MUKADDER GEMİCİ
Ömer Seyfettin (1884-1920), 36 yıllık kısa ömrüne sığdırdığı kısa hikâyeleri ile Türk edebiyatının en önemli isimlerinden biridir. And, Kaşağı, Falaka gibi hayatından izler taşıyan etkili çocukluk hikâyeleri, Ferman, Pembe İncili Kaftan, Başını Vermeyen Şehit gibi çok okunan hikâyelerinin yanında, döneminin siyasi ve sosyal meselelerini konu edinen pek çok eser kaleme almıştır. Efruz Bey başlığı altında yayımlanan hikâyeleriyle de şöhret düşkünü, her makama kendini layık gören, yarı bilgili, bir gün içinde ünlü olmayı başarabilen, bir göz boyama ile halkın teveccühünü kazanan figürleri eleştirmekten geri kalmaz. Efruz Bey serisinin son hikayesi olduğu tahmin edilen ve tam 103 yıl önce yayımlanan Sivrisinek; dünün Efruz Bey’ine ve bugünün Efruz Beyler’ine liyâkatin ne olduğunu anlatan capcanlı bir hikâye….
10 Temmuz… Bozkaya Köyü
Bilsen Efruzcuğum, kırk gündür burada ne rahat yaşıyordum. Ses yok, seda yok, dost yok, düşman yok! Gürültü yok! Yorgunluk yok! Bizi bitiren, benizlerimizi, dudaklarımızı sarartan, gür saçlarımızı vakitsiz döken ve ağartan, hani o “hırs” dediğimiz sinir sıtması yok! Öyle bir rahat ki… Sanki Adem!
Her sabah rüyasız ve deliksiz uykumdan, penceremin yanındaki yüksek ağacın yanına tünemiş ak horozun “Çat! Çat!” diye kanat vurmasıyla uyanıyor, onun keskin, saf, mesut ötüşlerini dinliyordum. Bütün günüm erimiş bir billur gibi akan derenin başında geçiyor. Ah bu billûr akış… Sanki hemen şu top ağaçların arkasında sanılacak gizli bir cennetten sızarak nerede olduğu bilinmeyen uzak ve toprakları dumandan peri memleketlerinin zümrüt sahillerine giden bu büyük akış… Gözlerimden ta ruhumun içine aksediyor. Artık bütün gün nereye baksam, ağaçlara, yerlere, gökte bulutlara, yoldan geçen davarlara… Her şey gözümün önünde bu billûr dere gibi akıyor. Şehirde dost elleriyle kırılan kalbimden bütün kederler sızıyor ve hepsi gözlerimden, muhitin hayaline karışarak akıp gidiyor; mavi ziyalar, pembe nurlar, isimsiz renklerle billûrlaştırıyor.
İşte dün sabah yine derenin başında idim. O kadar derin bir rahat, o kadar derin bir sükûn içinde idim ki biraz dikkat etsem kalbimin atışlarını bile duyacaktım.
Ansızın arkamdan bir ses:
-Hey, Ahmet Ağa’nın misafiri! diye bağırdı. Döndüm. Gözlerimin önünde bir jandarma hayali aktı, kaynaştı:
-Sana bir mektup getirdiler, al be…
– Bana mı? Yanlışlık olacak… diye kalktım; çünkü İstanbul’da kimse benim nerede olduğumu bilmiyordu. Hatta karım bile…
Jandarmanın elinden mektubu aldım, baktım… Hakikaten bana… Açtım. Senin imzanı görmeseydim, hemen yırtıp atacaktım. Bu köyde bulunduğum kadar bir kelime okumamağa, bir harf yazmamağa ahdetmiştim. Ama senin mektubunu, sevgili Efruz, mümkün mü okumayayım?
….
Jandarma gidince tekrar derenin kenarına oturdum. Mektubunu okumaya başladım. Okudukça, kırk gündür ruhumdan gözlerime sızan o billûr akış durdu. Karardı. Boşalmış sandığım kalbim yine bir elem ağırlığıyla doldu. Keşke anlattığın tesadüf sana bulunduğum yeri öğretmeseydi… Bu zehirler, bu şikayetler, ömrümde birkaç gün dinlenmek için bir köye kaçmış zavallının önüne dökülür mü? Bu feryatlar, onun yalnız tabiatın nağmeleri işiterek teselli bulmaya yüz tutan kulaklarına haykırılır mı? Hazırlan bakalım Efruzcuğum, bu münasebetsizliğe ceza olarak seni şimdi biraz fazla hırpalayacağım.