unvana bu kadar yüksek değer biçilmesi tarihin her döneminde var olmuşsa da halkın içerisinde yaygınlaşması ve bu olumsuz manzaranın normalleşmesi modern dönemlerin bir ürünüdür. Bir çok şeyin anlamını yitirdiği dünyada prestij iştahı ve hazzı bireylerin ve toplumların hayatına yön verecek önemli bir dürtü olarak karşımızda durmaktadır. Çankaya Üniversitesi’nde öldürülen genç araştırma görevlisinin eşinin yaşadığı bütün acısına rağmen söyledikleri aslında bu konuda bir ders ve çözüm niteliğindedir; “Benim genç arkadaşlarımdan küçük bir istirhamım var. İyi bir hukukçu, iyi bir mühendis, iyi bir doktor değil iyi bir insan olmaya çalışın.” Kariyerine güç katan değil, kariyerinden güç alanların hızla yayıldığı bu çağda değerlerimizi, insanlığımızı sloganların dışına çıkarıp kalbimizin ve aklımızın en kıymetli yerlerinde muhafaza edebilmek temennisiyle…
PROF. DR. MUSTAFA KEMAL ŞAN
Sakarya Üniversitesi Sosyoloji Bölümü Öğretim Üyesi
Tohum Sayı 163 / Bahar 2019